30 Temmuz 2013 Salı

OMV 'Üretime Geçti' Okulu Unuttu Mu?..

Avusturyalı Enerji devi OMV..  Avusturya'dan başka bir çok ülkede dev yatırımları var.. Bir gün 'patronları' haritaya baktı ve Türkiye'de bir santral kuralım dedi.. En risksiz bölge Karadeniz'di..  Hem çevresindeki komşularıyla sıkıntısı yok, hem de 'enerji üretiminde ortaya çıkacak olan korkunç ısıyı' soğutabilecek bir denize sahipti..

Neresi olabilir diye şöyle bir baktılar.. İl merkezlerinden uzak olsun dediler.. Seçenekler, böylece iller arasındaki arazilere kaydı.. Sinop zaten santrallere tepkili bir il. Bartın, Kastamonu, Zonguldak  kısmı da olmaz.. Turizme yelken açmışlar.. Trabzon, Rize olmaz; 'HES'lere olan tepkiler yüzünden çok popüler..  Fırtına vadisi çok fırtına kopardı.. Giresun, Ordu fındık bölgesi kıyameti koparır çevreciler..  Kala kala Samsun kalıyor elbette..

Çünkü enerji koridoru olmaya aday bir il..  Sonra doğusu sanayileşmeye elverişli.. Turizm de batısında olsun deyip, 'Kozluk'u işaretlediler' Avusturyalı dostlarımız..  Aslında onlardan önce tüm bu çalışmaların ön hazırlığını Celal Metin isimli bir iş adamı yaptı, onların adına..  Neyse onların da haritadan işaretlediği yer Kozluk ta değildi bir bakıma..

Avusturyalı dostlarımız, santral yerini İl Özel İdare'nin yetki alanı içinde olan Akçay Köyü'nden seçtiler..  Ama referandum oldu Akçay Kozluk'a dahil edildi, işler karıştı.. Avusturya'dan 'buraya iyi santral olur diyen dostlarımız', Samsun'a geldiklerinde bir baktılar ki; santralin yeri iyi ama Kozluk'lu vatandaşlar da akıllı insanlar.. İyi geliyorsunuz da sosyal sorumluluk projeleriniz ne olacak diye sordular.. AK Partili Belediye Başkanı Şenol Kul akademisyen.. Konuya hakim. 'Okul yapın buraya' dedi..  Hay hay dedi Avusturyalı dostlarımız. Büyük Elçileri işi abarttı "Bundan daha masum bir istek olamaz" dedi.

Bakanları 'derhal okul yapılacak" derken, OMV yöneticileri "Tabii ki elbette" diye diye yılları atladılar, taa bugünlere kadar geldik.. Tam deneme üretim iznini aldılar,  temeli de atarlar dedik ki; OMV yetkilileri yine sessizliğe büründü..  Anlayamadığım konu şu aslında..

Bu OMV'nin yetkilileri olan Avusturyalı dostlarımız ve Türk  Genel Müdürleri Korkut Öztürkmen, acaba Vali Hüseyin Aksoy'la, yani devletle bir protokol yaptıklarını da mı unuttu.. Devletle 'dalga geçer gibi', ha bugün, ha yarın temel atacağız bile demeyen Avusturyalı dostlarımızın8 ne yapmaya çalıştığını anlamış değilim.. Kaldı ki Kozluk Belediye Başkanı Şenol Kul'un ilk kez bu kadar 'vurgulu bir eleştiri getirdiğine şahit oldum'..  Başkan Kul, "OMV şirketinin yöneticilerinin sözüne saygınlığımız azalıyor" dedi.

Haritadan Tükiye'nin cennet Karadeniz'e bakıp, parmağının ucuyla yer seçen OMV'li dostlarımız, o santral yapılan bölgede 'devletle yapılan protokolü yerine getirmeden' sizce üretim yapabilir mi?.. Bence yapamaz..  OMV diyecek ki; 'Devlet izin verdi üretime geçtim'.. Vatandaş ve devletin yetkilileri diyecek ki; 'Devletle okul protokolü yaptın, okul nerede?..  Sonra o izni kim verdi OMV'ye.. Samsun Valiliği ve İl Özel İdaresi..

Şimdi sormak istiyorum.. OMV ile Okul Protokolünü yapan Valilik, o deneme üretim iznini verirken, okulun temelini ne zaman atacaksınız diye sormadı mı acaba?.. Sormadıysa, hata yapılmıştır.. Ama daha da önemlisi şudur.. Avusturyalı dostlarımız; Kozluk'a söz verdiği okulu yapmamakla Kozluk halkını ve bölge halkını üzmüştür.  Onları oyalaması, gençlerin 'öğretmen Lisesi' hayaliyle oynaması, beldenin gençlerini ziyadesiyle üzmüştür.. Ve o üzüntü sonuçta önceki günkü iftarda tepkilere yol açmıştır..

Şimdi olması gereken ve beklenen şudur..  OMV'li yetkililer ve Avusturyalı dostlarımız, okul inşaatının gecikmesi nedeniyle Samsun'a, Kozluk'luya ve en önemlisi  Samsun Vali Hüseyin Aksoy'a bir özür borçludur..  Çünkü o protokolün altında Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı adına Vali olarak Aksoy'un imzası vardır.. Dolayısıyla olay, sorumluluk açısından çözüme muhtaçtır..

30.07.2013
/A.YENER CABBAR

Bafra Bedesteni


Tek bir bomba bile atılmayan Bafra`nın durumu ise malumunuzdur. Son söz, Elimizde kalan son tarih bedestene hep beraber sahip çıkalım. Farsçadan gelen ve aslında bedestan olan bu kelime kıymetli kumaşlar, mücevherler ve buna benzer eşyanın satımına uygun açık ya da kapalı çarşıların tamamına denir.

Bedestenler Osmanlı Döneminde nüfusu uygun hemen hemen şehirlere yapılmıştı. Dükkanlar ve dört kapısında Ünye taşının kullanıldığı, iki sokak ve bir aradan oluşan Bafra`daki bedestenin yapım yılı hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen Evliya Çelebi 1640 yılındaki Amasya, Samsun, Bafra, Ünye, Trabzon, Batum ve Kafkasya güzergahındaki yazılarında Bafra`daki bedestenden söz etmemiştir.

Merzifon`daki bedesten gibi 17. yüzyılın sonlarında yapılma ihtimali söz konusudur. 18. Yüzyılda Ermeni ve Rum tüccarların, sarraflık yaptıkları bedestenin en ünlü kuyumcusu Ananiya Esemihaloğlu`dur. Bedesten, 1915-16 yıllarında Ermeniler ve 1922-24 yılları arasında Rumların gitmeleri üzerine tamamen Türk zanaatkar ve esnaflarından oluşmakta, Kültür Varlıklarını Koruma Müdürlüğü  tarafından korunmaktadır.

Bafralı olup da bedestenle ilgisi olmayan kimse düşünülemez,. Kolumuza taktığımız ilk saati, parmağımızdaki nişan yüzüğünü, düğünlerimizde takılan altınları, aldığımız yegane yerdir orası. Neredeyse boyu iki metreyi aşan kolon balıklarını, kurutulmak için tezgaha dizilen sarı havyarları, ustalıkla et hazırlayan kasapları seyrettiğimiz anılar hep oraya aittir.

Yeni alınan arabamıza teyp veya pikap taktırdığımız, bozulan radyomuzu koşarak götürdüğümüz radyocu Nevzat Amcamız, sipariş üzerine kolye yaptırdığımız kuyumcu Bedri Amcamız, hep oradaydılar. Bugün oradaki esnaf profili biraz değişse de, oraya girip biraz gezdiğinizde kendinizi nostaljik bir filmi izler gibi hissedersiniz. Bir şehrin çarşıları, ibadethaneleri, tarihi konakları, çeşmeleri, parkları, o şehrin ruhu ve kimlik cüzdanıdır.

Onları kaybettiğinizde geçmişe ait tüm değerleri kaybettiğiniz gibi geleceği de kaybedersiniz. Maalesef Bafra`nın bugünkü durumu trajiktir. İsmetpaşa, Gazipaşa, Tabakhane, Hacınabi ve Büyükcami mahallelerindeki tarihi konakların büyük kısmı rant uğruna yıkılmıştır. Cami haricindeki ibadetlere değinmek bile istemiyorum. Hele o çeşmeler... Su yerine feryat akıyor musluklarından. Rahmetli efsane başkan ALİ KALE ilk su şebekesini Bafra'ya yaparken tarihi dokunun bozulmaması için çok uğraş vermiş, kaçak yapılaşma ve yıkıma asla izin vermemişti, nur içinde yatsın.

