27 Ocak 2011 Perşembe

Samsun'da Kaybolan Meslekler

İnsan ihtiyaçları her geçen gün çeşitleniyor ve artıyor. Bundan 10-15 yıl önce çoğumuzun farkında bile olmadığı birçok şey artık önemli bir ihtiyaç. Cep telefonu ile taşınabilir diskler bunlardan sadece birkaçı. Teknoloji ilerledikçe, ileri teknoloji ürünleri de hayatımıza girdikçe yeni yeni şeyler öğrenmek durumunda kalıyoruz. Bu nedenle içinde bulunduğumuz çağa da bilgi çağı adı veriliyor.

Gelişen teknoloji ile birlikte bir zamanlar insanların para kazanıp geçimlerini sağladığı bazı meslekler de bir bir yok olmaya yüz tuttu. Öyle ki, genç kuşaklar bundan 25-30 yıl önce revaçta olan bazı mesleklerin adlarını bile bilmiyor. Bir zamanlar Samsunun Ayvacık, Terme, Çarşamba, Tekkeköy, Kavak, Lâdik, Asarcık, Havza, Alaçam, Yakakent, Bafra ve Vezirköprü ilçeleri ile köylerinde ağırlıklı olarak yapılan semercilik, keçecilik, tahta kaşıkçılık, nalbantlık, çıracılık, değirmencilik, demircilik, basmacılık, urgancılık, çömlekçilik, bıçakçılık, süpürgecilik, hallaççılık, bastonculuk, kalaycılık, sedefçilik, lehimcilik, bakırcılık, sepetçilik, yoğurtçuluk, bileyicilik, meycilik ve taş ustalığı gibi meslekler yok olmaya yüz tutan meslekler arasında yer alıyor.

Kavak İlçesi'ndeki birçok tuğla ve kiremit fabrikası ne yazık ki kapandı. Topraktan yapılarak yoğun emek gerektiren kiremidin yerini, plastikten yapılan, uzun ömürlü ve ucuz, montajı daha kısa bir zamanda yapılıp ucuz işçiliği olan plastik kiremitler aldı. Ahşap doğramadan alüminyum doğramaya sonra da seri ‘pen' imalatına geçildi. İnşaatlarda beton ve duvar işçiliğinin yanında sıva işçiliği de yerini giderek hazır ürünlere bıraktı. Hazır beton kalıplar ile duvar kaplama malzemeleri yoğun olarak kullanılmaya başlandı. Bilgisayarın günlük yaşamda yaygın kullanımı ile birlikte, fotoğrafçılık mesleği de yok olmaya yüz tuttu. Dijital teknoloji, klasik fonografçılık mesleğini neredeyse bitme noktasına getirdi.

Modası geçen, devrini tamamlayan meslekler piyasadan sessiz sedasız çekilirken, bazı meslek ve el sanatları da kaybolmamak için adeta direniyor. En şanslı olanlar da, kültürel ve turistik değer taşıyan meslek sahipleri. Tarihi konakların cafe ve restoran olarak işletildiği günümüzde sedefçilik, ahşap oymacılığı ve bakırcılık gibi el sanatları da artık turistik amaçlı üretiliyor.

Plastik gereçlerin kullanılmaya başlamasıyla birlikte;  topraktan yapılmış çanak, çömlek, testi, sürahi, bardak, kâse, küp ve saksı üretimi düştükçe düştü. Yoğun emek gerektiren faaliyet kollarında yapılan üretim ve buna bağlı olarak istihdam miktarı da her geçen yıl geriliyor. Artık birçok meslek ya tarihe karıştı ya da can çekişiyor. Samsun'da doğalgazın hayatımıza girmesiyle birlikte sobacılık, alüminyum ve kromdan yapılan mutfak eşyalarının mutfaklara girmesiyle de bakırcılık ve kalaycılık yok oldu. Ahşap kapı ve pencere imalatı da neredeyse tarihe karıştı. Bu arada ısı kaybını en aza indiren ve 50 yıl garanti verilen ‘pen' türü kapı ve pencereler de ahşap imalatını öldürdü.

