31 Temmuz 2016 Pazar

Samsun Kenan Hazneci'ye Borcunu Ödemeli


Samsun’un çok hizmetkârı var… Lakin hemen herkes bu hizmetlerinin bedelini öyle veya böyle alıyor… Siyasetçiler, sandıkta aldıkları oylarla, seçim meydanlarındaki alkışlarla… Sporcular, tribünlerden atılan sloganlarla, madalyalarla, gazetelerin spor sayfalarındaki övgülerle… İşadamları, para kazanarak… Bürokratlar, mevki makam edinerek… Sivil toplum örgütleri, kamuoyundan takdir görerek… Bir tek kültür adamlarımız layıkıyla hizmetlerinin karşılığını alamıyor…

Samsunlu edebiyatçılar, Samsunlu ses sanatçıları, Samsunlu müzisyenler, Samsunlu ressamlar, Samsunlu folklor araştırmacıları hep üvey evlat muamelesi görüyor. Ne belediyeler ne vilayet ne vatandaş… Samsun, kendi kültür adamlarına sahip çıkmıyor, yaptığı çalışmaları desteklemiyor, eserlerine ilgi göstermiyor…Haliyle Samsun’un bu nezih hizmetkârları, yüreği buruk, hayal kırıklıklarını mütevazılıklarının içine gömerek yaşıyor; sonra da sessiz sedasız bu hayata veda edip gidiyor. Tıpkı Kenan Hazneci gibi…

Samsun Livasında 200 sene söz sahibi olmuş Haznedaroğlu ailesinden geldiği halde hiçbir zaman “aristokratlara özgü bir seçkinci” olmadı, bizim Kenan Abi… Samsun’un en güzide öğretmenlerinden olan annesi Bedia Hanımdan öğrendiği gibi hep “halk adamı” oldu. Samsun’da okudu, Samsun’da yaşadı, Samsun’da öldü… Aile hayatıyla, kaliteli duruşuyla, değerli dostluğuyla örnek bir Samsunlu oldu…

Samsun’a ait muhteşem bir fotoğraf arşivi vardı. Kentin yerel tarihini en iyi bilen araştırmacıların başında geliyordu. Üstelik bu işi yapıp para kazanan ya da bilgisini gizleyen birisi asla olmadı…  Yerel Tarih Grubu’na verdiği emekler bir yana, sosyal medya üzerinden paylaştığı muhteşem tarihi resimler sayesinde binlerce Samsunluya kendi tarihini hem sevdirdi hem de öğretti… Geçtiğimiz hafta içinde amansız bir hastalığa yenik düşen Kenan Hazneci, kendini arşı alada gören birçok adamdan çok daha fazla Samsun’a emekleri olan bir kültür adamı ve yerel tarihçiydi.

Samsun, Kenan Abiye borcunu ödemeli… Adını bir müzeye mi tarihi bir sokağa mı yoksa bir kültür merkezine mi veririz, orasını bilmem… Ama gereği yapılmalı… Belki bu adım, Samsun’un kalbi kırık kültür ve sanat adamları için teşvik edici bir “ilk adım” olur… Bu da “ilk adım kenti” Samsun’a pek yakışır…
(…)

/Akın ÜNER
31 Temmuz 2016

29 Temmuz 2016 Cuma

Memleket Sevgisi

Çalıkuşumuz, Öğretmen Dilek Livaneli ve üniversitemizin bağışçılarından Rahmetli Mustafa Kemal Güneşdoğdu’yu tanımazdım ama kendilerine çok saygı duyardım. O nedenle de ‘’Bir insan tanımadığı birine saygı duyar mı’’ diye yazmıştım.

Kenan Hazneci’yle de ahbaplığım yoktu. Çok iyi tanımasam da saygı duyduğum ve bir o kadar da sevdiğim biriydi Kenan Hazneci. Dün Sadi Subaşı’nın paylaşımından O’nu kaybettiğimizi öğrendiğimde çok üzüldüğümü söylemek isterim. Yaşamımda bir şeylerin eksildiğini hissettim. Kenan Hazneci’nin kaybı yakınlarını ve O’nu sevenleri çok üzmüştür muhakkak. Ve fakat. Aslında kaybeden Samsun olmuştur. Merzifon’dan Samsun’a yerleşmiş bir ailenin ferdi olmasına rağmen Kenan Hazneci Samsun sevdalısıydı çünkü.

İnsanların ata toprağı olarak gördükleri yerlere bağlılığı çok normaldir. Misal, 1924 mübadelesiyle Selanik yakınlarındaki Sarışaban’a bağlı Çayleyik köyündeki topraklarını bırakıp, Aşağıçinik köyüne yerleştirilmiş bir mübadil ailenin ferdiyim ben. Memleket görmüş ailemizin büyüklerinden Rahmetli ‘Bektaş Hala’dan memleket hikayeleri dinleyerek büyüdüm.

Akın Üner’in romanına konu ettiği ‘Çalı Harmanı’nı ilk kez, O haladan dinlemiştim mesela. Babam Çinik doğumludur. Ondan hiç memleket hikayesi dinlemedim. Çünkü babam bizi Samsun sevgisiyle büyüttü. Ben de oğluma Samsun’u sevdirmeye çalıştım.

Henüz 2-3 yaşlarındayken oğlumu Samsunspor’un maçlarına götürürdüm. Ben maçı yazarken o, Samsunspor’u seyrederdi. ‘’Samsunspor’u severse, Samsun’u da sever’’ diye düşünmüştüm. Eğitimi ve sonrasında sahip olduğu işi nedeniyle İstanbul’da yaşıyor olsa da Samsun’u sever oğlum.

Samsun gibi nüfus yapısı çeşitlilik gösteren kentlerde, halkın şehir bilinci zayıf oluyor. Bugün Samsun’da birçok kişi bu şehirde doğmuş olsa da ‘baba ve dede toprağını’ daha çok önemli görür. Bunun bir zararı yoktur gibi görünse de, şehrimiz, ekonomik ve sosyal kayıp yaşadığında reaksiyon gösterme özelliğimiz azaltıyor.