Bafra artık kocaman bir taş kütleden oluşan bir şehir görünümündedir. Yeşili son derece azalmış, tarihe ait ne varsa çok azı dışında hepsi kaybedilmiştir. Gelecek kuşaklara ne miras bırakılacaktır. Meraklıları, aynı dönemde yapılan Merzifon Bedesteni aslına göre nasıl restore edilmiş, internete girerek bakabilirler. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında Avrupa`da bombalanıp yerle bir edilen şehirler, aslına uygun şekilde halklarına tekrar kazandırılmış, bugün hayranlıkla gezilen çok turist çeken yerler olmuştur. Tek bir bomba bile atılmayan Bafra`nın durumu ise malumunuzdur. Son söz,
Elimizde kalan son tarih bedestene hep beraber sahip çıkalım.

/Recep Yılmaz
30.07.2013

AVM’lere Tepki

Bir yanda AVM’lerle övünen iktidar. Diğer yanda AVM’lere karşı çıkan muhalefet. Hangisi haklı? Hangisi haksız? Her ikisi haklı olabilir mi? Olabilir. Hatta her ikisi haksız da olabilir. Bakış açısına göre değişir. Bir kentte adım başı alışveriş merkezleri olursa küçük esnaf ezilir. Alışveriş merkezlerini kent dışına taşırsan etkilenen küçük esnafın zararını azaltırsın. Alışveriş merkezleri kendiliğinden türemedi. Birileri davet etti. İmkanlar tanıdı. Destek verdi. Onlar da hesabını kitabını yaparak yatırımda bulundu. Zarar edecekleri düşüncesiyle bu yatırımlar yapılmadı. Kazanmak amaçlandı. Büyük paralar harcandı.

Küçük esnafın rekabet gücü ortadan kaldırıldı. AVM’ler için sürümden kazanmak yeterli oldu. Tüketici cebinden çıkacak parayı dikkate alarak ucuz olanı tercih etti. Bu açıdan baktığımızda tüketici de haklı. CHP Samsun İl Başkanı Mehmet Atalay ‘AVM’lere müsaade etmek, şehre hizmet mi, yoksa ihanet mi?’ diye sordu. Sormasına neden şüphesiz küçük esnafı düşünmesi oldu. İyi de bir başka açıdan baktığımızda tüketici düşünüldüğünde hizmet ağır basmaz mı? Şüphesiz basar.

AVM’ler de olmalı, küçük esnafta. Her ikisinin olabilmesi için her ikisini düşünmek gerekir. Her ikisinin düşünüldüğünü söylemek pek gerçekçi olmaz. Çünkü güçlü olan daima ağır basıyor. AVM’leri kent merkezine sokmasak da o bilindik güçlü kuruluşlar yine kent merkezinde yerini bularak küçük esnafa karşı dimdik ayakta olmadı mı? Doğrusu oldu.

Çiftlik Caddesi’nde AVM’ler öncesi o bilindik güçlü firmalar vardı. Şimdi AVM’lerde. Koca cadde şimdilerde tabiri caizse ayak üstü iş yapanların mekanı oldu. Ayakta kalmayı direten, biraz da güçlenenler bu kez ara sokaklardaki esnafın işine sekte vurdu. Dengeyi sağlamak zor. Adaleti de. Ne dersiniz?

30.07.2013
/Avni DEMİR

Samsunun Yüz Akları

Samsun nasıl kalkınır? Bu sorunun cevabını yıllardır arıyoruz... Ve her seferinde 'Sanayiye yatırım ve büyüme' olarak veriyoruz... Çünkü diğerleri hikaye...
***
Geçen hafta İstanbul Sanayi Odası'nın araştırması açıklandı... İlk 500 arasında 4 Samsun firması çıktı... Yeşilyurt Demir Çelik... Samsun Makina Sanayi... Ulusoy Un... Borsan Elektrik... Bir başka gelişme... Samsun'un iki firması SPK'ya başvurdu... Halka arz için... Birisi Ulusoy Un... Diğeri Samsun Yem Sanayi...
***
İşte Samsun'u bu tür işletmelerin büyümeleri... Yanlarına yenilerinin eklenmesi kalkındırır... Samsun, ilk 500'de 20 firması olduğunda... Halka arz olunmuş firma sayısı 20'ye ulaştığında... Kalkınma hamlesini başlatmış... İhracaat hedeflerini yakalamaya doğru yelken açmış olur...
***
Yani sadece tüketen değil, üreten... Üretirken istihdam sağlayan... Büyüyen... Büyürken gelişen... Ve bulunduğu kenti de büyüten durumuna gelir Samsun!
***
Yani... Samsun, laf gemisiyle... 'Caklarla, ceklerle' büyümez... Samsun gelişti demek için... Her 10-15 sanayi tesisinin temelinin... Bir o kadarının da açılışını yapmak gerekir! Yani... Samsun'un yüz akı firmaları çoğaltmak... Büyüme yoluna girenlerin de önünü açmak gerekir! Yoksa... Lafların etrafında dolanır, dururuz!

30.07.2013
/Erdem EROL

26 Temmuz 2013 Cuma

Bafra ve Selesepet Top Kandil…

Mübarek Ramazan ayının millet hayatımız üzerinde çok önemli tesirleri vardır. İnsanlarımız arasında dostluk, kardeşlik duyguları artar, suç oranları büyük oranda azalır. Her tarafı ulvi bir hava sarar. Kalpleri, tarifi kolay olmayan huzur doldurur. Hep iyi duygularla hareket edilir. Düşkünler daha çok düşünülür. Muhtaçlara yardım etmek için adeta yarışılır. Herkes evindeki iki lokmayı başkalarıyla paylaşmaya çalışır. İftar ve sahur sofraları, bütün aile fertlerinin bir ay süreyle biraraya geldiği bir eğitim fırsatıdır.

Yalnız Ramazan ayının Bafra insanı ve bilhassa Bafralı çocuklar açısından çok ayrı bir anlamı daha vardır. Çocuklar, Ramazan ayının onbeşinci gecesini iple çekerler. Zira o gece onlar için güzel duyguların pekiştiği gecedir. Her yıl, Mübarek Ramazan ayının 14'ünü 15'ine bağlayan gece Baframızda şenlikler yapılır.

600 yılı aşkın bir geçmişe sahip "Sele-Sepet Şenlikleri"nin ana mantığı yardımlaşmadır.

Sele-sepet gecesi büyüklerle küçüklerin daha çok kaynaştığı, çocukların sevindirildiği, onlara izzeti ikramda bulunulduğu gecedir. Eğlenmeleri, gülmeleri için bir gün önceden hazırlıklar yapılır. Herkes çocuğuna halk arasında "sele-sepet" denilen fenerler alır. Daha sonra gelecek küçük misafirler için şeker, bozuk paralar veya meyve bulundurulur. Sele-sepet gecesi şenliklerle başlar.

Vakit iftarın peşinden gelen zaman parçasıdır. Çocuklar gruplar halinde kümelenir. Küçükten büyüğe doğru boy sırasına geçerler. En önde genellikle iki yaşlarında çocuklar bulunur. Bir anda ilçenin bütün cadde ve sokakları bu küçüklerin, ellerindeki fenerlerin ışığıyla aydınlanır;

Mahallede şenlik var,
Bize geldi etraf dar,
Sele-sepetleri alın,
Çıkın yola ey çocuklar.

Böylece henüz gruplara katılmamış evlerdeki son çocuklar da çağrılır. Sonra şu mani söylenir;

Haydi hep gezelim,
Şekerleri süzelim,
Bu gece sele-sepet,
Eğlenelim, gülelim.

Ve belirli bir düzen içinde evleri gezmeye başlarlar, ilk durakta şu maniler söylenir;

Sele-sepet top kandil,
Aç kapıyı ben geldim,
Ay da yıl da bir kere,
Kapınıza ben geldim...


On bir ayın sultanı,
Geçiyor Ramazan ayı,
Açın kapınızı bize,
Amca, hala, teyze, dayı...

Kapı açılır. Evin hanımı ve beyi birlikte çocuklara sırayla ikramda bulunur. Onların saçını okşarlar. Öğüt verici güzel sözler söylerler. Bazı hane sakinleri kapılarını mahsustan açmazlar. Sabırsızlanan küçükler, bu sefer onlar için ayrı mani söylerler;

Açın kapınızı bize,
Uğur gelir evinize,
Eğer bahşiş verirseniz,
Bolluk getiririz size...