Hazır beton imalatının inşaatlarda yaygın olarak kullanılması ile birlikte inşaat beton işçiliği de öldü. İnşaatlarda kullanılan hazır kalıplar inşaatçılığın birçok alt dalını da öldürdü. İş bunlarla da kalmadı. Gelişen teknoloji, bazı sanat dallarını da öldürdü. Artık birçok kişinin ileri teknoloji ürünü olan görüntülü ürün kullanması sonucu yağlı boya tablo satışlarının da düştüğü görülüyor. Eskiden Ondokuz Mayıs İlçemizin köylerinde hasır işçiliği ile yapılan el çantalarının yerini günümüzde naylon poşetlerle plastik kutular aldı…

27.01.2011
/Şerafettin ÖZIŞIK

13 Ocak 2011 Perşembe

Yavuz Selim Yardımlaşma Derneği (3)

Dernek faaliyetlerini geliştirmek istiyorduk. Sünnet şöleni yapabilir miyiz diye tartıştık. Her çocuk için zengin olsun, fakir olsun düğün yapılıyordu mahallede. Zengin düğünleri daha güzel ve kalabalık oluyordu. Yoksulların düğünleri ise daha sönük oluyordu. Ortak bir düğün hem daha güzel olur hem de yoksulun haset kıskançlık duygularını dindirirdi. Evet olabilirdi... Yapabilirdik...

İl Sağlık Müdürünü ziyaret ettik. Mahallemizde yaşayan 30-40 cocuğun sünnetini yapmayı düşündüğümüzü söyleyince bize tıbbi malzeme ve sünnetçiyi temin edeceğini ayrıca yapacağımız etkinliğe bizzat katılacağını ve çalışmamızdan dolayı çok sevindiğini belirtti. Sünnet olacak cocukların listesini yaparken Mali durumu iyi olan arkadaşlarımızın da çocuklarını şölende sünnet etmelerini, zengini fakiri ile büyük bir düğün yapmayı önerdik. Dostluklar daha pekişsin istedik. İsteyen zengin aileler birkaç çocuğun giyim masraflarını da karşılayabilir deyince bütün çocukların giyimi tamamlanmış oldu.

Mahallenin orta caddesi şölen yeri olarak hazırlandı. Bir müzisyen grupla az bir bedelle anlaştık. Ses tesisatları ve müzisyenler yerlerine yerleştirildi. Mahallenin tüm müzisyenlerinden şölene katılmalarını ve program yapmalarını istedik. Hepsi severek kabul etti. Sokak şeritler, süsler ve bayraklar ile rengarenk oldu. Boydan boya karyolalar dizildi. Yataklar düzeltildi. Dağıttığımız süslerle karyolalar da süslendi. Her karyolaya bir zengin iki yoksul çocuğun yerleşmesini sağladık. Her şey hazırdı.

Tam 36 çocuğumuz sünnet olacaktı. Sabah biz hazırlıkları sürdürürken üç grup müzik yapmaya başladı. Fasıllar... Şarkılar... Gümbür gümbür müzik... Tüm mahalle ve Teneke Mahallesi, tüm Romanlar, coluk çocuk oradaydı. Çok büyük bir kalabalıktı. Herkesin sünet olacak cocuklardan muhakkak bir akrabası bulunuyordu. Herkes en güzel elbiseleriyle şölen alanındaydı. Herkes gülüyor, eğleniyor, oynuyordu. Çok oynamak isteyen olduğundan üç oyun alanı yaptık. Herkes katılsın, oynasın istiyorduk.

