Peki hocam, ‘Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir’ in satışı nasıl gidiyor?
Bu sorunun yanıtı bende değil, yayıncımda saklı. Söyleyeceklerim de yayıncımın bana aktardıklarıyla sınırlı… Bu kitap 8 Ocak’ta piyasaya çıktı. Şu anda 2. baskı hazırlıklarına başladık. Bu rakam, 2 ayda, Türkiye koşullarında oldukça iyi sayılır. Kitap, çeşitli yayın organlarında karşılık buldu. TV 8, TRT 2, CNN Türk, Samanyolu, Kanal 7; Zaman, Vatan, Cumhuriyet, Radikal gibi pek çok yayın organı kitaptan söz etti.
Eleştirmenlerle aranız nasıl? Eleştirmenlerden önce siz, kendinizi ve eserlerinizi eleştirir misiniz?
Elbette eleştiririm. Zaten eleştiri de özel ilgi alanlarımdan biridir. Makalelerimin büyük bir bölümü eleştiri üzerinedir. Eleştiri kuramı üzerine epeyce çalıştım. Eleştiriye daima açığım, eleştirinin sanatı ve edebiyatı yönlendiren, biçimlendiren bir işlev olduğuna inanıyorum. Nesnel eleştiri her zaman tercihimdir. Eleştirinin olmadığı bir yerde üretimin de kısıtlı olacağını düşünüyorum. Eleştiriliyorum ve de eleştiriyorum. Kendimi, yer yer dergi kitap boyutlarını aşan eleştirilerin, polemiklerin içerisinde bulduğum oldu.
Hiç ödül aldınız mı?
Üniversite 1. sınıftayken bir derginin düzenlediği yarışmada öykü birinciliğim var, yine üniversite öğrenciliğim sırasında 2 kez makale dalında ödül aldım. Profesyonel anlamda yazmaya başladıktan sonra hiçbir ödüle katılmadım. Katılsam ödül alabilir miydim, onu da bilmiyorum.
Ödülün sanatçıları teşvik ettiğine inanıyor musunuz?
Doğrudan bir teşvik olduğuna pek inanmıyorum. Sadece iyi para verirlerse sanatçıyı belki belli bir süre rahatlatır o kadar. Ödüllerin nesnel olduğunu düşünmüyorum. Jürinin beğenisiyle sınırlı bir ödül ne kadar anlamlı olabilir ki…
Mesela Sezai Karakoç’un yılın kültür adamı ödülünü almaya gitmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sezai Karakoç da benim üzerinde çalıştığım yazarlardan biri… Gitseydi şahsen beni şaşırtırdı. 70 yıllık Sezai Karakoç bir anda kafamda farklı bir yere yerleşebilirdi. Gerekeni yapmıştır. Bizi şaşırtmamıştır. Bir okuru, hayranı, sanatı üzerinde çalışan bir akademisyen olarak mutlu oldum.
Bulunduğunuz konum olmak istediğiniz konum mu? Yani sanatçı olarak istediğiniz eserleri yazabildiniz mi? Keşke şunu da yazsaydım tarzında hayıflandığınız oldu mu?
Öncelikle ben bir öğretmenim. 5 yıl Milli Eğitim’de, sonra özel sektörde -dershanelerde- çalıştım. Dershanelerde aktif olarak çalıştığım bir 5 yıl var. O 5 yılı kayıp zaman olarak görüyorum. Tahtaya yazdığım dizenin imgesinin değil, yükleminin para etmesine hep üzülmüştüm. ‘Keşke dershanelerde çalışmasaydım. En azından 3 eser daha çıkardı.’ dediğim anlar yok değil… Soruda bir düzeltme yapmam gerek: Kendimi ‘sanatçı’ olarak değerlendirmiyorum. Belki bir yazar… Bir yazar olarak yapmak istediklerimin ancak bir bölümünü yazabildim.
Bundan sonra yapacağınız çalışmalar hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
2007 içerisinde bitirmeyi düşündüğüm 3 proje var:
1. Samsun kültürüyle ilgili 55 NOKTA KUZEY adını verdiğim bir çalışma var. Samsunlu, Samsun doğumlu 55 sanatçıyı ele aldım. Bunları da 5 bölüme ayırdım. Bunlarla ilgili çalışmalar devam ediyor. Yarıladım sayılır. Yorucu bir çalışma, bir ekip çalışması. Üniversiteden de yardımcı olan akademisyen arkadaşlarım var. Onların da yardımıyla götürüyoruz. Uzun soluklu bir çalışma… Ne zaman bitecek, nasıl sonuçlanacak bilemiyorum. Uzun bir serüven… Rafet Ekiz’den Orhan Taylan’a, Ahu Türkpençe’den Nebahat Çehre’ye, İsmet Nedim’den Yıldırım Bekçi’ye, Şefik Döğen’den Ferhan Şensoy’a, Bedrettin Cömert’ten Vedat Türkali’ye dek 55 isme ulaşmak pek kolay olmuyor.