Gecikerek açılan kapıdan gülümseyen yüzler çıkar. Oyunları tutmuştur. Ve kendileri için özel mani söyletmişlerdir. Karşılığında hepsine teker teker bozuk para verirler. Bu arada çocuklardan birinin sele-sepeti yanar. Başlar ağlamaya. Bunu gören babası hemen yenisini alır, çocuk da memnuniyetini hemen dile getirir;

Sele-sepetim yandı,
Şekeri içinde kaldı,
Üzüntümü gören babam,
Bana yenisini aldı.

Ev ziyaretleri mani ile devam eder

Ey evin sakinleri,
Verin bize telkinleri,
Sele-sepet geçiyor,

İkram edin şekerleri. Her gidilen evden muhakkak bir ikramda bulunulur. Alınan şeker, para vb. hediyeler ellerdeki sele-sepetin içine konulur. Dakikalar çok çabuk ilerler. Artık teravih vakti yaklaşmıştır. Son olarak şu mani söylenir;

Büyükleri sayalım,
Küçükleri sevelim,
Ramazan ayı geçiyor,
Kıymetini bilelim.

Ve böylece sele-sepet şenlikleri sona erer. Babalar çocukların ellerinden tutarak, hep birlikte teravihe giderler.

26.07.2013
/Birol BİRCAN

25 Temmuz 2013 Perşembe

Kafkas Cephesinde Odisyos Adında Bafralı Bir Şehit


Odisyos artık bu toprakların şehidi olarak anılacak onlar ise bir komşu ülkenin vatandaşı bizim için yabancı olacaklardı. 1989 yılı 17 Nisanında, kısa dönem askerliğimi yapmak için Isparta`da konuşlanan 40. piyade alayına gitmiş, 2 aylık acemi eğitiminden sonrada Van Erciş`teki 10. piyade tugayına kısa dönem çavuşu olarak gönderilmiştim. Erciş`te vatani görevimi yaparken hastalanmıştım, birliğimdeki doktorlar beni Erzurum Fevzi Çakmak Hastanesine sevk etmişti. Fevzi Çakmak Hastanesi Ruslardan kalma çok sağlam ve güzel bir mimariye sahipti. Erzurum`da buna benzer oldukça fazla yapının var olduğunu da kaldığım süre içinde öğrenecektim.

Fevzi çakmak askeri hastanesinde tedavim sürüyor, vakit geçmek bilmiyordu... Sık sık odamdan dışarı çıkıp, hastaneyi geziyordum. Burada en çok ilgimi çeken yer ise hastanenin girişiydi. Hastanenin girişinde büyük bir pano vardı ve panonun üzerinde Kafkas Cephesinde şehit olan subaylarımızın adları ve memleketleri yazıyordu. Vaktim çoktu ve hepsini sıra ile okumaya başlamıştım. Askerde en çok aranan şey bir memleketliye rastlamaktır. Askerler aynı şehirden olan arkadaşına toprağım diye hitap eder. Benim de doğup büyüdüğüm memleketim Bafra`nın adı orada yazılıydı.  Bir toprağım orada şehit olmuştu. Ne var ki, adı duyduğum, alışılmış isimlerden değildi. Orada yazan ODİSYOS HACISAVA adı bende biraz hayal kırıklığı yaratsa da, o bir Bafralıydı.

Adını not almaya dahi gerek duymamış, hafızama kazımıştım. 1989 yılı Aralık ayında terhis olup memleketime döndüm. Odisyos Hacısava kimdi, neyin nesiydi? Hikayesini öğrenmek sanki bana borç olmuştu. Günlerce hastanedeki şehit subaylarımız yazan yeri okumuştum. İşim çok zordu, o günlerde bugünkü gibi bilgi kaynaklarına ulaşmak kolay değildi. Çok araştırmam, çok okumam, bilgi toplamam gerekiyordu. Yetersiz bilgi kaynaklarına rağmen araştırmayı hiç bırakmadım, Odisyos Hacısava ve ailesinin bilgilerine ulaşmaya başladım. Şimdi size Bafralıların az bildiği tarihi bir gerçeği ve Erzurum`da karşıma çıkan hemşerim Odisyos`un hikayesini yazıyorum.

Samsun`daki başta tütün, kereste ve havyar ticaretinden istifade etmek isteyen Rum tüccarlar, 1850`li yıllardan itibaren Kapadokya Bölgesinden Samsun ve Bafra'ya göç etmeye başlamıştı. Osmanlının havyar ticaretinin, tamamına hakim olan kapadokya`nın [bugün Nevşehir`e bağlı Mustafapaşa], Sinasos kasabasından ve Niğde`nin Andaval, Fertek gibi kasabalarından Samsun`a göç eden yaklaşık 150 tüccar Rum aile başta havyar olmak üzere, tütün ve kereste ticaretinde Bafra`da söz sahibi oldular.

Kapadokya Bölgesinden gelerek, Samsun`un ve Bafra`nın ticari hayatına yön vermeye başlayan tüccarlar, Avrupa`nın birçok ülkesine de ihracat yapmaya başlamıştı. 1869 yılına kadar her şey mükemmel giderken büyük bir talihsizlik sonucu Samsun`un neredeyse tamamına yakını, çıkan bir yangında küle dönmüş, zamanın Osmanlı Hükümeti ve Samsun Belediyesi aldığı geçici iskan kararıyla Kapadokya`dan gelen Rum tüccarları Bafra`ya iskan etmişti.

Hacısava ailesi geçici olarak da olsa Bafra`ya iskan edilmişti zaten Rum tüccarların bir kısmı, morina balıklarının havyarını işlemek için daha önce Bafra`ya yerleşmişlerdi. Hacısava Ailesi de artık Bafralıydı. Bafra`nın ticari hayatına büyük katkı sağlayan Rum tüccarlar, kendi adlarını taşıyan bankalar dahi kurmuşlardı.

Onların döneminde Bafra`da kriket oynanıyor, tiyatrolar açılıyor 30 un üzerinde gazino işletiliyordu. Refah seviyesi artan aileler çocuklarının eğitimine büyük önem veriyor, çocuklarını gerekirse yurt dışına eğitime gönderiyorlardı. Hacısava ailesi de oğulları Odisyos`u tıp eğitimi için Fransa`ya yollamıştı. Odisyos tıp eğitimini bitirerek Bafra`ya ailesinin yanına döndüğünde ailede büyük bir mutluluk yaşanmış ama bu mutluluk uzun sürmemişti.

Koskoca Osmanlı imparatorluğu artık zor günler yaşıyordu. Diğer doktorlar gibi Odisyos da zorunlu askerlik hizmetine tabi tutulmuş, Kafkas Cephesine gönderilmişti. Dr. Odisyos, Kafkas Cephesinde şehit düşmüştü. Odisyos`un doğduğu ve öldüğü topraklarda artık huzur kalmamıştı.  Bu topraklarda, dış mihrakların kışkırtması ile artık savaş çığlıkları atılıyordu. Oysa Odisyos, o topraklar için şehit olmuştu.

Artık Hacısava Ailesi için her şey ters gidiyordu. 70 yıl önce Kapadokya`dan büyük hayallerle gelip, mutlu günler yaşayan Hacısava Ailesi çok iyi geçindikleri komşuları ile düşman olmuşlardı. 1922 yılına gelindiğinde ailesinin ve akrabalarının çoğu Bafra`dan kaçmış kalanlar ise 30 Ocak 1923 yılında Lozan`da imzalanan halkların değişimi kararıyla mecburi göçe tabi tutulmuştu.

Hacısava Ailesi oğulları odisyosu bu topraklar için şehit vermiş. Hiç bilmedikleri Yunanistan`a doğru yola çıkmışlardı. Hayat tüm yaşananlar için çok acımasızdı... Odisyos, artık bu toprakların şehidi olarak anılacak, ailesi ise bir komşu ülkenin vatandaşı, bizim için yabancı olacaktı.

/Recep Yılmaz
25.07.2013

Detroit’ten Samsun’a

Detroit ABD’nin en önemi kentlerinden birisi idi. Detroit denince akla Amerikan rüyasının en önemli şehirlerinden birisi idi. Otomotiv endüstrisinin ABD’deki ve dünyadaki kalbi idi. Ama geçen gün Detroit şehir olarak iflasını açıkladı. Detroit’in iflasını açıklaması; dünyaya bomba etkisi yarattı. Detroit kentindeki evlerin fiyatları konusunda birçok spekülatif haber ortaya çıktı. Birkaç bin dolara ev alınabileceği konusunda televizyonlarda ve gazetelerde birçok haber yayınlandı. Birçok insanın rüyası olan ABD’de ev sahibi olma konusu tekrar gündeme geldi. Herkes acaba ben de Detroit kentinde evim olabilir mi diye hesap yapmaya başladı.