Sünnet çocuklarını Yedi Kamyonetle sünnnet turuna çıkardık. Mahallede bulunan tüm araçlar konvoya katıldı. Mahalleden çıkan konvoy Çiflik Caddesi'nden geçerken Roman havalarıyla gaza geldi, herkes indi. Samsun'un en kalabalık caddesinin ortasında, caddeyi kapatarak tüm Samsunlularla birlikte Roman oynamaya başladık. Muhteşem bir görüntüydü. Polisler geldi. Neşeye katıldılar ve bize katılarak turu tamamladılar. Mahalleye döndüğümüzde kalabalık alana sığmıyordu. Tüm Romanlar buradaydı. Herkez şölene sahip çıkmış neşeyi paylaşıyordu...

Öğleden sonra Sağlık il müdürümüz yanında ekibiyle mahalleye geldi, oyun alanına çekildi. Oynadı, ama kısa kesti. Sünnet başlayacaktı. Cocuklar için boş bir evi düzenlemiştik. Masalar sandalyeler temiz beyaz çarşaflarla hazırlanmıştı. İlk sünneti Aliş oldu, kirveliğini Koçali yaptı. Sünnet olanlar kucakta karyolaya getirilirken aileleri oyun alanına oyuna alınıyordu. Akşam saatlerine kadar sünnet devam etti. Müdür bey erken dönmüştü, ama ekibini bırakmadık. Güzel bir masa güzel bir sofra onlar için hazırlanmıştı.Tertip komitesi olarak oyun alanına girdik, güzel şeyler yapmanın hazzıyla oynadık, güldük, eğlendik. Sazlar gece yarısına kadar sürdü. Kimsenin şölen alanını terketmeye niyeti yoktu. Çocuklar uyumalı diyerek şöleni tamamladık.

Şölen TGRT televizyonundan görüntülü olarak yayınlandı. Ertesi gün çok olumlu tepkiler aldık. Taa... Almanya'dan yaptığımız şöleni televizyondan izleyenler tebrik ediyorlardı. Artık pek çok aile ertesi yıl yapılacak şöleni bekliyordu... Sünnet şölenini ertesi yıl yine düzenledik. Canik Belediye Başkanı şölenimize çocuklara birer kol saati ve oyuncaklar alarak destek verdi. Aynı coşku ve neşeyi tekrar yaşadık....

O yıldan sonra sünnet şölenlerini belediyeler düzenlemeye başladılar. Tüm beldeyi kapsayan ve mahalleden uzakta yapılan şölenler çok daha fazla paralar harcanmasına rahmen o ilgiyi toplayamadı.

/Metin ÖZBASKICI

11 Ocak 2011 Salı

Omü Ve Ajan


Gazeteci ve TV programcısı Banu Avar açıkladı... Karabük'te... Açıklamasının ardından iki öğretmenin şehri terk ettiği de yazıldı çizildi.
***

Peki, ne dedi Avar... "ABD 54 ajanını Türkiye'ye gönderdi. Bunlar İngilizce öğretmeni kimliğinde 37 üniversiteye yerleştirildi." Merak ettim... Medyada yer alan bilgiler şaşırtıcıydı. Çünkü ajan öğretmen gönderilen şehirlerarasında Samsun da vardı. Samsun'un çevre illerindeki üniversitelere de ajan kadrosu atanmıştı. Amasya'ya 2... Giresun'a 2... Artvin'e 1...  Sinop'a 2... Samsun'un emsali Gaziantep'e bile 4 ajan atanmıştı. Ama Samsun'a gönderilen ajan sayısı 1'de kalmıştı!
***

Üniversitelere YÖK eliyle ajan yerleştirilmesi başlı başına bir olay... Ama ondan daha vahimi Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi'ne 1 ajan gönderilmiş olması... 20 bini aşkın öğrencisi... 4 bine yakın öğretim üyesi ve görevlisiyle... Koskoca OMÜ... Ve atanan bir ajan! OMÜ'nün içinden çıkan üniversitelere 2 ajan atanıyorsa... Samsun'a da Gaziantep gibi 4 ajan atanmalıydı... Bir atandığına göre... İçeride 3 tane ajan var demektir! Başka bir izahı var mı bunun?
***