Memleketçilik siyasete de etki ediyor. Bu durumda siyasilerin bazıları, Samsun’dan seçiliyor olsalar bile seçmenlerinin memleket hassasiyetlerini önemsemek durumunda oluyorlar. Bunun en belirgin etkisini Samsunspor taraftarlığı sırasında görüyoruz mesela. Samsunspor’un formasını giymiş birçok insan için bile, Samsunspor hala ikinci takımdır. Samsunpor’un puanları silinirken de, bazı kamu kurum kuruluşların Samsun’dan taşınması sırasında da sessiz kalma nedenimiz bu olsa gerek.

Kenan Hazneci Merzifon orijinliydi. Ama O hep ‘’Samsunluyum’’ dedi. Huzur içinde uyusun.

/Ragıp GÖKER
29 Temmuz 2016

22 Temmuz 2016 Cuma

Karadeniz’e Kıymayın

15 Temmuz’da darbe girişimini başarıyla püskürten Türkiye artık doğal yaşamına dönüyor. Dönmesi de gerekiyor. Türkiye olağanüstü dönemden bir an önce sıyrılmalı, yaşam normal akışında sürmeli. Ekonominin, siyasetin, günlük yaşamın doğal haline dönmesi Türkiye için elzem. Tekrar geçmiş olsun. Her yaz geldiğimde devasa binaların göğe doğru yükseldiğini, yeşilin giderek azaldığına tanık oluyorum Karadeniz’de.

Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi Karadeniz’in kıyısını çok katlı binalar kuşatmış,  adeta beton esir almış. On yıl öncesine kadar bakir bir yapıya sahip, mavi ile yeşilin harmanlandığı bölgeye, göğü delen binalar kondurulmuş. Ülke genelindeki inşaatlaşmadan büyüleyici bölge de payını oldukça almış, yeşil doğanın böğrünü ucube binalar istila etmiş. Son yıllarda turizmin parlayan yıldızı haline gelen Karadeniz, göze hoş görünmeyen çirkin yapılaşmanın yanı sıra çevre kirliliğine de teslim olmuş.

Kıyılardaki kirlenme belirli noktaların dışında net olarak görülürken, yerel yönetimlerin duyarsızlığını ortaya koyması adına bir hayli ilginç. Keşke Karadeniz’in o güzelim özgün yapısı korunsa, çok katlı binalar yerine az katlıları yapılsa inanın bölge cazibesini daha da artıracak, fazla turist çekecektir.

Samsun’dan başlayıp Hopa’ya dek uzanan kıyı kesiminde alabildiğine göğe yükselen apartmanlar bölgeyi boydan boya adeta betonlarla örmüş. Sadece kıyı bölgesi değil, güzelliği ile dillere destan yaylalar da birer birer rant kapısı haline dönüştürülmüş. Sahil kesimi kadar olmasa da mis gibi doğa kokan Karadeniz yaylaları betona teslim olmaya başlamış. Bölgenin en çok turist çeken, ilgi odağındaki Ayder Yaylası ile Uzungöl, felaket denilecek cinsten beton binalarla kuşatılmış.

Nitekim Çamlıhemşin Belediyesi Ayder’deki kaçak binaların yıkılması için karar aldı. Eminim bir süre sonra Uzungöl için de aynı karar alınacak. Çünkü bu yaylalarda muhteşem doğaya tanıklık etmek, oksijeni bol havayı solumak gittikçe zorlaşıyor. Yayla turizminin artması ile birlikte buralarda ticari amaçlı yatırımlar, yapılar her yıl giderek artıyor, yeşilin yerini beton yığınları alıyordu. İşte tehlikenin büyüdüğünü fark eden Çamlıhemşin Belediyesi Ayder’de kaçak binalar için yıkım kararı alarak, ilk neşteri attı. Eğer, bu tehlike diğer yaylalarda da sürerse aynı kararlar buralar için de söz konusu olacak  

Ayder’in yanı sıra her isteyene yapı ruhsatı veren anlayış, turizmin göz bebeği Uzungöl’ü de yok olmaya doğru sürüklüyor. Bu anlayış devam ederse çok yakın gelecekte dört bir yanı beton yığınları ile çevrili, kirlenmiş ve küçülmüş bir göl olarak kalacak. Artık bu yanlışa, aşırı para kazanma hırsına, yeşilin katledilmesine “dur” denilmeli. Yeşil doğanın karşı karşıya kaldığı tehlike sadece Ayder, Uzungöl ile sınırlı değil.  Karadeniz’in diğer yaylalarını da aynı tehlike bekliyor. Daha fazla turist gelsin diye talana, ranta hiç gerek yok. Yeşile, doğaya zarar vermeden, yok etmeden de tesisler, yatırımlar yapılabilir, turist gelebilir.

Eğer böyle devam ederse çok kısa süre sonra kıyısı ile yaylaları ile yeşil Karadeniz Bodrum gibi beton yığınına dönüşürse şaşırmayın. Çünkü gidişat o yönde. Karadeniz’deki kıyıma, kirlenmeye, beton yığınına son verilmeli. Yoksa yeşili ve mavisi bol dünyanın sayılı bölgeleri arasında yer alan Karadeniz’i hep birlikte öldüreceğiz.

/Şükrü KARAMAN
22.07.2016

14 Temmuz 2016 Perşembe

Memleketimden Mülteci Hikâyeleri

Ankara Antlaşmasıyla belirlenen ve Lozan ile son halini alan Suriye ile Türkiye arasındaki sınır, sadece iki coğrafyayı birbirinden ayırdı. İnsanları, iki Müslüman halkı ayıramadı. İki milleti, din kardeşlerini birbirinden ayırmaya masa başında cetvelle çizilen sınırların ve anlaşmaların gücü yetmiyor. Hele ki, iki halkı birleştiren şey İslam kardeşliği ise…

Ulus – devletin ‘birbirinden kız almış, kız vermiş, tavukları aynı bahçede yemlenmiş’ gibi tamamen seküler – dünyevi birlik beraberlik tezleri bir yana, İslam’ın birlik, beraberlik ve kardeşlik tezi sınır ötesidir ve dünyanın bütün coğrafyalarında geçerlidir; “Mü'minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin”

Türkiye’ye Suriye’den ve Irak’tan gelmiş Müslümanlar ile yerli halk çoktan kardeş olmuş bile. Bu kardeşliğin çok güzel örneğine sürekli uğradığım bir arkadaşımın kitabevinde tesadüfen şahit oldum.