Peki Detroit’in iflas etmesine neden ne idi?

Detroit’in iflas etmesine neden olan etken, ABD otomotiv endüstrisinin dünyadaki otomotiv endüstrisinin rekabet koşullarına ayak uyduramamasıdır. ABD menşeili arabalara baktığımızda hepsinin çok büyük ve yakıt olarak da fazla yakan arabalar olduğunu görmekteyiz. Halbuki tüketici artık çok büyük ve çok yakan arabalar değil yakıt olarak ekonomik ve görece olarak daha küçük arabalar tercih etmeye başladı. ABD otomotiv endüstrisi, bu değişimin farkına maalesef varamadı ve Detroit gibi otomotivin kalbi olan bir şehri bugün hayalet şehir durumuna getirdi.

Buradan çıkarılması gereken en önemli derslerden birisi tüketicinin tercihlerini iyi takip etmek gerektiğidir. Gerek işletmeler olsun gerekse turizm pazarlaması açısından Samsun olsun insanların neleri tercih ettiği ve neleri tercih etmediğini iyi analiz etmek gerekli. Örneğin konaklama işi ile uğraşan otelcilerimizin bu konuda iyi bir araştırma yapması gerekiyor. İnsanlar neden Samsun’da konaklamıyor sorusunun cevabı tespit edilirse oteller de bu sorunun cevabına göre strateji geliştirebilir. Benzer soruyu kendisine sorması gereken bir diğer sektör de tur operatörlerimiz. Konuyla ilgili tüm sektörler, bir masa etrafında  biraraya gelmeli ve ortak bir eylem planı hazırlanmalı. Hazırlanan eylem planına da herkesin harfiyen uyması gerekiyor ki plan başarıya ulaşsın. Planda tüm paydaşlar  birarada olmalı ve paydaşlar da kendilerine düşen eksikleri gidermelidir.

Burada tespit edilmesi gereken ikinci nokta ise hedef pazarımızı iyi tanımaktan geçiyor. Hedef pazarı iyi tanımamız durumunda da ortaya çıkan değişikliklere anında ve hatta ortaya çıkmadan müdahale etme şansını elde ederiz ki bu da rekabette bizi bir adım öne geçirir. Bunun olabilmesi için de ilgili kişi ve kurumların konu ile ilgili olarak periyodik olarak araştırma yapması gerekmektedir. Çıkan sonuçlara göre strateji mutlak geliştirilmelidir.

Detroit, tüm dünyaya rekabetin ne kadar çetin ve önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Rekabette bir adım önde olmak için ise pazarda ortaya çıkacak olan fırsat ve tehditleri önceden öngörerek  hedef pazarımızı iyi tanımalı ve hedef pazarımızdaki değişiklikleri yakından ve sıkı bir şekilde takip etmemiz gerekli. Rekabette sizi rakiplerinizden bir adım öne geçirecek en önemli unsurlardan bir tanesi de farklı olabilmektir. Gerek şirketler olsun, gerek kar amacı gütmeyen kuruluşlar olsun gerekse de kentler olsun farklı olduğu sürece tüketiciler tarafından tercih edilir. Bu gerçeği hiç unutmamak lazım. Farklılaşamayanlar ise maalesef ölüyor.

Tüm bu yaşananlardan çıkarılacak temel ders ise oyunun gidişini iyi okuyup ona göre strateji geliştirmek gerekiyor ki farklılaşalım ve rekabette bir değil birkaç adım önde olalım. Yoksa sonumuz Detroit gibi olur.

25.07.2013
/Yetkin BULUT

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Sayın Milletvekilleri Ve Sayın Belediye Başkanları Lütfen Bu Çığlığı Duyun

1960 sonrası yoğun bir göç alan Samsun’u o dönemlerde yönetenlerin ileriyi görememesi ve kent yönetimine hâkim olan hemşeriyi koruma ve onlara çıkar sağlama anlayışı, Samsun’u kötü kentleşmeye örnek gösterecekbir imar hoyratlığına dönüşmüştü.

O dönemlerde bu yanlışlara karşı koyabilecek sivil toplum kuruluşları henüz etkinlik kazanmamıştı.
Kentin geleceğine sahip çıkacak güçlü bir kent iradesi, bugün olduğu gibi o gün de yoktu. Bu anlayışta ki kent yöneticileri uzun yıllar Samsun’u yönetmiş ve o dönem de başlayan kötü ve plansız yapılaşma, kenti rahatlatacak geniş cadde ve bulvarlar açılmadan sürdürülmüş ve Samsun’un en güzel semtleri talan edilmiş ve kent taş yığınına dönmüştü.
Bu yanlışlar 1980 sonrası da sürmüş, Samsunluluk ruhu ve kent iradesinin oluşmadığı Samsun’da, kente nefes aldıran Samsun Fuarı’nın yok edilişine seyirci kalınmıştı. Yeni Valilik Binasının yapımı için aylarca yer aranmış ve yanlış yer seçimleri her defasında sivil toplum kuruluşlarının direnci ile bir süre engellenmişti. Ancak, binanın inşaatı için gelen ödeneğin geri gitmesi endişesi ile dönem valisininısrarı sonucu yeni Valilik BinasıFuar alanına, yani şimdi ki yerine yaptırılması yönünde alınan karar engellenememişti.

Samsun’u bu gün içinden çıkılamaz ve çözümü olmayan trafik karmaşasına mahkûm eden o dönemlerin yöneticileri, bu gün hiç de iyi sözlerle anılmamaktadırlar. Ne yazık ki, bugün de benzer bir yanlış yapılmak üzeredir. Bu konuya değinmeden önce geçmişte yaşanan olumsuzlukları hatırlatarakonları sizlerle paylaşmak istedim. Bilindiği gibi bir süre önce üçlü bir kütlenin Atakum sahil şeridine yapılması kararı kamuoyun da yankılanmaya başladı. Bu üçlü kütlenin, Samsun’un gelişen turizm ve eğlence bölgesi olan Atakum’un sahil şeridinin başlangıç noktası olan eski Köy Hizmetleri ( Şimdiki Özel idare) binası ile yanında ki Veteriner Sağlık Meslek Okulu’nun alanına yapılması kararı alındı. Hatta bazılarının ihalelerinin dahi yapıldığı biliniyor. Bu üçlü kütleyi oluşturan binalar, İl Emniyet Müdürlüğü ve SGK İl Müdürlüğü ile adı dahi tartışmalı olan büyük bir camiden oluşuyor.

Ancak, cami konusunun diğerlerinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu binalardan SGK ve Emniyet İl Müdürlüklerinin halkın kolay ulaşabileceği bir konumda olması zorunluluğunun, yerseçiminde etkin rol oynadığını sanıyorum.  Ancak üzücü olan şey, bu yapıların o bölgeye yapılacağı söylentileri son bir yıldır gündemde olmasına rağmen, Mimarlar Odası’ndan başka hiçbir kuruluşun ciddi bir tepkisinin olmamasıdır.  

Bir başka düşündürücü olan şey de, bu binaların yapılacağı yere getireceği trafik yükü ve bölgeye kazandıracağı canlılık da göz önüne alınarak, böylesine önemli iki bina için başta Büyükşehir Belediye Başkanlığı olmak üzere, ilçe belediyelerinin bölge planlarında çok daha uygun yerler göstermemiş olmalarıdır.  Bunu söylememin nedeni, bu kurumların tüm belediyelere başvurarak yer talebinde bulunduklarına dair bilgilere sahip olmamdandır. Eğer bu bilgi doğru ise, belediyelerimizin bugün yakınma hakkı olamaz. Doğru değilse, bunun da kamuoyuna açıklanması gerekir. Bu iki binanın dahi bu alana yapılması kentimiz adına ileride onarılamaz büyük bir yanlış olacaktır. Bir süre önce bu bölgenin biraz ilerisinde yapılan AVM ’nin, bu bölgeye getirdiği trafik yükü ve yarattığı olumsuzluklar ortadayken, bu yanlışı Samsunluya dayatmaya kent yöneticilerinin hakkı yoktur.

