27 Nisan 2010 Salı

Samsun

Farklı konuları yazarken en sıkıntılı olan başlıktır. Farklı farklı konular yazıp tümünü bir başlık altında toplamak zordur yani. Bu gün Samsun'da konuşulan ama basının yer vermediği ya da az yer verdiği birkaç konuyu yazayım istedim. Olanlar, konuşulanlar Samsun'da olunca başlık ‘Samsun' oldu. Samsun'da yaşananlara, konuşulanlara 8 Haziran tedirginliğinden başlayayım.
           
 Samsun'daki siyasiler, Samsun halkı, Samsun basını 8 Haziran'da ikincisi yapılacak "Bulanık davası"nı şimdiden konuşmaya başladı. "Samsun'dan alınsın" diyenler var. "Samsun'da yapılmalı, bunun için şimdiden gerekli önlemler alınsın" diyenler var. "Dava için kimse Samsun'a gelmesin" diyenler de…
Kavga olur, şehrin düzeni bozulur, terörist saldırı dahi olabilir gerekçesiyle tedirgin olanlar da çok.

Öncelikle belirtmeliyim ki; Dava Samsun'da görülmeye devam etmeli. İsteyen herkes de bu davayı izleyebilmeli. Ahmet Türk'e atılan yumruk imajını Samsun silmeli. 8 Haziran ve bu davanın sürecinde yaşanacak her duruşma günü Samsun için bir fırsat. Duruşmalar olacak ve Samsun duruşmaya katılanları ağırlayacak. Samsun konukseverliğini gösterecek. Elbette ki devlet gerekli önlemleri alacak. Şehrin huzurunu sağlayacak. Güvenliği sağlamak devletin işi. Samsunluya düşen ise bu davayı bahane edip sıkıntı çıkartmak isteyenlere pirim vermemek.
            
8 Haziranı bir gerilim günü olarak görmemek. Davayı davalılarına, davacılarına ve mahkemesine bırakıp günlük işlerine devam etmek. Çünkü dava Türkiye Cumhuriyeti'nin mahkemesinde yapılıyor. Çünkü Samsun bu dava için uygun görülmüş ve seçilmiş bir şehir. Kura ile belirlenmiş bir yer değil. Ve bu seçilmişliğin olgunluğu Samsun'da hala var. Çünkü Samsun herkesi kucaklayan, kimseyi ötekileştirmeyen kültüre sahip. Samsun'un demografik yapısına bakanlar bu kültürü somut olarak görebilir. Samsunlu bu kültüre sahip çıksın yeter.
           
8 Haziran'da isteyen mahkeme için gelenleri ağırlasın, istemeyen duymasın, görmesin, ilgilenmesin. Tekrar tekrar vurgulamakta yarar var. Samsun'un imajını bozmaya kimsenin hakkı yok. Samsun barış kenti olmalı. Huzur kenti olarak gösterilmeli. Samsun; Doğulu, Batılı, yerli, yabancı ayrımı yapmayan kent hoşgörüsünü sürdürmeli.  Unutmayalım ki; bu şehir bu devletin kurucu şehridir. Bu ülke halklarını birleştirip devlet kuran şehirdir. Bu şehirde yaşayanlar, bunun sorumluluğunu taşımalıdır. Kimse ama hiç kimse bir başkasının hassasiyetini kaşıyacak eylem yapma veya söz söyleme hakkına sahip değildir.
            
Siyasi partiler de demokratik kitle örgütleri de duygusallığın ve taraftar olmanın önüne akılcılığı geçirmeli, böyle hareket etmelidirler. Unutmayalım ki; yaşayabileceğimiz başka bir Samsun ya da başka bir Türkiye yoktur.

Samsun'un gündeminde iki özelleştirme var. Birincisi öğretmenevi yemekhanesi. Kimin fikri, nerden çıktı? Hangi hakla? Öğretmene ait bir yeri başkasının yapmak. Öğretmene hizmeti ticari kaygılarla başkalarına ihale etmek. İhale koşulları nasıl olacak, o da merak konusu. İçki yasaklanacak diyenler var. Düğün yapmak isteyen öğretmenler bu salonları nasıl tutacak soranlar da. Ha bunun devamı da gelecek deniyor. Şimdi yemekhane, sonra lokal-okuma salonu, daha sonra otel kısmı. Bir bakacağız ki öğretmenevi, öğretmen oteli olmuş. Sakıp Sabancı'nın kemikleri sızlatılacak anlaşılan. Ne mutlu böyle düşünen –tüccar-yöneticilerimize.