Samsun, Canik, Belediye Evleri Mahallesine yerleştirilen ve artık burada yaşayan Suriyeli ve Iraklı Mültecileri istemeyen mahalle sakinleri, hangi kriminal sebeple ayaklanmışlarsa önce muhtarlığa, oradan da ellerinde dilekçe yabancılar şubeye gidiyor ve mültecilerle birlikte yaşamak istemediklerini söyleyerek şikâyetçi oluyorlar.

Gelen şikâyetlerin çokluğu üzerine Valilik burada yaşayan mültecileri en yakın ile taşımak üzere harekete geçiyor.

Eğitimim Yarım Kalacak

Uzun süredir komşuluk yaptığı Iraklı kardeşinin bir başka ile gönderilmemesi için kapı kapı dolaşarak, sesini duyurmaya, meseleye çözüm bulmaya çalışan Canikli bir kadın, Kitabevinin sahibi arkadaşımdan bir çare bekliyor; “Biz onlara çok alıştık, kimseye bir zararları da yoktu. Üstelik komşum bana Arapça öğretiyor, o giderse eğitimim yarım kalacak” diyerek gözleri nemli dert yanıyor, derman arıyor. Bir çözüm yolu tavsiye ettik. Iraklı dindaşı için şikâyet olmayan başka bir mahalleden ev bakacak; komşusunu başka illere, yaban ellere göndermeyecek ve de Arapça eğitimi yarım kalmayacak.

İslam kardeşliğinin işte böyle ulvi ortak noktaları, kesişme kümeleri var. Birbirleriyle çok çabuk kaynaşırlar ve bulundukları yeri hemencecik ibadet yerine ve din eğitimleri için birer mektep haline getiriverirler. Ortada iki millet yoktur hattı zatında, zira küfür tek millettir. Bu şuurdur ki, bizi birbirimize kopmaz bir şekilde birleştirmekte, aradaki kavmî ayrılıkları görünmez hale getirmektedir.

/Recep YAZGAN
14.07.2016

10 Temmuz 2016 Pazar

Memleketim

Samsun benim memleketim. Selanik yakınlarındaki Sarışaban’ın Çeyleyik köyünden, Samsun’un Aşağıçinik köyüne yerleştirilmiş bir mübadil ailenin torunu olsam da, benim memleketim Samsun’dur. Ben burada doğdum. Burada doydum. Geleceğine dair umutlarım zaman, zaman azalsa da bu şehri seviyorum.

Hani insan sevdiği biri için ‘’Ayağına taş değmesin’’ diyerek, ona iyi dileklerini anlatmak ister ya.
Benim, Samsun için duygularım da öyle. Bu şehri korumaya çalıştığım gibi, yaşanan olumsuzluklardan ise derinden etkileniyorum. Havasının kirletilmesine mesela çok üzülüyorum. Buna rağmen, şehrimi kirleten fabrikaların iptal edilen ruhsatlarını yenilemek için belediye başkanlarının iş takipçiliği yapmasına ve bunun karşılığında hibe edilen lüks makam aracını kabul etmesine ifrit oluyorum. Mesela kumsalımızın insan eliyle yok edilmesi gibi bir duruma üzülüyorum. Oğlum ve gelinim bayramı Samsun’da geçirdiler. Onlarla birlikte Dereköy sahilinde yazlığı bulunan bir yakınımın bayramını kutlamaya gittik. İzmir doğumlu gelin kızıma Samsun’un sahilini göstermek için şehre dönerken sahil yolunu kullandım. Kullanmaz olaydım. Sahile yaptıklarımızı görünce, bir Samsunlu olarak gelin kızımdan utandım. Kendime kızdım. Bayramı kendime zehir ettim yani.

‘’Seyirci kalmadın, sen yazdın, gazeten yazdı’’ diyeceksiniz belki. Gazetem manşetleriyle, ben ise yazılarımda, yapılanlara tepkimizi koyduk ama direncimiz sahili kurtarmaya yetmedi maalesef. Özellikle Çatalçam’ın güzelim kumsalının kayalarla doldurulmuş olduğunu görünce yüreğim kanadı.

Temmuz ayındayız ama Çatalçam’daki yazlık evlerin çoğu boş. O evleri yaptırmak için insanlar, yüz binlerce lira harcamış ama bu günlerde yazın en kavurucu sıcakları yaşanıyor ama insanlar hala yazlıklarına taşınmamış. Birçoğuna da ‘satılık’ tabelası asılmış.

Önceki gün Mimarlar Odası Şube Başkanı İshak Memişoğlu’nun feryadını manşete taşımıştı Hedef HALK. Aynı gün, Hedef HALK’la birlikte Samsun medyasında AK Partinin Çevreden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Samsun Milletvekili Çiğdem Karaaslan’ın, çevre bilincine dair açıklamalarını içeren haber vardı. Sayın Vekilin çevre bilinciyle ilgili tespitlerine katılmamak mümkün değil. Çevre bilincini, biyolojik çeşitlilik, yenilenebilir enerji kaynakları ve yeşil alanların korunması gibi bir bütünün içinde kabul ettiğini anlatmış Çiğdem Hanım. Bu haberi okumaya başladığımda, bu bilinçte bir milletvekilimizin iktidar partisinin yönetim karoları içinde olmasına Samsun adına çok sevindim önce.

Ve fakat. Sahilimize yapılanlardan hiç söz etmemiş olmasının hayal kırıklığını da aynı anda yaşadım.
Çiğdem Hanımın bu konudaki suskunluğunu, sahili bu hale getirenlerin AK Partili olmasına mı bağlamalıyım bilemedim.