Önü sahil, arkası son zamanlarda tıkanmaya başlayan Atatürk Bulvarı olan bir alana bu kütlenin yerleştirilmesinde ısrarlı olmak, önceki yıllarda yapılan yanlışların tekrarı olacaktır. Başta Büyükşehir Belediye Başkanımız olmak üzere diğer belediye başkanlarımız sorumluluk almalı ve bu iki hizmet binası için sorunsuz bir yer yaratmalıdırlar. Bu arada, SGK’nın şu anda bulunduğu bina kendisinindir. Bina Mecidiye Caddesi ile19 Mayıs Bulvarı’nın kesiştiği noktada bulunmaktadır. Yeri hizmet sunmak için son derece uygun olup, hemen yanı başında Cumhuriyet Meydanının altında otopark da mevcuttur.
SGK, neden geçici bir yere taşınarak yıpranan ve kullanıma çok uygun olmayan binasını, günümüz koşullarına uygun şekilde yaptırmayı düşünmemektedir? İlçe teşkilatlarının ilgili ilçelerde kurulması ile iş yükünün daha da azaldığını düşünürsek, konum itibariyle rantı çok yüksek bir yerde bulunan bu binanın takas yolu ile olsa da, elden çıkartılması anlaşılır gibi değildir. İhaleleri yapılmış olsa dahi, bu yanlış durdurulmalıdır. Kenti yönetenlerle, sayın milletvekillerimizin bu çağrıları duyarak bir çıkış yolu bulacaklarına inanıyorum.

Eğer bunlar yapılmazsa, Samsun’un geleceği adına bu kentte yaşayan herkes ciddi bir tepki koymalıdır. Bu binalar buraya yapılmamalı veya yaptırılmamalıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, bu konuda karar verici konumunda ki bürokrat ve kent yöneticilerinin yarın Samsun’da yaşayacaklarının garantisi yoktur ama Samsun’da yaşamayı sürdürecek olan bir Samsun Halkı vardır. Onlarda, gelecekte bu ayıbı yaşamak istememektedir.

Cami konusu:
Evet, Samsun’un çok ciddi anlamda büyük bir camiye ihtiyacı vardır. Bu cami en çok da, cenazelerde yaşanan sıkıntıların giderilmesi için gereklidir. Çünkü cenazelerin ağırlıklı olarak kaldırıldığı Büyük Cami, Samsun’un doğu-batı aksında ki ana arteri olan Atatürk Bulvarı üzerinde bulunmaktadır.  Kalabalık cenazelerde bu cadde araçların yükünü kaldırmamakta, cenazeye gelenler de araçlarını park etmekte zorlanmaktadırlar. Bu açıdan yapılacak caminin ana arterlerin dışında ve park sorunu yaşanmayacak kadar geniş otopark yapma imkânı olan bir yerde yapılması zorunludur. Örneğin, eski havaalanı bu caminin yapılması için uygundur diye düşünüyorum.  Bunun güzel bir örneği Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nın yanında yapılan büyük camidir. Bu caminin yapılmasından sonra tüm cenazelerin kaldırılması işi bu camiye yönlendirilmelidir.

Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Yusuf Ziya YILMAZ, İlkadım Belediye Başkanı Sayın NecaettinDemirtaş, Atakum Belediye Başkanı Sayın Metin BURMA, Canik Belediye Başkanı Sayın Osman GENÇ, Lütfen bu binaların yapımı için en uygun yerleri gösteriniz..

Sayın Gençlik ve Spor Bakanımız Sayın SUAT KILIÇ, Milletvekillerimiz; Sayın Mustafa DEMİR, Sayın Ahmet YENİ, Sayın Cemal Yılmaz DEMİR, SayınAkif Çağatay KILIÇ, Sayın Tülay BAKIR, Bu yanlışı ancak güçlü bir siyasi irade çözer. Lütfen Samsun milletvekilleri olarak Samsunluları bu dayatma ve yanlıştan kurtarınız.

Dün Samsun’a yanlış yapanlar gibi anılmamak ve çocuklarımıza kötü bir miras bırakmamak için Samsun’a karşı sorumluluk hisseden herkesi bu yanlışı durdurmak üzere karşı çıkmaya ve çaba göstermeye çağırıyorum. Evet! Çok geç olmadan hemen şimdi, ne yapacaksak yapmalıyız.. Geleceği çok daha güzel bir kentte yaşayabilmek dileğiyle iyi haftalar

/Sadi SUBAŞI
22 Temmuz 2013

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Sele Sepet Top Kandil Şenlikleri Ve Mahyalar


Sele sepet top kandil kutlamalarının kökeni sadece Ramazan`da ve halk arasında kandil geceleri olarak da söylenen kutsal gecelerde, minareler arasına gerilen mahyalara dayanmaktadır...

Bugünkü Sele Sepet Şenliklerinin kaynağı Osmanlı Döneminde mübarek gecelerde minarelerde kandil yakılmasına dayanır. Şimdi, bugüne kadar nereden geldiği konusu sürekli tartışmalara sebep olan sele sepet şenliğinin kaynağına inmeye çalışalım. Unutulmaya yüz tutan sele sepet şenlikleri, tüm olumsuzluklara rağmen Bafralının gelenekçi ve korumacı yapısı ile bugün hala kutlanmaktadır. Çoluk çocuk herkesin dört gözle beklediği ve sadece Ramazan Ayının 14`ünü 15`ine bağlayan gece düzenlenen sele sepet top kandil kutlamaları, eski bir Osmanlı geleneğidir.

Huzur ve mutluluk içinde geçen, ramazan günlerinin beklenen anı gelir ve çatar... Bundan yıllar önce Bafra`da, sele sepet top kandil kutlaması için şekercilerin önünde uzun kuyruklar oluşturulur, özellikle kağıtlı şeker denilen misafir şekerlerinin yanında yine çoğunlukla şekercilerde satılan akordeon şeklinde renkli, yarı şeffaf kağıtlardan yapılıp, içine mum konulan kandiller, evin çocukları için alınırdı. O günü zor eden çocuklar, iftar yemeğini yedikleri gibi ellerinde kandiller ile kendilerini sokağa atar, “sele sepet top kandil, aç kapıyı ben geldim, ayda yılda bir kere kapınıza ben geldim” manisi ile kapı kapı dolaşır, topladıkları şekerleri yanlarında taşıdıkları küçük selelere koyarlardı. Bazı muzip gençler ise evin yetişkin genç kızı varsa “eğer şeker vermezsen kızını almaya geldik” diyerek tekerlemeyi uzatırlardı. Bafra`ya yeni yerleşip, Bafra`nın bu âdetini bilmeyerek evine şeker almayanlar ise kapılarında mani söyleyen çocukları görünce şaşırır ve para vererek durumu kurtarırlardı.

Peki, bu güzel gelenek nerede, ne zaman başlamış, Bafra`ya nasıl gelmişti? Önceleri yeterli şekilde araştırılmayan Sele sepet şenliği, zaman içerisinde ulusal basının da dikkatini çekerek, haber programlarına konu olmuştur. Sele sepet top kandil kutlamalarının kökeni sadece Ramazan`da ve halk arasında kandil geceleri olarak da söylenen kutsal gecelerde, minareler arasına gerilen mahyalara dayanmaktadır... Minarelerde kandil yakılması âdetinin ne zaman başladığı tam bilinmemekle birlikte Sultan 3. Murad zamanında, Şubat 1588`de, Berat, Regaib ve Mevlid gecelerinde kandiller yakılması için ferman çıkarıldığı bilinmektedir. Sultanahmet Camii`nin minareleri arasına ilk mahyayı geren, Fatih Camii müezzini Hattat Hafız Kefeli Ahmet Efendi`dir. Sonraki dönemlerde bu gelenek birçok Anadolu ve Rumeli şehrine yayılmıştır.

Ne var ki mahyacılık zor bir iştir. Bir mahya için bazen 400-500 adet kandil gerekmektedir. Mahya kurulması için camilerin minarelerinin en az iki adet olması uçurtmacılık geleneğinin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kandil uçurtması yapmak için tek minare yeterlidir. Bunun için öncelikle sağlam bir ip bulunur. Bir ucu minarenin şerefesine asılır, diğer ucu ise yerden yaklaşık iki metre yükseklikteki bir yere takılır. Ardından kandiller uçurtmacı tarafından muhafazalı kaplar içerisinde minareden aşağı bırakılır. Kandillerin peş peşe bırakılması, kandil ışıklarının yansımasına dolayısıyla da mükemmel derecedeki ışık hareketlerine neden olmaktadır.