İkincisi bir özelleştirme değil, bir kapatma niyeti. Samsun Büyükşehir'e ait "Yalova Gemisi Restoranı" kapatılıp satılacak. Çalışanlara duyurulmuş. Böylece Muzaffer Önder döneminden kalan bir güzel hizmet daha sonlandırılacak. Aynı zamanda içki servisi yapılan son belediye tesisi de içkiden kurtarılmış olacak. Ne diyelim. Yusuf Ziya Yılmaz da o çizgiye geldi demek ki. "Parti tabanına selam, yola devam." Zor görünmese "Nice yıllara sayın Başkan" diyeceğim ama diyemiyorum çünkü başkanın işi gerçekten çok zor.

Bir de Milli Eğitim'e yazıp bitireyim. Geçenlerde İlkadım Kaymakamlığı bölgesindeki ilköğretim okulları bilim sergisi açtılar. Güzel bir çalışma. Cumhuriyet Meydanı renkli görüntülerle doldu taştı. Ama birçok okul, standına Atatürk'ün resmini koyma gereği duymadı. Vatandaş neden diye sordu. Bilim sergisinde bilimsel çağdaş eğitimi başlatan devlet kurucusunun fotoğrafı olmalıydı. Hiçbir okul yöneticisinin bunu unutmaya ya da ihmal etmeye hakkı yok.

Yine TÜBİTAK ödül töreninde yaşanan ve basına yansı(tıl)mayan bir protesto ile bitireyim. Liseli öğrencilere ödülleri verilirken, bir dalda ödül alan bir genç; törene katılan siyasilerin ve siyasi olmayanların bir eğitim grubuna yönelik methiyelerine dayanamayıp, "Burada bilimi siyasete alet etmeyin" diye bağırmış. Ve belli bir süre "Salonda tık yok" durumu yaşanmış. Olayı salonda bulunmuş birinden duyunca ben de "Aferin o gence" dedim. Sizce de öyle değil mi?

27.04.2010
/Naci ALTUNCU

12 Nisan 2010 Pazartesi

"Dil Yaramız" ya da "Dilini Eşek Arısı Sokanlar"


İnternet ortamında Alaçam ilçemizle ilgili kaynakları araştırırken karşılaştığım birçok grup sayfalarında gördüğüm Türkçe cinayeti doğrusu beni üzdü. Elbette hiçbir Alaçamlı hemşerimizden edebi metinler yazmasını beklemiyorum ama yazılan iki cümlecik için bari dikkatli olsalar yarınlara olan güvenimiz, umudumuz tazelenecektir.

Her kim olursa olsun, bir yerlere yazı yazan arkadaşlar ulusal dilimiz Türkçeye gereken özeni göstermeliler. Özellikle “Cep” dediğimiz “mobil” yani “taşınabilir” telefonların yaygınlaşmasından sonra zuhur eden “kısa mesaj” çılgınlığıyla dilimiz eşekten düşmüşe döndü. Gönderilen mesajları ucuza getirmek maksadıyla adeta bir “şifre  diline dönüşen yazışmalar bizi ele güne karşı rezil etmektedir.

Eskiden mahalle mekteplerinde, camilerde çocuklara sadece okuma öğretilir, yazı yazmaya kalkanlar cezalandırılırmış. “Söz uçar yazı kalır” kabilinden yazı yazacakların ilim ve terbiye görmüş kimseler olmasına bakılırmış. Günümüzde okur-yazarlık, adını soyadını yazıp okuyabilirlik olarak kalmıştır. Oysa bıraksan, saatlerce susmadan konuşabilecek birisine al şu kâğıdı kalemi iki satırlık bir anını yaz deseniz tek bir cümle bile kurmaktan acizdir.

Tıpkı bunun gibi internette gerek MSN ve gerekse gruplarda yazılan yazıların çoğu okunamayacak türden yazılar. Dün Osmanlıca yoluyla bugün çağdaş iletişimin etkisiyle dilimize giren ve Türkçesi varken yabancı kökenli kelimelerin kullanımı bir yana; Klavyesinde Türkçe karakter olmadığı için “ç, ğ, İ, ö, ş, ü” gibi Türkçe harfleri kullanamayanları anlarım da “slm”, “kib” “nbr”,”:-)” gibi yazılarla insanlara iyi dileklerde bulunanları, eksik kelimelerle hal hatır soranları anlayamam. Zamandan ve paradan kazanacağım diye dilini yerlerde süründürenlere kusura bakmasınlar ama “anlayış” gösteremeyeceğim, bu kendi çocuğum bile olsa. İş dünyasının bir kuralı vardır; bir işi yapıp bitirmek o işin yarısıdır. O işin diğer yarısı da onu rapor etmektir. Ne yaptığını, nasıl yaptığını yazıp belgeleyemiyorsan o iş bitmemiştir, hatta hiç yapılmamış gibidir.