/Ragıp GÖKER
10.07.2016

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Trafik Sorunu

Yıllar önce bir büyüğüm Diyarbakır’da kırmızı ışıkta duruyor yanında oralı biri var bir iki araç kuralı ihlal edip kırmızıda geçiyor bizimki yanındakine biz de geçelim mi diye soruyor adamın cevabı ilginç “Kurallar insanlar için babo” diyor, bu olayı dinledikten sonra her trafik ışığına geldiğimde bu kuralların insanların güvenliği ve sağlıklı bir işleyiş için koyulduğunu düşünür insan olmam hasebiyle her seferinde uyarım.

Bazı anneler, babalar görüyorum yayaya kırmızı ışık yanarken çocuklarını sürükleyerek karşıya geçiriyorlar, bir düşüne bilseler çocuklarına ne kadar kötülük yaptıklarını, çünkü çocukların bilincine kırmızı ışıkta da geçile bilir diye yerleşiyor yada kuralların çiğnenebilir olduğu algısı oluşuyor ondan sonra çocuklar annenin babanın koyduğu kurallara da uymaya biliyor.

Trafik sorunu denilince öncelikle hız limitlerindeki bazı dengesiz uygulamalardan bahsetmek istiyorum. Türkiye’nin her yerinde aynı hız limiti uygulanmamaktadır. Sanırım gerekçesi her bölgenin kendine has bir durumunun olduğu düşünülerek hız limiti uygulamasını o şehrin (UKAME) ulaşım koordinasyon merkezi belirliyor. Örneğin; Arhavi - Hopa arası bölünmüş yolda hız limiti otomobil için 70 iken, Ereğli - Zonguldak arasında tek şeritli gidiş dönüş yolunda otomobil hız limiti 80 olabiliyor.

Çarşamba - Samsun arası ve çevre yolu hız limiti otomobil için 70, kamyonet tipi otomobiller için 50’dir. Normal şartlarda trafiğin akış hızı ise 90 - 100 arasındadır. Hem Baruthane mevkii hem de Selyeri mevkii sabit radarları takip edin herkes oraya gelince hızını azaltır sonrada normal trafiğin akış hızına geri gelir. Yani idareciler yıllar önceki yol ve araç şartlarına göre belirlenmiş kriterleri güncellemezse bu işin altından kalkılmaz, trafiğin makul bir akış hızı oluşmuştur. Bu duruma göre yeniden güncelleme yapılmak zorundadır.

Bununla ilgili yasal düzenleme yapılarak 19.02.2014 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdikten sonra trafik akış sorunu yaşayan Büyükşehirler ana arterlerde hız sınırını UKAME kararıyla 90 a çıkarmışlardır, aynı güncellemeyi Samsun’da beklemektedir. Yetkililere sesleniyorum bir gün kamyonet tipli bir otomobile binin ya da kullandığınız bir araçla 50 ile bir seyahat edin bakın nasıl oluyor. Samsun trafiğinin akışına katkı sağlayacağını düşündüğüm üç bölge için önerim olacak.

Birincisi İlkadım Belediyesi ve yanındaki karakolun önüne özellikle sabahları yolu tek şeride düşürecek şekilde araç park edilmekte bu mutlaka önlenmeli. Bunun sebeplerinden biri ilk sıraya park etmiş araçlardan ücret alınırken ikinci sıraya park etmiş araçlardan ücret alınmaması.

İkincisi Atakum’ da yapılan Barış Bulvarı üzerindeki Türkiş Sapağı ışıkları Bafra istikameti gidiş yönünde kırmızıda beklerken sağa dönüş çok rahat sağlanır ve trafiğin akışına da ciddi katkı sağlar.

Üçüncüsü Atakum istikametine gidiş yönünde Bağkur önündeki kavşakta trafik ışıklarında ya süre uzatılmalı ya da akşam 18 ile 20 mi saatleri arası trafik polisi görevlendirilmeli. Orada da gereksiz çok zaman kaybı yaşanmaktadır. Hatta ana yola giriş için Atakum istikametinden iç yoldan gelen araçlarla liman yönünden iç yoldan gelen araçlar iki kere yanan ışık tek e indirilebilir.

Birkaç öneride arkadaşlardan almak istedim, Samsun trafiği ile ilgili aklınıza ilk gelen sorun nedir dediğimde hepsi de hız limitin yeniden düzenlenmesi dedi, onun dışında diye sordum. Bazılarını paylaşıyorum.

Korna ve egzoz sesi kirliliğinden bahsettiler. Egzoz, sesi çok rahatsız edecek pozisyonda değilse de tedbir alınmazsa yaygınlaşıp rahatsız edici boyuta gelebilir. Korna, ise o kadar yaygın kullanılıyor ki dünyanın ne gelişmiş nede gelişmekte olan hiçbir ülkesi bu kadar korna kullanmıyor buna yasayla bir şey yapmak uygun olmayabilir bu bir kültür meselesi. Bu yoğunlukta korna sesi rahatsızlık verici bir durum ama alışkanlık olmuş tedavisi, çaresi inşallah bulunur.

Kavşakların dalçık yapılması, önemli bir hizmet inşallah yapılır. Otopark sorunu, şehrin merkezleri dışarı taşınmadan çözülebilecek gibi görünmüyor. Meydandaki raylı sistemden gelen yolcuların geçtiği yaya geçidi, ihtiyacını ben defalarca dile getirdim ilgi görmedi inşallah yapılır.

Yollar, yolların durumunu sanayideki esnafın işsiz kalmaması için yapılmadığı iddia edilmekte son olarak “Serkan Alas’’ kardeşimin raylı sistem çalışırken şehir içine giremeyen Atakum minibüslerinin raylı sistem paydos ettikten sonra şehir içine girebilmeli önerisi var ilgililere duyurulur.