İster "çok düz mantık" deyin... İsterseniz denklemi yanlış kurduğumu söyleyin... Görünen o! ABD bir atama yapıyorsa... Emsal üniversitelere yapılan atama 4 ise... 3 kadro dolu demektir!
***

ABD'nin Türkiye ve üniversitelere ajan göndermelerini çok yadırgamam! ABD'nin işidir bu... Hoş, "Her işimizi de adamlara sorup yapmamıza rağmen"... Devletin gizli tüm odalarına girmiş olmalarına rağmen... Hala neyi merak ederler... Ne için ajan gönderirler... Onu da anlamış değilim!
***

Ama benim asıl merak ettiğim...  Rakamlar ve denklerin ortaya koyduğu... Kaç yıldır görev yaptıkları bilinmeyen...  En az 3 ajanın kimliği? Adı soyadı değil elbette... Yerli mi, ABD'li mi olduğu! Haa... Yerli ise şaşırır mıyım? Yooo... "Bu ülkenin kahramanları kadar... Hainlerinin de meşhur olduğunu" herkes biliyor...

/ Erdem EROL 
11.01.2011

6 Ocak 2011 Perşembe

Samsun'un Değil Samsunlunun Ayıbıdır!


Eğer bu kentin caddeleri, sokakları ve meydanları pisse ve bu pislik çağdaş bir kente yakışmıyorsa; bu Samsun'un değil Samsunlunun ayıbıdır. Bizim ayıbımızdır. Kent durup dururken kendi başına kirlenmez, onu çöpleriyle, balgamlarıyla kısacası her türlü atıklarıyla o kentin insanları kirletir, yani biz kirletiriz.

Bu şehir bizim henüz sokak, cadde ve meydanlara çıkmadığımız saatlerde temizdir. Kirlilik bizimle başlar. Sigaramızın izmaritini sokağa biz atarız, arabamızın kül tablasını caddeye biz boca ederiz. İçtiğimiz suyun şişesini biraz ilerdeki çöp kutusuna atacak kadar taşıyamayız elimizde, atıveririz yolun kenarına. Yediğimiz çikolatanın ambalajını, dondurmanın külahını, sigaramızın paketini attığımız gibi. Bununla da yetinmeyiz, balgamımızı da boşaltırız caddelere, kaldırımlara, parklara büyük bir rahatlıkla, en ufak bir sorumluluk duymadan. Kim basar üstüne kim hangi mikrobu hangi eve taşır diye düşünmeden. Ve bir başkasının balgamına basa basa.

Yaşlımızla gencimizin, okumuşla okumamışımızın, köylüyle kentlimizin, zenginle fakirimizin farkı yoktur birbirinden. Sadece atıkları farklıdır o kadar. Zengin fakirden daha çok kirletir. Fakirin çöpü mü vardır ki atsın sokaklara, otomobili mi vardır ki kül tablasını boşaltsın insanların ne düşündüğüne aldırmadan. Kaldırımların balgam adacıklarını ya da kentimin insanının o çirkinliğe verdiği katkıları gördükçe aklıma hep Fatih Sultan Mehmet'in meşhur vakfiyesi gelir: "Ben ki İstanbul fatihi aciz kul ‘Sultan Mehmet Han'ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum paramla satun alduğum İstanbul'un taşluk mevkiinde bulunan ve sınırları belli yüz otuz altı bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan gelecek gelirlerden İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerine bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler ki, yirmişer akçe alalar…

"Ayrıyeten, on cerrah, on tabip ve üç de yara sarıcı tayin eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar, istisnasız her kapuyu vuralar ve şifası mümkin ise tedavi edeler; değilse kendulerunden hiçbir karşıluk beklemeksizin darülacezeye kaldırarak orada iyileştirsinler."
            
Her sokağa iki kişi verip kendini bilmezlerin balgamlarını kireç tozu ve kömür külü ile kapattıran ferasete hayran olmamak ve o muhteşem medeniyetin ona layık olamayan evlatları olarak da bugünkü halimizden utanç duymamak mümkün mü?