2. Yine Kültür Bakanlığı’na sunacağımız bir proje var. Arkadaşlarımızla onun üzerinde çalışıyoruz. ‘Atatürk’ ile ilgili bir proje… Atatürk ile ilgili bir oyun, bir gösteri… Özellikle ilköğretim çağındaki öğrencilerimiz Atatürk‘ü bilmiyor. Bilinen ve tanıtılan Atatürk o değil. Onun üzerine bir çalışmamız var. Bu projeyi yürütebilmek için Kültür Bakanlığı’ndan destek bekliyoruz.
3. projeniz?
3. proje ‘Çocuğum Neyi Okumalı?’ adını verdiğim bir çalışma. Daha önce dergilerde yayımlanmış, kongrelerde sunulmuş metinleri belirli bir kurgu çerçevesinde bir araya toplarken seslenmek istediğim kesimin beklentilerini dikkate aldım. Akademik bakış açısını, fazla akademik olmayan bir dille bütünleştirmeye çalıştım.
Bu kitabı hazırlarken okur karşısına farklı iki kimlikle çıkmaya çalıştım: Biri, eğitim fakültesi sınıf öğretmenliği anabilim dalında altı yıl çocuk edebiyatı dersini okutan ‘eğitimci’ kimliğim, diğeri ilköğretim üçüncü sınıfta okuyan bir çocuğa ‘baba’ olma kimliğim. Notların büyük bir bölümünde söz konusu kimliklerimin izini sürdüm.
Söz konusu alanda benden önce söz alan, benim de bir şeyler söylememe olanak sağlayan ve aynı sorunsalı farklı açılardan sorgulayan adları anlamaya çaba gösterdim. Sanırım, yıl sonunda son biçimini alır.
Akademik bir kitap olmayacak sanırım…
Herkesin okuyabileceği, yaralanabileceği bir kitap olsun istiyorum. Bir anne, baba ya da öğretmen kitapçıya gitmeden belirli bir bilinçle donansın diye düşündüm.
Özellikle ‘portre’ üzerinde çalışıyorsunuz. Eserinizdeki kişileri seçerken kriterleriniz nelerdi?
Öncelikli kriterim kendi özel beğenilerim oldu. Hepsi benim sevdiğim isimler. İlkin sanatçı kavramına layık olmalarına dikkat ettim. Sözgelimi artık bugün Cemal Süreya’nın sanatçı kimliği hiçbir kesimce tartışılmıyor. Türkân Şoray’ın sinemacı kimliği hiçbir kesimce tartışılmıyor. Özellikle benim kitapta ön plana çıkmasını istediğim bir bölüm var: ‘Yedi Kötü Adam’ Bu çok önemli bir bölüm. Mesela Yadigâr Ejder hakkında nitelikli bir çalışma yok. Oysa ki her şeyiyle trajik bir hikayesi vardır. Önemli bir kahramandır.
Kitabın yankısını öncelikle İstanbul’da ve sinema bölümüyle buldum. Çeşitli medya organlarında kitap hakkında yazılar yazıldı. Televizyonlarda tanıtıldı. Yazılarda ve tanıtımlarda kitabın ‘sinema’ bölümü ön plana çıktı.
Hocam kitapta yazdığınız kişilerin dışında bu dünyanın içinde bulunan pek çok isim var. Bu isimleri de düşünerek bu kitabın bir serisini çıkarmayı düşünüyor musunuz?