Kandillerin yağı ancak 2 ya da 3 saat içinde tükenir. Muhafazalı kaplar içindeki kandiller, uçurtmacı tarafından yere indirildiğinde uçurtmacıya hediyeler verilir. Hediye olarak verilen şeker ve kurabiyeler kandil muhafazalarının içine konulur. Uçurtmacıya bazen para da verilir... Bafra`da çoluk çocuk herkesin bildiği ancak kaynağı konusunda çok tartışmalara sebep olan sele sepet kutlamalarının başlangıcı işte bu kandil MUHAFAZASINA şeker koyma olayıdır.

Mahyacılık hem zor hem de pahalı bir iştir. Mahya ve uçurtmalar için hazırlanan kandillere 12 dirhem [ 38 gram] zeytinyağı konur kandillerin yağı bittiğinde tekrar aşağı indirilir yağ takviyesinin ardından tekrar asılırdı. Bir mahya için yüzlerce kandilin kullanılması oldukça masraflı olduğundan bu masraflar önceleri efkaf [vakıflar] tarafından karşılanmış mahya ve uçurtma düzeneklerinin her yerde artması maddi açıdan sorun teşkil etmeye başlamıştı.

Bazı mahyaların gecelik yağ sarfiyatının 74 Kiloya çıkması üzerine evkaf yağ ihtiyacını karşılayamaz hale gelmiştir. Halkın, özellikle gençlerin bu duruma çözüm bulması gecikmez. Gençler yağ parasını gönüllü olarak toplama kararı alırlar. Kandil yağı parası toplamak için gençlik grupları oluşturulur, kandiller ve uçurtmalar kandil yağı takviyesi için yere indirildiğinde onları camilere yakın işlek yollara gerip gelip geçenlerden kandil yağı bağışı yapılması istenir. Gruplar arasında ara sıra küçük kavgalar çıksa da gençler bu konuda çok başarılı olmuştur.

Getirisi yüksek her işte olduğu gibi 16. Yüzyıl Osmanlısında seleciler adı verilen ve sayıları 7 Bin civarında olan dilenciler, yağ parası toplayan gençleri örnek alarak; Yünden hırkaları, bir elinde ışığı topu andıran kandilleri, başlarında hasırdan şapkaları, diğer ellerinde seleye benzeyen sepetleriyle maniler söyleyerek, kapısını çaldıkları evlerden zamana ait gıdalar, şekerler ve para toplamaya başladılar. Bu manilerin en çok sevileni ve günümüze kadar taşınanı ellerinde taşıdıkları sele ve kandille ilgili olan “sele sepet top kandil aç kapıyı ben geldim, ayda yılda bir kere kapınıza ben geldim”şeklinde söylenenidir. Bunun dışında onlarca daha mani bulunmaktadır.

Mahyaya ilgisi büyük olan halk selecilerin başlattığı geleneğe de sahip çıkar yağ parası toplayan gençlere de selecilere de yardımlarını esirgemez. Osmanlının her yerine yayılan gelenek, boyut değiştirir. Gençlerin, kandil yağı parası toplamak için başlattığı, selecilerin dilenmek için de olsa devam ettiği geleneğe çocuklarda sahip çıkar. Çocuklar, sokaklara mahya ve uçurtmaları geremezler ama buldukları iplerle sokaklardan geçenlerin yollarını keserler ve kandil yağı parası isteyerek küçük harçlıklarını çıkarırlar. Bu gelenek Bursa ve civarında ip tutma adıyla halen de sürmektedir.

ŞENLİK, mum parası, yağ parası, kandil parası, ya mum ya para, ip tutma, helesa [sellime çıkmak] sele sepet top kandil gibi farklı isimlerle anılsa da, selecilerin her yıl devam ettirdiği manili şenlik gecesine taklitçi yeteneklerinden hiç bir zaman şüphe duyulmayan çocuklarda iştirak ederler. Artık onların da ellerinde kandil ve seleler vardır. Yüzyıllara damgasını vuran şenlik artık onların tekelindedir o minik yürekler kalplerinde taşıdıkları heyecanla yüzyıllardır evlerin kapılarını çalmakta ve maniler söyleyerek şekerlerini toplamaktadır.

Neredeyse Anadolu`nun çoğu şehrinde yıllarca sürdürülen bu güzel gelenek, zaman içerisinde büyük şehirlerden başlamak üzere kaybolmaya ve unutulmaya yüz tuttu. Kültürü ve gelenekçi yapısıyla Bafra halkı, selecilerin başlattığı kandille şeker toplama geleneğini hiç bırakmayarak günümüze kadar sürdürdü. 1877-1925 yılları arasındaki demografik hareketlerin yoğun olmasından dolayı azınlığa düşen yerli Bafra halkının tüm olumsuzluklara rağmen bu geleneği sürdürmesi anlamlıdır. Göçler vasıtasıyla Bafra`ya gelenler de Bafra halkına ayak uydurmuş ve geleneği sahiplenmiştir.

450 yıllık tarihe sahip bu güzel gelenek için, yanlış uygulamalardan dolayı maalesef tehlike çanları çalmaktadır. Son yıllarda sele sepet top kandil gecelerinde atılan maytap, füze, kız kaçıran gibi barutlu patlayıcılar çocukları korkutmakta, yaralanma ve yangınlara bile neden olmaktadır. Yumurta atmak, arabalarla sokaklardan hızlı geçmek, şenliği park salon veya kapalı yerlerde kutlamak, konserler düzenlemek dejenerazasyona neden olmaktadır. Bunun yerine özellikle eskiden olduğu gibi askeriye veya belediyenin, fener alayları geçidi yapması, çocuklara kandil dağıtması, sokakta Hacivat karagöz gibi gölge oyunlarının oynatılması, pamuk şekeri, bileyci, kalaycı horoz şekercileri gibi eski mesleklerin canlandırılması, bazı yolların otomobillere kapatılması, belediye bandosunun geçit töreni gibi aktivasyonları daha yerinde olacaktır.

Aksi durumda 450 yıllık tarihi olan bu Osmanlı geleneğinin, tarih olması kaçınılmazdır. Yerel yöneticilerin bundan sonra daha duyarlı davranması gerekmektedir. Sele sepet top kandil geceniz kutlu olsun...

/Recep Yılmaz
20.07.2013

19 Temmuz 2013 Cuma

Atakum’da Protokol Camii

İstanbul’da Taksim’in göbeğine ve Çamlıca tepesine,  İzmir’de içki kirliliği yaratan Kordon boyuna (restoranları istimlak edip yıkıp boş alan yaratarak), Ankara’da Kızılay Caddesi üzerine, Antalya’nın sahil bandında yer alan en güzel bölgesine camii minarelerinin yükselmesi artık yadırganmayacaktır. Bu nedenle Atakum’da yapılması planlanan protokol camii için muhalif seslerin yükselmesi kesinlikle nazarı itibara alınmayacaktır. İktidar partisini temsilen belediye meclislerinde yer olan üyeler bu konuda kendi iradeleri ile karar vermek gibi bir lükse sahip olamadıklarından, söylenebilecek tek söz yoktur.

Türkiye gibi Müslüman dünyasının en önemli bir ülkesinde hiç kimsenin cami yapılmasına karşı çıkması elbette söz konusu değildir. Bu hassasiyet hükümet özellikle başbakan R.Tayyip Erdoğan tarafından da çok iyi bilinmektedir. Ancak bu hassasiyet farklı boyutlara taşımaya çalışmanın mantalitesini anlamak güçtür. Örneğin,  başbakan, İsmet İnönü ve açıkça ismini zikredemese de Atatürk döneminde camilerin depolara döndürüldüğünü ifade etmektedir.

Başbakan’ın ifade ettiği gibi o dönemlerde bazı camiler depo olarak kullanılmıştır doğrudur. Ancak tarih sayfaları biraz karıştırıldığında bu depolarda hırka-i saadet, Peygamber efendimizin kılıcı, Hz.Osman’ın kanlı kuranı kerimi gibi kutsal emanetlerin koruma altına alındığını anlaşılacaktır. Yani bu iki büyük devlet adamının başbakan’ın ifade ettiği gibi camileri depo haline getirmeleri din düşmanlığı adına değil, kutsal emanetleri korumak adına yapılmıştır. Hz.Peygamberimiz “insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” der. Yani Allah’ın evi kesinlikle protokol şeklinde bir sınıflamaya tabi tutulamaz.

Ülkemizde ne yazık ki örneğin başbakan veya bakanlarımız bir camiye namaz kılmaya girdiğinde, cemaatin arkasında sıra halinde korumalar güvenlik maksadı ile ayakta beklerler. Geçen yılda da TBMM camisinde bulunan seccadelerin üzerinde “protokol seccadesi” ifadesi üzerine meclis oturumlarında önemli tartışmalar yaşanmıştır. Allahın evinde ibadet görevi yerine getirilirken zengini fakiri, cumhuru, başbakanı ve bakanları aynı mekanda ve omuz omuza namaz kıldıkları için protokol camii diye bir kavramın literatürlere kazınmasının hangi İslami kriterlere göre belirlendiği ve gerekçelerini birilerinin vatandaşlara anlatması gerekir.

Diğer önemli konu, Türkiye’de camilerin sayısı, sağlık kuruluşlarının 4 ve okulların iki katıdır. Bu camiler ise sadece 59 gün ve sadece bir namaz vaktinde dolar taşar. Bu günler bilindiği üzere Cuma namazları, iki bayram namazı ve 5 mübarek gecedir. Bazı bölgelerde gecekondulaşmaları meşrulaştırmak adına önce cami yapılır ve etrafına kondular yerleştirilir. Çünkü toplumumuzda inşa edilen camilerin yıkılamayacağı gibi bir görüş hakimdir. Ayrıca Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin 3’te 1’i cami yaptırma dernekleridir. Yani yaklaşık 88000 STÖ’nün 32.000 adedinin görevi camiler yapmak ve yaşatmak dernekleridir.

Türkiye’deki cami sayısı 88.000 sınırlarında iken, bu rakamlar Arabistan’da 67.000, 75 milyon nüfusa sahip İran’da ise 48.000 civarındadır. Bu bilgilerin ışığında,  elbette Atakum’da veya bir başka bölgede camilerin inşa edilmesine kesinlikle hiçbir Müslüman karşı çıkmaz. Ama ayırımcılık veya ötekileştirme gibi zaten sıkıntı yaratan sendromlar Allahın evine taşındığında ve protokol camii gibi bir sınıflama getirildiğinde doğal olarak tepkiler ortaya çıkacaktır. Atakum’da yaşayanlar ise yüzme havuzu polemiğinin ardından farklı bir gündem ile odak noktası haline gelen belde olmuştur. Samsun’un gelişen yüzü olan bu beldemizin muhteşem sahil bandı ile turizm yatırımları ile anılması gerekmektedir.

/Süleyman SALUR
19 Temmuz 2013

Samsun'un Sanayi Siteleri

Başkan, bundan beş-altı yıl önce Samsun basınına şehri gezdiriyordu. Sanayinin Şimdiki İçişleri Bakanı Muammer Güler Samsun Valisi idi o vakitler. Ben de DÜNYA Gazetesinin Bölge Koordinatörü olarak görev yapıyordum. Ekonomi haberleri yapıyorduk ve ayrıca gazeteye Samsun ekonomisi ile ilgili yazılar yazıyordum. Valiliğe de sıklıkla giderdim.  Muammer Güler, bir konuyu öncelikle kafasında olgulaştırır, sonra da etrafındakilere o konu ile ilgili ne düşündüklerini sorardı. Birgün Valilik Makamının koridorunda karşılaştık Vali Bey ile. "Şu şehir içersindeki sanayi sitelerini, şehrin dışına taşısak nasıl olur?" diye sordu. "Çok iyi olur efendim" dedim tabii ki.

Bu konuşmanın üzerinden on yıl kadar bir süre geçti. Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz'ın da benzer bir projesi olduğunu biliyorum. Başkan, bundan beş-altı yıl önce Samsun basınına şehri gezdiriyordu. Sanayinin olduğu bölgeye geldiğimizde "Burayı değiştirmek istiyorum, Bu bölgeyi Samsun ekonomisinin yönetim merkezi yapmak istiyorum. Şehir içindeki ofisleri yani muhasebecileri ve de avukatları buralara toplasak iyi olmaz mı?" diye sormuştu. Adliyenin de yakına geliyor olması bakımından çok iyi bir fikir gibi gelmişti bana da. Ben hala öyle düşünüyorum.

Yıllar geçti bu görüşler ortaya atılalı. Ve fakat Samsun bu konuda bir arpa boyu yol alamadı. Üstelik Kirazlık’ taki sanayi siteleri atıl durumdayken şehrin göbeğindeki Gülsan ve Eski  Sanayi sitelerinin kurulu olduğu çok değerli alanın gereği gibi kullanılmaması içler acısıdır. İşyeri sahipleri için daha büyük bir kayıptır bu. Yazıktır günahtır.

Bu işin çözümü için gerekli olan da sadece dik duruştur. Sağlam bir irade yani! Busorunun esnafın mağdur edilmeden çözüm için ortaya konacak projeye Samsun kamuoyu destek verecektir. Ben de bundan eminim.

/Ragıp GÖKER
19 Temmuz 2013

18 Temmuz 2013 Perşembe

Tarihe Verilen Önem

İstanbul’dayken Samsunlu bir çocukluk arkadaşım beni telefonla aradı. Kendisi ile uzunca bir sohbet yaptık. Aklımda kalanları sizlere özetliyeyim : Kandil gecesi Samsun büyük camiinden yapılan mevlüt naklen yayınından bir Samsunlu olarak çok etkilenmiş. Büyük cami ekrana geldikçe çocukluk günlerim  aklıma geldi. Adeta o günlere geri döndüm. Büyük Cami önünden demiryolunu geçip denize kaçtığımız günler i. Saathane de taksi durağının arkasındaki köşede yediğimiz dondurmaların  içtiğimiz şıraların çocukluk haşlığımızın çoğunu götürdüğünü. Lezzet lokantasının hala tadını damağımda hissettiğim o nefis dönerini, babamın beni çarıkçılar sokaktaki berbere götürüp şuna yaz traşı yap diyerek üç numaraya vurulan saçlarıma duyduğum isyanı tekrar yaşar gibi oldum. Son yıllara kadar hakiki toz salep almak için Samsunlu arkadaşlarımı görevlendirdiğim aktar dükkanını , Taşhanın köşesindeki benzinci Seyit amcadan aldığımız gaz yağını, saathanedeki dükkanların hareketliliğini, balıkçı dükkanlarındaki fayans havuzlarda yüzen kalkanlar bir bir gözümün önünden geçti. Ne bereketli ve güzel günlerdi değil mi. Bu sohbetin sonunda esas merak ettiği konuya girdi. Televizyonda mevlüt naklen yayınını izlerken takıldığım bir konu oldu. Naklen yayında caminin dışını gösterirken giriş kapısı yanındaki pencerelerle onlara komşu pençelerin çerçeveleri beyaz renkli görünüyordu. Yoksa ahşabı beyaza mı boyadılar hiç gitmemiş dedi. Bende cevaben yakında Samsun’a gideceğim, söylediğin konuyu inceleyip sana bilgi veririm dedim. Samsun’a geldiğimde ilk işim birazda merakla gittiğim Büyük cami oldu. Hakikaten arkadaşımın dediği gibi o  çerçeveler beyaz renkliydi. Demekki yanlış görmemişti. Yanıldığı nokta ise çerçevelerin beyaza boyanmış ahşap değil de PVC malzemeden yapılmış olmasıydı. Yani tarihi cami restorasyon da PVC kasalı camları ile hem de beyaz renkli olarak yenilenmişti. Hangi akıl hangi denetim buna izin verdi bilmiyorum. Ama bu kadar vurdumduymazlık sanıyorum her Samsunluyu üzmüştür. Bir Samsunlu olarak utancımdan arkadaşımı arayıp konuyu ona henüz iletemedim. İlgili merciler belki bu hatayı süratle düzeltir diye de bir beklenti içerisindeyim. Şayet bir sonuç çıkmazsa konuyu cumhurbaşkanımızın sayın eşi Hayrünnisa Gül’e nakletmeyi düşünüyorum. Beni buna yönlendiren düşünce ise kendisinin Kayseri’ye götürdüğü bir yabancı misafirine Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi  1.Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılan Şifahane ve Medreseye vakıflarca yaptırılan restorasyonda oda döşemelerinin tabanlarını laminant parke ile kaplanmasından duyduğu üzüntünün neden olduğunu söylemesi üzerine vakıfların yeniden aslına uygun bir malzeme kullanılarak bu utandıran yanlışlığı düzeltme yoluna gittiğinin basında yayınlanmasıydı. Umarım yöneticiler Samsun’daki  bu tarihi hiçe sayan yanlışıda bir an önce aslına uygun olarak değiştirirler yoksa cumhurbaşkanının sayın eşine bu konuyu ileterek Büyükcami  için de yardımlarını rica edeceğim.

/Yücel TÜRE
18 Temmuz 2013

Yaşam Dayanışmadır!

Terme, Ladik,  Asarcık’ta  gördüm  yoksulluğu.. Yoksulluk  yoksunluk  ileydi. Dünyanın  15. Ekonomisinin  yaşam  alanları  değildi  sanki  buralar. Yazın  geziyoruz. İnsanlarla  konuşmak  için. Dertlerini  dinleyip, hal  hatır  sormak  için.

Dostluk  ve  dayanışma  belki de  yaşamın  sırlarından.. 21. yüzyılın  en büyük  sorunu  yalnızlık.  Onun  için çok önemli  dostluk..

Gezi  parkı  olayları  sürecinde 12  Temmuz  2013  günü, Dünya Tabipler Birliği, İnsan Hakları için Hekimler Örgütü, Alman Tabipler Birliği, Avrupa Doktorları Daimi Komitesi  Başbakanımıza, Sağlık  Bakanımıza bir  mektup  göndererek, çağrı yaptılar. Hekimler olarak, Türk Hükümeti’nin barışçı protesto gösterilerine karşı gereksiz ve aşırı güç kullanmasından, uluslararası tıp etiği standartlarına ve yasalarına uygun olarak yaralılara cesaretle tıbbi yardımda bulunan bağımsız tıbbi personele bilinçli olarak saldırılar yöneltmesinden derin kaygı duyuyoruz.

Herkesin barışçı biçimde toplanma, kendini ifade etme, sağlık, işkenceye ve diğer zalimane, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele ya da cezaya maruz kalmama hakkını destekliyoruz. Ne yazık ki, Gezi Parkı’ndaki barışçı gösterilere karşı gereksiz güç kullanımı tüm Türkiye’de yaygın protestolara yol açmıştır. Polisin daha sonra da süren aşırı güç kullanımı, göstericilere ve ilk yardıma koşan sağlıkçılara suçlu kişilermiş gibi davranması, gösterilerin ölçeğinin daha da büyümesinden ve polisin şiddet eylemlerinden başka bir sonuç vermemiştir.

Türk Tabipleri Birliği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları için Hekimler (PHR) aşağıdaki hususları gösteren tıbbi kanıtlar toplamıştır:

*Polis, yüz binlerce göstericiye karşı sistematik gaz kullanmış, kapalı ya da çıkış imkânı olmayan mekânlarda göstericilere yakın mesafeden ve doğrudan güz bombası ve kapsülleri atmıştır. Bildirdiğine göre kullanılan gaz bombası sayısı yaklaşık 130 bin kadardır.

*Polis yakın mesafeden ve doğrudan göstericileri hedef alarak plastik mermi ve gerçek mermi, göz yaşartıcı gaz katılmış tazyikli su kullanmış, yüzlerce kişiye saldırmış ve hukuk dışı biçimde gözaltına almıştır.

*2 Temmuz 2013 tarihi itibarıyla Türk Tabipleri Birliği, göz yaşartıcı gaz, plastik mermi, tazyikli su, dayak ve gerçek mermi kullanımı sonucu yaralanan 8 bin kişiye ilişkin tıbbi bilgiler derlemiştir. 59 gösterici ciddi derecede yaralanmış, 11 kişi de gözünü kaybetmiştir. Göstericilere karşı gereksiz ve/ya da aşırı güç kullanımı ve gösterilerle ilgili diğer yaralanmalar sonucunda 5 kişi yaşamını yitirmiştir.

*10 Temmuz 2013 tarihi itibarıyla Türkiye İnsan Hakları Vakfı, İstanbul Protokolü standartları uyarınca yaralanan göstericilerle ilgili yaklaşık 200 tıbbi değerlendirmede bulunmuştur. Bunlardan her birindeki fiziksel ve fizyolojik kanıtlar işkenceyi ve/ya da kötü muameleyi göstermektedir.

*Ayrıca, polis ve diğer kamu görevlileri net olarak tanımlanabilir ve bağımsız tıbbi personele güz bombası, tazyikli su ve plastik mermi kullanarak kasten saldırılarda bulunmuştur. Polis, yaralananlara tıbbi müdahalede bulunan onlarca doktoru dövmüş ve hukuk dışı yollardan gözaltına almıştır.

*Bizi derin kaygılara sevk eden bir husus da, Sağlık Bakanlığı’nın örneğin depremlerde ve diğer acil durumlarda olduğu gibi yaralı göstericilere yeterli tıbbi yardımda bulunmak şöyle dursun tıbbi personelden yaralı göstericilerle onlara yardım eden tıbbi personelin adlarını istemiş olmasıdır.

*Bilindiği gibi, Sağlık Bakanlığı’nın yeterli tıbbi yardımlarda bulunmaması üzerine binlerce bağımsız hekim ve diğer sağlıkçılar kişisel olarak ve TTB’nin örgütleri aracılığıyla yaralılara acil yardımlarda bulunmuştur.

*Sağlık Bakanlığı TBMM’ye bir yasa tasarısı sunmuştur ve bu tasarı halen meclisin gündeminde yer almaktadır.  Bu yasanın kabul edilmesi durumunda yalnızca göstericilere değil Türkiye’de acil tıbbi yardıma ihtiyacı olan herkese tıbbi bakım sağlanması suç sayılacaktır. Böyle bir yasa, Türk Ceza Kanunu’nun 97 ve 98’inci maddelerine açıkça aykırı olacaktır.

Başbakan olarak size ve Türk Hükümeti’ne aşağıdakiler için çağrıda bulunuyoruz:
*Barışçı toplantı ve ifade özgürlüğü dâhil olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını hor gören ve suç sayan politikalara son verilmesi.

*Sağlık açısından son derece sakıncalı sonuçlara yol açtığından ve büyük ölçekli bir silah olarak kullanıldığından Türkiye’de gösterilere karşı gaz kullanılmasına hemen son verilmesi.

*Barışçı göstericilere karşı her tür şiddet kullanımının yasaklanması ve güç kullanımı konusunda ilgili Birleşmiş Milletler standartlarına uyulması ki bu standartlara göre güç kullanımında her durumda gereklilik, oransallık (asgari düzeyde güç), hukuksallık ve hesap verebilirlik ilkelerinin gözetilmesi gerekir.

*Barışçı gösterilerde yer alan kişilerin hemen serbest bırakılmaları ve yeni göz altılara gidilmemesi.
*Türk Ceza Kanunu’nun, ihtiyacı olanlara tıbbi yardımda bulunma görevini yerine getirmeyen sağlıkçıların bu tutumlarını suç sayan 97 ve 98’inci maddelerine saygı gösterilmesi ve bağımsız tıp personelinin acil durum hizmeti vermesini suç sayan son yasa tasarısının hemen geri çekilmesi.

*Yaralı göstericilere acil durum yardımları sunan tıp personeline yönelik saldırıların yasaklanması.
*Yaralı göstericilerin ve göstericilere yardım eden sağlıkçıların adlarının resmi mencilere bildirilmesini isteyen son Sağlık Bakanlığı genelgesinin geri çekilmesi.

*Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının sağlığı ve insan hakları adına kritik katkılarda bulunan Türk Tabipleri Birliği ile İnsan Hakları Vakfı’nın bağımsızlık ve özerkliğinin desteklenmesi. Söz konusu kuruluşlar tutarlılıkları ve çalışmalarının kalitesi dolayısıyla uluslararası tıp camiasında büyük saygı görmektedir.

*Kolluk kuvvetlerinde halen görev yapanların ve ilerde yapacak olanların gücün yerinde ve ölçülü kullanımı ve uluslararası hukuka bağlılık konularında kapsamlı bir eğitimden geçmelerinin sağlanması.

*Aşırı güç kullanımı ve diğer insan hakları ihlallerinden sorumlu olanlar için hesap verebilirlik mekanizmaları getirilmesi.

Ayrıca, uluslararası topluluğa da şu hususlarda çağrıda bulunuyoruz:
*Türkiye’de biber gazı satışlarının derhal yasaklanması.
*Türkiye’ye ilişkin politika kararlarında temel insan haklarının korunması ve tıbbi tarafsızlığa saygı gibi hususların gözetilmesi.

/Cem ŞAHAN
18 Temmuz 2013