/Adnan ÖZ
09.07.2016

Kolayşehir Samsun

Fotoğraf: Çetin KOŞAR

Bir kavram kargaşası içerisinde Samsun’u algılamaya çalışınca sonuç fazla değişmiyor. Büyükşehir veya Bütünşehir kavramlarının nerde başlayıp nerede bittiği insanları fazla da ilgilendirmiyor aslında. Herkes yaşadığı gerçeklik üzerinden bir tanımlama veya algılama süreci yaşamaktadır. Nüfusun ne kadar olduğu, sınırların nerede başlayıp nerede bittiği, hangi yerin kimin yetkisinde veya etkisinde olduğu kimsenin umurunda değil. Ancak yaşadığı hayat içerisinde bu olguların veya yerlerin etkisi ne düzeyde, herkesin umurunda.

Samsun’un Büyükşehir olmasıyla kimin hayatında ne değiştiğinin farkında bile değildir çoğu kimse. Hatta Büyükşehir kavramının neyi kapsadığı ve dışladığını bile kimse bilmez. Ama içinde yaşar. Tıpkı bir balığın okyanusta yaşayıp da tarif edemediği gibi bir biyolojik yaşam sürecidir bu. Sosyolojik olarak da durum fazla değişmez zaten. Adı Büyükşehir olsa da olmasa da bir takım etkinliklerin yapısında bir değişme görülmez hiçbir zaman. Var olanlar da zaten geniş kitlelerin dikkatini çekmez. Tiyatro, sinema, festivaller ise Büyükşehirin doğasında olan şeyler değildir. Elektrik, su, doğalgaz gibi altyapılar da… O halde Büyükşehir ne işe yarar… Vardır muhakkak bir farkı ve yararı da…

Samsun’u Büyükşehir yapan nedir diye sorsak eminim herkesin söyleyeceği çok şeyi vardır. Ancak hiçbir şey tam cevap olamayacaktır, Samsun niçin Büyükşehir sorusuna. Yine en güzel yaklaşım, ülkemizde gerçekten Büyükşehir sıfatını “her yönüyle” hak eden İstanbul ile kıyaslanarak bulunacaktır. Her yönüyle derken de herhangi bir sınıflandırma yapacak durumda da değiliz. Sadece var olandan yola çıkarak “Olsa olsa Büyükşehir olmak budur!” diye düşünerek ortaya koyabiliriz.

İstanbul gerçekten koskocaman, büyük bir şehir. Alan olarak ülkemizdeki en küçük şehirlerden olsa da pek çok açıdan çok büyük bir şehir. Her şeyden önce kaç bin yıllık tarihi var. Tarihsel bir kimliği var. İstanbul Boğazı gibi önemli bir geçite sahip. Osmanlıya başkent olmuş. Sanatsal faaliyetlerin çoğu oradan yönetiliyor. Tüm firmalar ve resmi kurumlar İstanbul’da yer edinmeye çalışıyor. Sermaye oradan yönlendiriliyor. İhracat ve ithalat işlemlerinin çoğu oradan yapılıyor. Nüfusun dörtte biri orada yaşıyor. Ülkemizin kültürel ve etnik mozayiğini orası temsil ediyor. Sınıflar arası çatışmaların merkezi üssü konumunda. Deprem gibi doğal felaketlerde kendimizden çok, İstanbul’a ne olursa diye düşünüyoruz. Her birimiz ömrümüzde bir defa olsun oraya ayak basmak istiyoruz. Ne kadar büyük bir şehir değil mi. Ancak Büyükşehir olmak için böyle şartlar yok. Olsaydı ikinci Büyükşehir zor çıkardı ülkemizden. Bunlarla ilgili değilse Büyükşehir ne o zaman. İstanbul kendini kanıtlamış bir şehir. Hangi unvan üzerinden değerlendirme ve sınıflandırma yapılırsa yapılsın her zaman bir numaradır.

İstanbul’a bir de farklı yönlerden bakarsak ipuçları yakalayacağız gibi geliyor. İstanbul’un en önemli özelliği kısa mesafelere dahi bir araç olmadan gitmenin oldukça güç olması. Ben her zaman Büyükşehir olma anlamında bu kriteri öne çıkarırım. Yasalar beni pek dinlemez ama benim kriterim böyle. Üç kilometrelik bir yolu yürüyerek gitmek bazı yerlerde olanaksızdır. Yolunuzu kesen viyadükler sizi öyle yollara yönlendirir ki yorgunluk ve bezginlik kaçınılmazdır. Karşıdan karşıya geçerken trafik ışıkları bazen ya yetersizdir ya da gereksizdir. Araçla gitmek en kolayıdır. Mecburen toplu taşıma araçlarına binersiniz. Onlar da bazen öyle yoğun olur ki “yürüyerek mi yoksa araçla mı eziyet çekmek” arasındaki tercihlerinizden birisi olur. Kendi aracınızla gitmek ise park sorunu nedeniyle ayrı bir sıkıntıdır. Üç liralık iş için beş liralık masraf yapmak zorunda kalırsınız. Hele yaya trafiğine kapalı bir yere rastladıysanız kalp krizi geçiren hastanın 5 cm ötedeki ilacını alamaması gibi, karşıda on metre gördüğünüz yere gitmek için iki kilometre yol yürürsünüz. On kilometrelik yolu arabayla bir saatte almak çoğu zaman büyük bir başarıdır. İşinizi yaparken acıktınız ve bir yerlere gidip yemek yemeniz lazım. Yol gitmeyi göze almak ayrı bir olay, iki liralık yemeğe dört lira vermek ayrı. Ne de olsa Büyükşehirde yaşıyorsunuz. Katlanacaksınız! Akşam eve dönüş ayrı bir sıkıntı. Şanslı bir şekilde saat beşte çıktığınız işinizden eve saat yedide varmanız büyük bir başarı. Gününüzün önemli bir kısmı yolda geçer. Suratları asık ve günün yorgunluğunu yaşayan insanlarla yolda seyahat edersiniz. Herkes ekmek derdinde ve kimse kimsenin umurunda değil.