Bu kitap öncelikle bir ansiklopedi değil. Birçok arkadaşım kitabı inceledi. Tabii bizi şaşırtan tepkiler de oldu. ‘Hocam örnek çok az’ diyenler oldu. Bunu bir mühendis söylese şaşırmazdım ama edebiyatçı söylediği için şaşırdım. Bu bir özgeçmiş kitabı da değil. Çok gizli, bilinmeyen, kişilerin kimliğini, kişiliğini ele verecek ayrıntılar üzerinde durdum. Bu gerçekten emek isteyen bir çalışma. Bunun serisini yapmayı tabii ki ben düşünürüm. Fakat benim düşünmem yetmez. Okur buna karar verecek. 2008 Ocak’ta bakarım bu kitap 4-5 baskı yapmış, okur gerçekten ilgi göstermiş, ikincisi neden olmasın? Şu anda böyle bir kitap oluşturtabilecek bir çalışma elimde var. Kitabın boyutları –haliyle ücreti- artmasın diye koymadığım bir Necip Fazıl-Nazım Hikmet karşılaştırması var. Yine sinemayla ilgili İkinci Sınıf insanlar diye bir çalışmam var. Bu insanlar zaman zaman başroldekileri bile sırtlayan fakat arka planda kalmış insanlardır. Aynı şekilde ‘Önünde Büyüdüğümüz Afişler’ adını verdiğim, Türk sinemasını afişler açısından yorumladığım yarım bir çalışmam olduğunu da eklemeliyim. Yine dergilerde yayınlanmış 4-5 portre var. Okurdan, böyle bir talep gelirse ikincisi olacaktır.
Hocam benim gerçekten merak ettiğim bir konu var. Kitabınızdaki İlhan Berk bölümünde yer verdiğiniz İlhan Berk’in yanlış imzaladığı kitaba nasıl ulaştınız?
Hangi evrene açıksanız o evrenin verilerine de kolaylıkla ulaşıyorsunuz. Geçen yaz bir ay sadece İlhan Berk’in kitaplarını ders çalışır gibi okudum. Okuma çalışmalarıma devam ederken bir mekânda arkadaşın biriyle tanıştık: Ertan Yılmaz. Kendisi ödüllü, Samsunlu bir şairdir. Benim İlhan Berk üzerine çalıştığımı duymuş. Benim de İlhan Berk ile ilgili böyle bir yaşanmışlığım var, isterseniz getirebilirim dedi. Yani tamamen tesadüf. Yoksa aranarak bulunacak bir şey değil.
Kent Kültürü dergisinin 1. sayısında Yıldıray Çınar hakkında yazdığınız yazınızda da yakınmışsınız ‘Samsun da Yıldıray Çınar ile ilgili bir ayrıntıya neden rastlanmaz? Adı bir parka ya da Ondokuz Mayıs Mahallesi’nde küçük de olsa bir sokağa verilmez?’ Bu bağlamda sizce Samsunlu sanatçılar mı şehrine sahip çıkmıyor yoksa şehir mi sanatçılarına gereken değeri vermiyor?
Cevabı çok uzun bir soru gerçekten. Öncelikle Yıldıray Çınar’dan biraz söz edeyim: Yıldıray Çınar ile ilgili ilk yazıyı 2004’te ‘Yolcu’ dergisinde yazdım. Daha sonra 1 Aralık 2006’da Kent Kültürü dergisinde bahsettiğiniz yazı yayımlandı. Bu yazıdan kısa bir süre sonra Büyükşehir Belediye Meclisi toplandı. İlkadım’da bir sokağa adı verildi. Daha sonra milletvekilleri, başkanlar vb. ziyaretine gitti.
Biz şimdi arkadaşlarla kendisi hakkında bir belgesel hazırlıyoruz. Geçende kendisiyle 1.5 saat görüşme fırsatım oldu. Kendisi şu an gerçekten çok hasta. İstanbul’da adı verilen iki cadde var. Ama Samsun’da ücra bir sokağa adı veriliyor. Bu konuda, açıkça söylemese de kendisi de çok mutlu değil… Mesela Dr. Kamil Caddesi’nin adı Yıldıray Çınar Caddesi olarak değiştirilebilir. Yani kendisinin 54 tane filmi, 150’ye yakın derlemesi, 50’yi aşkın bestesi, 160’a yakın plak ve kaseti var. [1]
Eserinizde bahsettiğiniz edebiyatçıların çoğu yalnızlık ve yoksulluğu tercih etmiş. Sizce bu kişileri yalnızlık ve yoksulluğa iten şey nedir?
İyi bir sanatçı, istisnalar dışında çok büyük paralar kazanan biri olamaz. Türkiye gibi kültür ve sanat bağlamında çok geri kalmış bir ülkede bir kitabın çok satılması, bir kasetin yüz binlerce satılması vb. çok da önemli değil. Sadece ülkemizde değil dünyada da bu durum aynı; sanatçılar yalnızlığı ve yoksulluğu tercih etmişlerdir. Çünkü çok kalabalık insan üretemez. Eğer hayatınızın 10 saatini veya 8 saatini sanata ayırmıyorsanız ortaya ciddi bir şey çıkmaz. Sanat, her şeyden önce bir ‘göze alma’ işidir.