Bazı vitrinlerde "Veremle Savaş Kampanyası"nın afişlerini görüyorum. Dünyada artık hiç anılmayan ve bizde de yıllar önce ülkeden kovulan verem mikrobunun geri dönmesinde ve sağlığımızı tehdit etmesinde acaba kenti özel çöplüğümüz gibi görme ve sorumsuzca kirletme alışkanlığımızın payı yok mudur? Eğer, bu çağda bu kent veya bir başka kentte hala vereme karşı tedbirler gündeme geliyorsa, bunda bizim payımız en az verem mikrobunun payına denktir sanırım. Mikrobun suçu üremekse bizim suçumuz da üretmektir!
            
Ve son söz: Eğer bu kent pisse, kirliyse, bu Samsun'un değil Samsunlunun ayıbıdır.
/Osman KARA
06.01.2011

5 Ocak 2011 Çarşamba

Yaşadığımız Şehir

Samsun her zaman söylüyorum; talihsiz bir şehir. Nereye gitsem kiminle konuşsam konu Samsun'a geldiğinde yine bu talihsiz tabloyu konuşmak zorunda kalıyoruz. Benim tanık olduğum dost sohbetlerinde Samsun işsizliğin dolayısıyla yoksulluğun kenti haline gelmiş, onu görüyorum. Belki günümüzde nereye giderseniz gidin benzer sorunlarla karşılaşırsınız. Bu, adeta küresel ekonominin tüm dünyaya serpiştirdiği bereketsizlik tohumlarının yeşermesinin sonucudur.

O yüzden bizim gibi ülkelerde işsizler artıyor, ücretler düşüyor ve daha zor şartlarda çalışmak zorunda kalıyoruz. Emeğin ve emekçinin tasfiye süreci tıkır tıkır işletiliyor.
Bırakın Türkiye'yi dünyanın neresine giderseniz gidin küresel ekonominin kölesi olan bütün ülkelerde tablo benzer verileri içerir. Doğduğum, büyüdüğüm güzel şehrim Samsun'da  tablo daha da vahim. Durumun vahametini artıran en önemli unsur ise Samsun'da yaşayanlarda çok yaygın olarak görülen umutsuzluk duygusudur.

Samsun yıllarca kendisini temsil eden siyasetçilerden kaynaklanan ve talihsiz şehir nitelendirmesinden artık umutsuzluk şehri noktasına gelmiştir. Bireylerin gelecekleriyle ilgili beklentilerinin azaldığı ya da bittiği noktada yani umutsuzlukta nasıl davranabilecekleriyle ilgili sanırım herkesin bir fikri vardır. Bu bağlamda son yılların Samsun analizlerine baktığımızda ticari ve adi suçlardaki artışın, intihar ve şiddetteki yaygınlaşmanın neden pik yaptığını anlamakta hiç zorlanmıyoruz.
            
Yukarıda saydığım toplumsal olgular sadece bir sınıfa mahsus sayılmamalıdır. Toplumun namusuyla çalışan genç yaşlı, kadın erkek, sanayici, iş adamı, esnaf, memur, işçi, öğrenci ve tabii ki işsiz sınıfının da bu olumsuz tablonun içine dâhil olduğunu görüyoruz. Zaman zaman işittiğim Samsun dışından gelenlerin sahil şeridindeki gezinmelerinin ardından "şehrin ne kadar geliştiğini güzelleştiğini söylemelerinin" mevcut tabloya olumlu bir katkı sunabileceğini hiç sanmıyorum.
            
Galiba buna söylenebilecek en güzel söz; "dışı sizi yakar içi de bizi." Bir şehir önce kendi içinde yaşayanları mutlu etmelidir.  Bir şehri mutlu etmenin yolu o şehri kendinden daha çok sevmekten geçer.

05.01.2011
/Dr Murat ERKAN