Herkes yapılan masrafları karşılamak için daha fazla çalışmak, daha fazla kazanmak zorundadır. Ya da daha fazla çarpmak… Sonuçta Büyükşehir İstanbul… Tabii, hayat bu kadar kolay değil… Hastaneye gitmek, piknik yapmak, eş-dost ziyareti gibi şeyler başlı başına eziyet. Mecbur kalınmadıkça yapılmayacak şeyler listesinde… İş dünyası dışında tanıdık olması ise büyük başarı… Yalnızlığı yaşamak zorunda herkes… Akşamları evde ayakları uzatıp dinlenmek ve yarınki işler için enerji toplamak günlük rutin… İşte büyük şehir denilince de Büyükşehir denilince de ben böyle anlıyorum.

Şimdi aynı yönden Samsun’a bakalım. Viyadük denilince sırf çocukların kafasında canlansın diye raylı sistem viyadüklerini gösteriyoruz. Ulaşım kolaylığı ise Samsun’un en güzel tarafıdır. Bir yerden bir yere dolmuş, otobüs veya raylı sistemle gitmek mümkün. Hatta neredeyse Kirazlık mevkiinden Atakum’a kadar yürüyerek ve sıkılmadan, hatta fazla yorulmadan gidebilirsiniz. Yeter ki zamanınız olsun. Yolunuzu kesen viyadükler, köprüler veya herhangi engeller yok. Hava kirliliği diye bir dert hiç yok. Yemek istediğinizde seçenek çoktur. Hem ucuz hem kaliteli seçenekler vardır. Yolda giderken sizinle aynı kaderi paylaşan insanlarla sohbet dahi edebilirsiniz. Kırk yıllık gibi dost olabilirsiniz ve herhangi bir kötülükten kolay kolay şüphelenmezsiniz. Piknik yapmak istediğinizde şehir içinde veya dışında erişebileceğiniz yerler çok yakın. Hastalandığınızda ulaşım çok kolaydır. İş çıkışı eve gittiğinizde önünüzde sabaha kadar çok uzun zaman var ve yemek sonrası eş dost ziyareti yapabilirsiniz. İş temposu yoğun olmadığı için yorgunluk düşük düzeyde olup dost ziyaretlerine engel değildir. Hatta evinizin önünde dahi oturup sohbet edebilirsiniz. Aynı ortamı paylaşmak dostlukların başlaması için yeter sebeptir. Meyve sebze fiyatları her zaman uygundur. Daha ucuzunu bulabilir miyim düşüncesiyle arama yapmak zorunda değilsiniz. Kamu kurumlarında işiniz varsa hepsi elinizin altındır.

Bakmayın adının Büyükşehir olmasına. Denize erişmek veya dağ tarafına gitmek için çok uğraşmazsınız. En fazla on kilometre uzaklıkta. Uzaklığı da dert etmezsiniz. Çünkü on beş dakikada hedefinize ulaşırsınız. Adı Opera olan Kültür Merkezinde opera dinlemeye gereksinim duymazsınız. Büyük bir eksiklik de değil. Sinema ve tiyatroya gitmek isterseniz seçenekler bol ve yakın. Yeter ki isteyin. Deniz kenarında romantik mi takılmak istiyorsunuz, buyurun emrinize hazır. Velhasıl Samsun bu işte. Adı her ne kadar Büyükşehir olsa bile bu özellikleriyle Samsun Kolayşehir ünvanını almayı hak ediyor. Bir insanın gereksinimini karşılayacak her şeyin bulunması, bu kaynaklara erişilebilirliğin kısa zamanda olması, taşraya özgü insan merkezli yaşamın etkin olması, bir ucundan bir ucuna yaya dahi gitme olasılığının olması nedeniyle; Samsun Kolayşehir’dir.

/Ali KORKMAZ
09.07.2016

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Kent"Sel" Dönüşüm

Yazıyı yazdığım an itibari ile tarih 03 Temmuz 2016... Tarih 3 Temmuz vakit de gece olunca aklım 4 sene öncesine gidiyor bu sabaha teşne Samsun akşamında. Çakan şimşeklerin yoğunluğu yüzünden bir türlü uyuyamadığım o kara gecenin ortasında çalan telefonla yerimden fırladım. Arayan dayımdı. Hayırlı bir haber almayacağımız saatten ötürü malumdu. Telefonu açar açmaz "İyi misiniz?" diye sordu dayım. Ne oldu ki demeye kalmadan durumu anlattı. Sel Canik'teki mahallelerini yıkıp geçmişti. Kendisi de sele kapılmaktan 1-2 saniyeyle kurtulmuştu. Dondum kaldım. O sabah TV yi açtığımda gördüklerime inanmak istemedim. 3 Temmuz 2012 Samsun tarihinin en kara günlerinden biri olarak hiç unutulmamak üzere hafızamıza kazındı.

Sadece pisi pisine yitirdiğimiz 13 canla değil, ihmalkarlığın umarsızlığın "su yüzüne" çıkmasıyla büyüklerin! yaptığı skandal açıklamalarla da... Hatırlarsınız. Sayın başkanımız, ihmal iddialarını şiddetle reddedip - hatta bir spikeri de sorduğu sorudan ötürü canlı yayında azarlayarak - olayı semaviyete ve yağan yağmurun şiddetine bağlamıştı. Kendisi herhangi bir dönüşüm yaşıyor mu bilemem fakat o günden bu yana Samsunluların Kent"SEL" bir dönüşüm yaşadığı kesin.

Hayır kentsel dönüşüm derken hemen herhangi bir yere haşırt diye dikilen binalardan bahsetmiyorum. O kara Temmuz gecesinden beri ruhumuzda yaşanan KentSel dönüşümü kast ediyorum. Hani en ufak bir yağmurda aklımız çıkıyor ya. Tam da işte o duygu. Nasıl çıkmasın ki? Ne zaman normalin biraz üstü miktar yağmur yağsa birer dere yatağına dönüyor Samsun sokakları.