Yalnızlığı tercih ederken de Sezai Karakoç gibi yanına gelenlere ‘Ben türbe miyim ki ziyarete geliyorsunuz!’ demek mi lazım?
Sanatçı dediğin farklı olmalı. Sezai Karakoç’un bir yazıhanesi var, bir dergiyi yönetiyor, gelenler, gidenler, taşradan merak edip de gelenler, yani Sezai Karakoç işi gücü bırakıp onlara çay ikram edecek, onları gezdirecek değil ya! O da bunalıyor ve diyor ki: ‘Kardeşim bırakın işimi yapayım.’ Böyle düşünmek lazım.
Kitabınızda da değinmişsiniz; kendi hakkında tez hazırlayana bile fotoğrafını vermemiş. Bu konuda ne diyeceksiniz?
O bir tavır. Saygı duymak gerekiyor. Yani bunlar özel insanlar. Düz mantıkla kendi bakış açımızla, kendi dünyamızla onları değerlendirmek yanlış olur.
Kitabınızda da karşılaştırmasını yapmışsınız. Siz olsaydınız Nobel edebiyat ödülünü Orhan Pamuk a mı yoksa Yaşar Kemal e mi verirdiniz? Neden?
Orhan Pamuk Avrupa’nın romanını yazıyor, Türkiye’nin romanını yazmıyor. Avrupa’dan bakınca Orhan Pamuk’a verirdim. Fakat bu ödül Türkiye ölçeğinde düzenlenseydi, ödülü Yaşar Kemal’e verirdim. Zaten o yazıdaki espri de buydu. Dikkat ederseniz, baskın olarak şu iyi, bu kötü demedim.
Hocam, ödül açıklandıktan sonra Orhan Pamuk için Ermeni meselesi hakkında konuştuğu için bu ödülü aldı dendi. Yaşar Kemal de bu tarz bir şey yapsaydı ödülü alabilir miydi?
Siyasi anlamdaki sözleri kastediyorsan, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk’tan yıllar önce daha fazlasını yaptı. Elbette Nobel Edebiyat ödülünü salt edebiyat olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bunun arkasında, siyaseti var, sosyolojisi var, psikolojisi var. Ancak olayı sadece bu konuşmaya bağlamak da Orhan Pamuk’a haksızlık olur. Etkisi yok mu? Var ama küçük bir etki bu. Ödülü alan onun yazınsallığıdır. Kötü bir yazara bu ödülü vererek dünyayı karşınıza alamazsınız. Bizim dışımızda şu anda 41 dilde, son 3 ayda kitapları en çok satılan ve basılan bir yazardır Orhan Pamuk.
Elif Şafak da Ermeni meselesiyle ilgili bir kitap yazdı ve de bu kitap 2006 yılında en çok satılan kitaplardan biriydi. Sizce Elif Şafak da Nobel’e aday olarak gösterilebilir mi?
Çok zor. Şöyle açıklayayım; Orhan Pamuk, Yaşar Kemal bir dağsa, Elif Şafak daha onların eteklerinde bile değil. Yazınsal yönünün değil, pazarlama stratejisinin ön planda bulunduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, bir yazarın 301. maddeyle gündeme gelmesi de ‘sanat’ açısından oldukça düşündürücü. Sanatçıyı, suç işlediğinde ya da öldüğünde hatırlayan bir toplum olmaya başladık.
Size göre en büyük şair kimdir?
Büyük şairler diyebilirim; ama en büyük şair diye tek isim veremem. Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk, Sezai Karakoç benim için çok önemlidir. Klasik şiirimizden Fuzuli ve Şeyh Galib’i kendime yakın bulurum. Bu isimlerin dışında, kitapta porte olarak almadığım, ancak adlarını sıkça andığım İsmet Özel’i, Hilmi Yavuz’u çok önemserim. Son dönem şairlerinden de Murathan Mungan, Lâle Müldür, Haydar Ergülen, Şükrü Erbaş, Salih Bolat, Akif Kurtuluş, Kemal Varol, Bejan Matur ilgimi çeken isimlerdir.