Okuma yazma özürlü bir toplum olduğumuz gerçeğini kabul ediyorum. Öğretmenlerimiz doğru okuyup yazmamız konusunda bize ısrar ettiklerinde ve bu konuda velilerimizden de destek istediklerinde “Aman be öğretmen boş ver, okuyup da Kaymakam mı olacaklar?” diye eğitim öğretimi önemsemeyen pek çok velimizle muhatap olurlardı. Buna karşılık “çocuğum okusun, büyük adam olsun” diye çırpınan velilerimiz de vardı. Eskiden büyüklerimizin sorduğu bir hesabı yapamazsak büyüklerimiz bizi hemen azarlar ve ardından da “hay seni okutan hocaya ne diyeyim” diye öğretmenlerimizi de çekiştirirlerdi. “Ödül”lendirme gibi “ceza”nın da bir eğitim aracı olduğu yani “Dayağın cennetten çıkma” olduğu dönemlerde “çalışmak”tan başka çıkar yol bulamayan öğrenci yardımcı ders kitapsız, dershanesiz de üniversiteyi kazanabiliyordu. Şimdi, öğretmenin öğrenciden korktuğu bir dönemdeyiz ve üniversite mezunlarımızın bile birçoğu “CV” denen “kısa özgeçmiş”lerini yazabilmekten aciz durumda.

Netice olarak, birebir mesajlaşmalarda gözlerden uzak olarak kullanılan “ucube” dili tutup da internet ortamında herkesin karşısında kontrolsüzce kullanma lüksümüz olmamalı. Bir birimizi uyarmalı, varlık nedenimiz olan dilimizin aykırı kullanımlarla bozulmasına izin vermemeliyiz. Unutmayalım ki tarihten silinen milletler önce dillerini ardından da milliyetlerini ve son olarak da hürriyetlerini kaybetmişlerdir.

Hürriyet, insanoğlunun en doğal hakkıdır. Lütfen, haklarımıza sahip çıkalım.

/Çetin KOŞAR

12 Nisan 2010

7 Nisan 2010 Çarşamba

Samsunlu Borcu Sevmiyor

Merkez Bankası'nın verilerine göre, geçtiğimiz yıl Türkiye'de kamu ve özel bankalardan kullanılan toplam kredi miktarı 428 milyar 315 milyon 448 bin TL olarak gerçekleşmiş durumda. Bu kredilerin 92 milyar 925 milyon 847 bin TL'si kamu bankalarından, 335 milyar 389 milyon 601 bin TL'si de özel bankalardan kullanılan krediler oluşturmuş.

Kredilerin illere göre dağılımına bakıldığında ilk 5 sırayı; İstanbul, Ankara, Antalya, İzmir ve Kocaeli gibi gelişmiş iller oluştururken, son 5 sırayı da Siirt, Şırnak, Ağrı, Hakkâri ve Muş gibi geri kalmış iller oluşturuyor. Samsun, 2009 yılında ilde kullanılan kişi başına düşen kredi miktarı açısından bölgesinde 7'nci, Türkiye genelinde de 34'üncü sırada bulunuyor.

2009 yılında Türkiye genelinde kullanılan kredilerin kişi başına düşen miktarı 5 bin 903 TL. İstanbul, Ankara ve Antalya illerinde kişi başına düşen kredi borcu Türkiye ortalamasının üzerinde bulunurken, kredi borcu miktarı illerin gelişmiş veya geri kalmışlığına paralel olarak da artıp azalmaktadır. Samsun'da 2009 yılında kişi başına düşen kredi borcu miktarı 2 bin 512 TL. Kişi başına düşen kredi borcu miktarı açısından illeri 6 gruba ayırmak mümkün. Kişi başına düşen kredi borcu miktarı 10 bin TL'nin üzerinde olduğu iki ilimiz var. Bu illerimiz 16 bin 60 TL ile İstanbul ile 12 bin 767 TL ile de Ankara. İkinci grupta yer alan iller de kişi başına düşen kredi borcu miktarı 5 ila 10 bin TL arası olan iller. Bu illerimizde Antalya, İzmir ve Kocaeli.

Kişi başına düşen kredi borcu miktarı 3 ila 5 bin TL arasında olan il sayımızda 14. Bu illerimiz, Muğla, Bursa, Denizli, Eskişehir, Adana, Gaziantep, Edirne, Tekirdağ, Aydın, Kayseri, Yalova, Çanakkale, Kırklareli ve Trabzon. Kişi başına düşen kredi borcu miktarı 2 ila 3 bin TL arasında olan il sayımızda 25. Bu grupta yer alan iller; Zonguldak, Sakarya, Mersin, Balıkesir, Burdur, Manisa, Rize, Karabük, Bolu, Hatay, Uşak, Bilecik, Konya, Çorum, Samsun, Isparta, Düzce, Artvin, Nevşehir, Amasya, Kastamonu, Afyon, Çankırı, Bartın ve Kırıkkale.

5'nci grupta yer alarak kişi başına düşen kredi borcu miktarı bin ila 2 bin TL arasında olan il sayımızda 26. Bu iller Tokat, Ordu, Sinop, Giresun, Kırşehir, Sivas, Kütahya, Erzincan, Kahramanmaraş, Niğde, Aksaray, Karaman, Elazığ, Malatya, Yozgat, Erzurum, Tunceli, Osmaniye, Gümüşhane, Bayburt, Ardahan, Kars, Diyarbakır, Adıyaman, Iğdır ve Kilis. Altıncı grupta yer alan illerimizin kişi başına düşen kredi borcu miktarı da bin TL'nin altında. Bu iller de; Bingöl, Şanlıurfa, Batman, Mardin, Van, Bitlis,  Siirt, Şırnak, Ağrı, Hakkâri ve Muş.

            Bölge İlleri Kişi başına düşen kredi borcu (TL)
            Trabzon 3.001
            Zonguldak 2.930
            Rize 2.808
            Karabük 2.783
            Bolu 2.757
            Çorum 2.539
            Samsun 2.512
            Düzce 2.506
            Artvin 2.455
            Amasya 2.422
            Kastamonu 2.397
            Bartın 2.213
            Tokat 1.997
            Ordu 1.987
            Sinop 1.984
            Giresun 1.963
            Gümüşhane 1.475
            Bayburt 1.384

07.04.2010
/Şerafettin ÖZIŞIK

2 Nisan 2010 Cuma

Gerçeğiyle Yüzleşen Kent -III


Bir zamanlar bu kentte Gazetemiz köşe yazarı ve Mimarlar Odası Samsun Şubesi eski başkanı Sacit Acar’ın deyimiyle “tütün kokulu kadınlar” yaşardı. Üstleri başları tütün kokardı ama elleri berekete uzanır, emeklerinden bereket fışkırırdı. Önce tütün kayboldu bu topraklarda, sonra “tütün kokulu kadınlar” ve onların esnafa taşıdığı bereket. Ve ne yazık ki, bu kentte yaşayan bizler o “tütün kokulu kadınların” yokluğunun farkına çok geç vardık.

Kadınlarımız ve genç kızlarımız üretimden çekildiğinden beri de bu kent geriliyor. Kadınlarımızla birlikte sokaklarımızın da tütün koktuğu yetmişli yıllarda ülkenin yedinci kenti olmak için Eskişehir’le çekişen Samsun kurtuluşunun ve yarışa kaldığı yerden yeniden katılmasının yolunun eğitim, kültür, sanat ve sağlıktan geçtiğini yeni anlıyor.

Samsun yıllar önce birkaç idealist doktorun ve başhekimin kamu hastanelerinde başlattığı yarışın meyvelerini bugün Karadeniz Bölgesi’nin sağlık kenti olarak topluyor. Artık Türkiye’nin marka özel sağlık kuruluşları ya doğrudan sağlık yatırımı yapıyorlar Samsun’da ya da Samsunlu doktorların kurduğu özel hastanelere ortak oluyorlar. Bu konuda sevindirici olan genel sağlık hizmeti veren hastanelerin yanında özel ihtisas hastanelerinin de devreye girmesi. Samsun ciddi bir sağlık turizmine hazırlanıyor demek abartı olmaz. Gözler Karadeniz Çanağı’nın sadece Türkiye kıyısında değil, gelecekte karşı kıyıdan yani Rusya, Ukrayna ve Kafkasya’dan ciddi hasta bekleniyor. Sağlık hizmetleri ve sağlık turizmi konusunda kamu ve özel hastanelerin hakkını verirken Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin katkılarını ihmal etmek haksızlık olur.

Samsun sağlık merkezi olma yanında kültür, sanat ve eğitim merkezi de oluyor. 1975’de kurulan Ondokuz Mayıs Üniversitesi bugün bin civarında öğretim üyesi, bin beş yüz kadar öğretim görevlisi ve yirmi altı bini aşkın öğrencisiyle bölgenin en büyük ve en önemli üniversitesi. Karadeniz’in ilk özel üniversitesi de Samsun’da kuruluyor. Canik Başarı Üniversitesi’nin temeli 18 Nisan’da atılacak. Şimdi gözler ikinci bir devlet üniversitesine çevrilmiş vaziyette. İstemek almanın ilk şartı ve bir başka sözden kopya bir söylemle de almanın yarısı.

Gözüken o ki, Samsun’da “tütün kokulu kadınlar”ın boşluğunu “eter kokulu” ya da giysileri “tebeşir tozlu” kadınlar dolduracak ve kent eski bereketli günlerine yine kadınların katkısıyla ulaşacak.

“Bereket Ana” deyimi boşuna olmasa gerek.
/Osman KARA
02.04.2010