Çok değil bir kaç gün önce yağan kısa süreli yağmurda neler yaşadığımızı gördünüz. Başkan Yezeye golf sevdasına kapılmış gidedursun, Şehrin alt yapı sorunu her yağmurda "ben buradayım ağalar bir yere gitmedim" diye pis pis sırıtıyor.  Uzun lafın kısası bu şehir bir sel felaketini daha kaldıramaz sayın büyükler. Gerekli önlemler alınmadıktan sonra değil Samsunum-1'de uyduruk bir moral yemeği vermek, tüm Samsun'a Şer'itın'da ziyafet çekseniz neye yarar?  Saygılar!

/Emre SEVEN
04.07.2016

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Bir Başarı Öyküsü Olarak Kadıköyspor

Günümüzde futbol, top ve krampondan ibaret değil artık. Futbol, sadece futbol değil yani. Bir futbol kulübünü yönetmek için 25-30 oyuncuyu sevk ve idare etmenin yeterli olacağına inanılıyor ama gerçek öyle değil maalesef. Bunun için milyon dolarları yönetme becerisi de gerekiyor. Yöneticilik komplike bir iş yani.

Bugünlerde 51. yılını kutlamaya hazırladığımız Samsunspor,  yakın geçmişte bu beceriden yoksun idareciler tarafından yönetildiği için tarihin en bunalımlı günlerini yaşıyor. Para da önemlidir ama sürdürülebilir bir başarı için tek başına asla yeterli değildir. Para, bazen transferlere milyon dolarlar harcamak ve taraftarları tribüne çekmek için önemli bir faktör olabilir. Bu yöntem çoğu zaman sportif başarıları da getirir ama sadece para ile sürekli başarı yakalamak mümkün değildir. ‘’Para yoksa sürdürülebilir bir başarıya ulaşmak mümkün müdür?’’ sorusuna verilebilecek örnek sayısı az olsa da vardır. Kadıköyspor bunun en çarpıcı örneğidir. Benim, Samsun’da futbol altyapısının çöktüğüne dair bir iddiam var.

Ve fakat Samsunspor dahil, bütün spor kulüplerini bir yana, Kadıköyspor’u başka bir yana koymak lazım geldiğini de düşünürüm. Kadıköyspor yakaladığı olağanüstü başarılarıyla pozitif ayrımcılığı hak ediyor yani. 16 yaş altı takımlar arasında Türkiye Şampiyonu oldu Kadıköyspor biliyorsunuz. Geçen yıl da çeşitli yaş guruplarında final oynamışlardı. Bu yıl da 16 yaş altı gurubun ulaştığı Türkiye Şampiyonluğunun yanı sıra,14, 15, 17 ve 19 yaş altı guruplarda da takımlarını finallere çıkarmış. Bu örnekler, Kadıköyspor’un başarısının tesadüfi olmadığını da kanıtlıyor aslında.

Peki, Samsun’da bir tarafta Samsunspor, diğer tarafta onlarca kulübümüzde sorun yaşanırken, Kadıköyspor bu büyük başarıya nasıl ulaştı? Cevap basit aslında! Doğru yönetim. Doğru eğitim modeli. Kadıköyspor’da herkes işini yapıyor yani. Demek ki neymiş: Her şey para değilmiş, para kadar aklı kullanmak da önemliymiş. Samsun’da çok değerli futbol adamları var ama nedense başta Samsunspor olmak üzere kulüplerimiz tarafından bu hocaların bilgilerinden yararlanılmıyor maalesef. Örnek alınması dileğiyle Kadıköypsor’u bu büyük başarısından dolayı bir kez daha kutlamak isterim.

/Ragıp GÖKER
02.07.2016

Kent Hakkı

Kentin en büyük sorunsalı sivil bilgi ile erksel bilginin kesişmemesi, ortak kamusal fayda kavramının göz ardı edilmesidir diye düşünüyorum. Kentsel tavır, kent halkının mutluluğuna katkı yapmak ve çevresel ve kentsel değerleri korumak üzerine inşaa edilmelidir.  Samsun adına yaşanan kentleşme sürecinin sağlıklı olduğu düşünülemez. Mimari, estetik ve sağlıklı kentler sunma açısından bir başarıdan söz edilemez herhalde. Samsun’da kentleşme adına sunulanları rantsal bir tavır olarak algılama kolaycılığına kaçmakta, sağlıklı kentleşme adına yapılabilecekleri başında baltalamak olur.

Temel iki sorun: Ortak akıl ve paylaşım eksikliği, Bilgi eksikliğidir.

O zaman Kent adına temel evrensel kavramları gözden geçirmek önümüzde bir ödev gibi duruyor. Kent hakkı tanımından başlamak en doğru olan gibi geliyor bana: Harvey kent hakkını şöyle anlatıyor:

"Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Bireyselden çok ortak bir haktır.’’

Kent hakkı kavramı yeni kuşak insan hakları bağlamında değerlendirilmektedir. Kent hakkı kavramı ilk kez Fransız Marksist Henri Lefebvre tarafından 1968 muhalefetinin yükseldiği dönemde, kapitalizmin kentlerine mahsus gündelik hayatın yabancılaştırıcı özelliklerine karşı bir tür yakınma ve talep olarak tarif edilmişti. Lefebvre’in tartışmasındaki temel mesele genel olarak “kentten” kaynaklı ve kentte kendisini gösteren bir insanlık durumunun yine kentin dönüştürülmesi suretiyle aşılmasıydı. Kentsel hak, kentte yaşayanların çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere tasarlanmıştır.

Bu haklar kullanıcılarına bir yandan kente ilişkin düşüncelerini ve kentsel aktivitelerini tanımlamak için kullanıcı haklarını doğururken, aynı zamanda yaşanabilir konutların, yeşil alanların ve diğer hizmetlerin kullanımını da içermektedir. Kentlerde yaşayan insanların kente ait haklarının neler olduğunu bilme ve onun üzerinde karar sahibi olma hakkı vardır. Şu halde mahallelerde yaşayanlar orada yaşamaktan doğan haklarını bilen, yani mahallenin mekân organizasyonunun nasıl olması gerektiğine karar vericiler olmalıdır.

Kentsel haklar kavramı, kent sakinlerinin ve özellikle kentsel alanlarda tehdit altında olduğu kabul edilen; yoksullar, çocuklar, yaşlılar, etnik azınlıklar, göçmenler, cinsel dışlanmışlar, kadınlar gibi toplumsal kesimleri korumayı öncelikli olarak amaçlamaktadır.

Şimdi Samsun sokaklarında Ramazan günü dilendirilen Mülteci çocukları, sokaklarda yerlere serilen mukavva kutularına konan mülteci bebeleri  ‘’Kent Hakkı’’nın neresinde durmaktadır.

/Cem ŞAHAN
02.07.2016

1 Temmuz 2016 Cuma

Bir Şehri Sevmek

Bir şehri sevmek için illa orada doğmuş, büyümüş olmak gerekmez. Sonradan gelip yerleşmiş olanlar da o şehri sevebilir. Şehri sevmek onu güzelleştirmek demektir. Rant uğruna her şeyi satan, her evraka imza atanları adam hizasına koymamak lazımdır. Çünkü şehir alelâde değildir. Yani bir takım bulvarlar, cadde kenarında apartmanlar, apartman altlarında dükkânlar, alış veriş merkezleri, arabalarla tıkış tıkış olmuş sokaklar, gazdan zehirlenip felç olmuş ağaçlar, bir takım uyduruk parklar, suni çağlayanlar yamuk yumuk çay bahçeleri, masalarda plastik şekerlikler, oturulacak sandalyeler plastik, çay tabakları plastik, her yan naylon kokuyor, her yan sonradan olma, görgüsüzlük kokuyor, vesaire vesaire.

Şehir bu değildir. Mesela ahşapla kaplanmış bir eski pastaneye giriyorsunuz ve tarçın kokuları arasında su muhallebisi yiyorsunuz. Budur. Mesela birden karşımıza bir akçakavak çıkmalı. Tam da Turkcell bayinin önünde. Öyle ki telefonlardan çok ağaca bakmaya doyamayın. Hafif esen yelde bir yanı beyaza yakın, öte yanı kurşunî yeşil ufarak yapraklar dans etsin, beyaza yakın gövde sizi cezbetsin. “Allah Allah” diye şaşırın. “Bu ağacı buraya kim dikmiş”. Şaşırmakla kalmayın gidip ağacın beyaz, pürüzsüz gövdesini okşayın, garip unutulmaz bir koku duyun. O gece yattığınızda bu koku aniden gelip sizi sarıp sarmalasın. Kırda yaşanır bu, ama şehirde yaşanırsa bir ayrıcalıktır.

Diyelim şehir parkına girdiniz. Ve her parkta olduğu gibi orada da bir büyük havuz var. İnsanlar genellikle havuzun ortasında bir büyük fıskiye görmeye alışmıştır. Burada bir fevkaladelik yok. Şöyle olabilir: Dikdörtgen havuzu su altından ince borular çepeçevre dolaşabilir. Bu borulardan eşit aralıklarla yukarıya su püskürtülebilir. Her püsküren suyun üzerinde bir kelebek kanat çırpabilir. Tıpkı eskiden kullanılan bazı havuz fıskiyeleri üzerinde bir aşağı bir yukarı çıkıp inen ping-ponk topu gibi. İşte bu görülecek bir güzelliktir. Bursa Ulucami'yi gördükten sonra neden unutamıyoruz. Duvarlardaki yazılardan belki. Ama daha çok caminin içindeki mermer şadırvandan. O su sesi namaza duranları ayrı, namaza durmayıp suya dalanları ayrı etkiliyor. Sadece bu mu? Mermer işçilik insanın içine işleyen temizlik, bir abdest aldığınızda kanatlanıp uçmaya durmanız gibi. İnsanın bedeninden ziyade ruhunun ferahlaması, dünya yükünden kurtulup semaya yükselmesi.

İnsan bir şehri niçin sever? Çünkü şehrin sokağı, camii, dükkânı, caddesi, pazarı, hastanesi, pastanesi bir yana onun insanlarındaki mutmain bakış, tebessüm ve terbiye bizi etkiler. Yaklaştıkça bir selamın taşıdığı sevgi boyutunu yakalarız. Gel geç bir ilişki değildir size gösterilen. Menfaat uğruna yedirilen bir yemek, ısmarlanan kahve değildir. Bir bakarsınız adam elini cebine atar oturduğumuz masaya iki elma bırakır.   Elmanın bir yanağı kırmızı öte yanağı sarı. Ve yine bir koku yakamıza yapışır. (Mesela Erzincan'ın sakı elması) Isıra ısıra yersiniz elmayı. Kütür kütür. Ömür boyu nereye giderseniz gidin bu elma sizi takip eder. Kokusu zihninize sinmiştir, elmanın değil şehrin kokusu. Bir tesbih, o şehre ait bir kundura, bir kuşak, bir kahve tavası, bir mendil kenarı gül nakışlı, bir düğün, bir sünnet, bir cenaze. (Nerde AVM nerde?) Hastalığınızda sizin için seferber olan komşular. Bir gün değil, beş gün değil, evinize taşınan yemekler, mevyeler. Camiler, teravihler, piknikler, ziyaret mahalleri, cenazeler, mezarlıklar. Hemen evinizin karşısındaki ahşap mescit. Mescidin yanında hâlâ lülesinden buz gibi su akan çeşme. Bir koca çınar, çınarın gölgesinde bir ufak hazire. Hazirede fî tarihinde bu mescitte şeyhlik yapmış tarikat ulularının mezar taşları. Her bahar hazireden sokağa taşan dallarıyla mahalleyi kokuya boğan leylaklar. (Rahmetli Süheyl Ünver'in suluboya eski İstanbul resimlerindeki köşeleri bunlar; apartman ormanlarını ne yapacağız sayın Kutlu, apartman ormanlarını). Diyelim bütün bunların hiçbiri yok. Her sabah gelip pencereye konan, kesik kesik öten bir garip kuş da mı yok? Yok! Öyleyse siz bir an önce o şehri terk edin.

/Ali KORKMAZ