Kitabınızda Selim İleri’yi kısa biçimde anlatmışsınız. İlhan Berk ve Gülten Akın’ı uzun tutmuşsunuz. Bunun sebebi nedir?
Selim İleri’nin 7-8 tane anı kitabı vardır. Benim söylemek istediğim her şeyi zaten kendisi kitaplarında anlatmış. Fakat, aynı şey İlhan Berk ve Gülten Akın için geçerli değildir. İsteseydim en uzun anlatacağım Selim İleri olurdu. Fakat tekrar yapmak istemedim. Yeni şeyler söylemek zorundayım.
İlginçtir; Selim İleri Zaman gazetesi vasıtasıyla bizi aradı. Kitabı özellikle istedi, biz de gönderdik. Çünkü onu anlattığımız bölüm; az, öz fakat vurucuydu. Ancak, kitabın ikinci baskısında daha farklı bir Selim İleri portresiyle karşılaşabileceğinizi söyleyebilirim.
Hocam siz de kitabınızda bahsettiğiniz Vedat Günyol gibi ileride daha büyük yerlere gelebilecek isimler yetiştirmek ister misiniz?
Şu anda bulunduğum konum, böyle bir işlevi yerine getirmekten çok uzak. Her yıl 150-200 öğretmen adayıyla muhatap oluyorum. Sanat-edebiyat en zor konuşabildiğimiz şeyler. Bu 150-200 öğrenciden bazen 3 bazen 2 okur yazar çıkıyor. Bazı seneler hiç çıkmıyor. Öğrenciler, lise eğitiminden sanat-edebiyat adına oldukça donanımsız geliyor. Fakat, bu duruma şaşırmıyorum; çünkü Türkiye’de gerçek anlamda okur-yazar oranının % 3 civarında olduğu söyleniyor. İstatistikler de bunu doğruluyor.
15 yıl önce Kırşehir Anadolu Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptım. Orada yetiştirdiğim öğrenciler şimdikilerden sanırım daha iyilerdi. O öğrencilerimden şu anda çok çok iyi yerlerde olanlar var. Mühendis, mimar, hekim olup da çok iyi öykü veya şiir yazan öğrencilerim var. Zaten ‘genellikle’ çok zeki öğrenciler edebiyat bölümüne gitmez. Ortalama(!) ‘vatandaş’ edebiyat bölümüne gider. Ama sonuçta edebiyat da -edebiyat memurluğu anlamında söylemiyorum- bir zekâ işidir. Eğer insan zeki değilse güzel şeyler sunamaz. Belki ağır bir yargı ama, edebiyat bölümünden [‘hoca’ ya da ‘öğrenci’] sanatçı çıkacağı konusunda fazla umutlu değilim. Tanpınar’dan sonra aklıma Nazan Bekiroğlu’ndan başka bir akademisyen de gelmiyor zaten. Bunu araştırmak istiyorsan Behçet Necatigil’in ‘Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nü incelemeni öneririm. Edebiyat-Türkçe mezunu çok az isimle karşılaşacağını söyleyebilirim.
Biz Sıddık Akbayır’ı hem bilimsel kimliği ile hem de sanatçı kişiliği ile tanıyoruz. Sizce hangisi daha ağır basıyor?
Önceki sorularından birinde de sözünü ettim: Kendimi, bir ‘sanatçı’ olarak görmüyorum. Okur, uygun görürse belki bir ‘yazar’ sıfatını alabilmeye cesaret edebilirim. Yazarlıktan da ‘yazı’ yazmış olmayı kastediyorsan, ortalık yazardan geçilmez. Üniversite arşivleri, tuğla kalınlığında tezlerle dolu… Adına akademik çalışma denilen, pek de kimsenin görmediği, okumadığı hakemli dergilerde yayımlanan, ancak birilerinin görev sürelerini uzatmaktan, birilerine unvan kazandırmaktan başka bir işlevi olmayan sayısız yazı var. Şimdi, bu yazıları kaleme alan herkese ‘yazar’ demeyeceğiz sanırım.
Özde ‘yazar’ kimliğini tercih etse de görünürde bilimsel kimliği ağır basıyor; çünkü ekmeğini o alanda kazanıyor; kitabını adlandırırken de sözünü ettiği kara mizaha göre de yazdıklarından henüz ‘karnı doymuş değil…’
İskender Cüre, Sıddık Akbayır’la Söyleşi , Mülakat, Samsun İbrahim Tanrıverdi Sosyal Bilimler Lisesi Yayını, Samsun 2007.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder