26 Aralık 2018 Çarşamba

Bilim İnsanına İnanmak ve Amerikan Felaket Filmleri


Kur’an-ı Kerim’de Yasin Suresi’nin 13. ilâ 31. Ayetleri arasını bir hatırlayalım. Mealen bu ayetlerde Allah-ü Teâlâ bir mesaj veriyor. Azıp sapmış, yanlışta ısrar eden bir kavim var. Bu kavmi doğru yola, hakikate, gerçeğe çağıran da iki kişi var. Sapkın kent halkı kendilerini hidayete çağıran, doğru yolu tavsiye eden bu kişileri yalanlıyor, “sizin ne üstünlüğünüz var, siz de bizim gibi insanlarsınız” diyerek onları kurtuluşa çağıran bu kişileri yalanlıyorlar. Hakkı, gerçeği tebliğ etmek üzere gönderilen bu kişiler 16.Ayette “Rabbimiz biliyor ki biz size gönderilmiş elçileriz”, 17.Ayette de “Bize düşen açık bir tebliğden başka bir şey değildir”, diyorlar. Kent halkı ise 18.Ayette “Sizin yüzünüzden uğursuzlukla karşılaştık. Eğer bu işe bir son vermezseniz sizi mutlaka taşlayacağız…” diyerek tepkilerini ortaya koyuyorlar, elçilere inanmadıkları gibi onları tehdit ederek susturmaya kalkıyorlar. 21.Ayet ise çok ilginç; “sizden hiçbir ücret istemeyen bu kişilere uyun, onlar dosdoğru insanlar” deniyor.

Şimdi konuya gelelim. Peygamberlerin varisleri olan bilim insanları gerçeği söylemek zorundadırlar. Araştırma ve çalışmalarında elde ettikleri bilgileri insanlığın faydasına sunmalı, (elbette öncelikle kendi vatandaşları ve ülkelerinin menfaatlerini de gözeterek) doğruyu göstermeli, iktidarın ve güç odaklarının etkisinde kalarak halkı yanlış yönlendirmemelidir.

Bu minval üzere Amerikan (ABD’nin) felaket filmlerine bir göz atalım. Hangisini isterseniz, hiç önemli değil; Köpekbalığı, Piranalar, Karıncalar, Yaban Arıları, Volkanlar, Depremler, Seller, Dev Dalgalar, Göktaşının Dünyaya Çarpması… Bütün bu filmlerin ortak bir özelliği var. Ortada bir bilim insanı var. (Bu genelde başrol oyuncusu oluyor). Bu kişi kendi alanında uzman, yeterli bilgiye sahip ve bilgisini halkın menfaatine kullanıyor ve hiç çekinmeden de fikrini söylüyor. Sonra bu bilim insanına inananlar var. O’na davasında (film boyunca) yardımcı oluyorlar, felaketin gelmekte olduğunu onun ağzından halka duyurup hep birlikte insanları uyarıyorlar.

Bir de karşı taraf var (ayette geçen şehir halkı gibi). Bunlar “felaket geliyorum” derken bu felaketi umursamadan cebini doldurmaya çalışanlar, menfaatleri peşinde koşanlar. Misal; bunlar o sırada bir festival yapıyorlar, turistler akın akın geliyor, bol kazanç umuyorlar.

İşte bu ortamda festival alanının girişinde bilim insanı beliriyor. Yaklaşan tehlikeyi (depremi, volkanın patlamak üzere olduğunu, piranaların havuzdan kaçıp nehre yayıldığını…) haber veriyor. Fakat tıpkı ayetlerde olduğu gibi menfaat sahipleri O’nu susturmaya çalışıyor, “sesini kes, düzenimizi bozma, gelirimize engel olma, yoksa seni tutuklatırız, yok ederiz” diyorlar.

Sonra ne mi oluyor? (Filmin konusu olan) felaket mutlaka gerçekleşiyor. Bilim insanı ve ona inananlar kurtuluyor, menfaatine ters düştüğü için bilim insanının susturmaya kalkanlar ise feci şekilde ölüyor.

Bütün bu filmlerde verilmeye çalışılan mesaj; “bilim insanlarına uyun, onlar doğruyu söylüyor, menfaatperestlere uymayın, yoksa helak olursunuz”. Bu fikir (bu tür filmlerle) insanların bilinçaltına yerleştiriliyor.

Peki bu gerçekten böyle oluyor mu? Bence evet. Amerikan hükümeti kasırga uyarısı yaptığında hiç kimse acaba demiyor. Bilim insanları doğru söylüyor diyerek gerekli tedbirleri alıyor, evini terk edecekse ediyor, yer değiştirmesi gerekiyorsa hemen yola çıkıyor.

Peki ülkemizde öyle mi? Misal; 1999’dan beri İstanbul Depremi üzerine sayısız yayın yapılmış, her sarsıntıda beklenen deprem diyerek televizyon ekranları parsellenmiş, halkımız korkutulmuştur. Deprem olmayınca da yalancı çoban hikayesinde olduğu gibi insanlarımızın bilim adamlarına güveni sarsılmıştır. Şu an deprem olacak dense acaba İstanbul’da kaç kişi sıcak yatağından çıkar? Yüzde doksanının hiç istifini bozmayacağına eminim.

Şimdi aynaya bir bakalım; bilim insanlarımız halkımızın gözünde “bunlar doğruyu, yalnız doğruyu söylerler, bunlara uyalım” denecek durumdalar mı? “Hayatta en hakiki mürşit ilim” ise, ilim insanlarımızı “mürşit” kabul eden kaç kişi var. Ya da, kaç tane bilim insanımız çalışmalarında elde ettiği bilgiyi milletinin ve insanlığın faydasına sunarken kimsenin karşısında eğilip bükülmeden, (korkmadan, çekinmeden sadece Allah rızası için), bunları haykırarak gerçek “mürşit” olma iddiasında. Bu ülkede din âlimlerimiz için bile “söylediğini yap, yaptığını yapma” deniliyorsa… (ah, ah), varın gerisini siz düşünün.

Hasılı kelam bilim insanı olarak hak ve hakikati araştırma ve bunu yayma yolunda kat etmemiz gereken daha ne kadar çok yol var. Gâvur gâvur iken ayetin sırrına vâkıf olup, dinince onunla amel ederken, biz nelerle uğraşıyoruz. Allah yâr ve yardımcımız olsun.

/Cevdet YILMAZ
26 Aralık 2018

3 Aralık 2018 Pazartesi

Futbol Ciddiyet İster


Sezon başından bu yana gittiğimiz her deplasmanda Samsunspor’a karşı gösterilen saygı ve sevgiyi gördükçe mutlu olduk… Sarıyer maçını saymıyorum, zira oradakiler ruhları kirli, hazımsız insanlar (!) topluluğuydu… Ağızlarından akıttıkları küfür salyalarıyla kimliklerini ortaya koymuşlardı… Uşakspor ile bir adet kupa maçı haricinde bir araya gelmişliğimiz yoktu… Maç öncesi, içi ve sonrasında Samsunspor topluluğuna gösterilen ilgi ve sevgi takdire şayan bir durumdu… Eli kalem tutan, bu güzelliklere şahit olanlardan biri olarak, yüzlerce kilometre uzaklıkta olsalar da haklarını teslim etmek, kendilerinden övgüyle bahsetmek boynumuzun borcudur…

SAMSUN BÜYÜKTÜR, BÜYÜK KALACAK ! söyleminin altında çok manalar yatmaktadır… İki camianın taraftarlarının karşılıklı diyalogları, kasete alınıp, eğitim çalışmalarında örnek olarak gösterilmesi görevi ülke futbolunu yönetenlere aittir… Son derece çirkinleştirilmiş, hala da bu yolda hız kesmeden devam eden bir anlayışa karşı, BU BÖYLE GİTMEZ! haykırışında bulunarak karşı DEVRİM hareketinin kıvılcımları yakanlara selam çakıyorum… Küfürsüz, kavgasız, rakibe saygı duyan, centilmenliği şiar edenlerin oluşturacağı güç kartopu gibi büyüyerek, edepsizleri, hayâsızları, şarlatanları önüne katarak sürükleyecek, altına alıp ezecektir… Buna inanıyorum…

Samsunspor’un başlattığı KÜFÜRE HAYIR dalgasının etkilerinin görülmeye başladığı, örnek alınarak destek verildiğini görmek, her sporsever gibi beni de ziyadesiyle mutlu ediyor… Maça geleyim mi, gelmeyeyim mi?  Bilemiyorum… Güle oynaya, keyifle maç izlememizi istemeyen birileri var… Kaybeden ekibin basın mensuplarının yüzleri nasılsa, bizimkisi de öyleydi…

İşte size maçın teknik analizi… Varın gerisini siz hayal edin…

/Resul AKÇAY
3.12.2018 

1 Aralık 2018 Cumartesi

Samsun Semt Pazarları


Samsun hepimizin ortak sevdası. Bu şehri daha ileri götürmek için önümüzde önemli bir fırsat var; yerel seçimler. Şimdiden aday çok, projelerin bini bir para. Herşey Samsun için!

Biz de bir akademisyen ve bu şehrin sevdalısı olarak mevcut problemler ve bunların çözümü için öneri getirmek durumundayız. Bugün ilk olarak “Samsun Semt Pazarları”ndan bahsetmek istiyorum.

Semt pazarları haftanın belli günlerinde belli semtlerde kurulmakta, çok az yerde kapalı pazar yeri bulunmaktadır. Kapalı olanlar da dahil, açık alanlarda cadde ve sokaklara kurulan pazarlar sorunlar yumağı, pazarcıların durumu ise daha da vahim.

Maalesef bugüne kadar (elbette bazı istisnalar olmakla birlikte) hiçbir belediye başkanından bu pazarların daha iyi şartlarda kurulması ve hizmet vermesi yönünde bir gayretini görmedik.

Bir hafta boyunca yağmurda çamurda ektikleri, biçtikleri, hasat ettikleri mahsulleri en taze ve en ucuz şekilde semt pazarlarında şehirli tüketici ile buluşturan çiftçilerimiz en üst düzeyde desteği hak ettikleri halde maalesef böyle olmamaktadır.

Diyorum ki; semt pazarları Samsun şehri için çok önemli. Neden mi?

-Gerek Çarşamba gerek Bafra ovalarında çok sayıda çiftçi semt pazarları için üretim yapmakta, bizzat kendileri mahsullerini belli günlerde ailece bu pazarlara getirip satmakta, bu yolla çok ciddi miktarda sıcak paranın il içinde (Samsun’da) kalmasına vesile olmaktadır.

-Çiftçilerimiz sayesinde şehrin ovalar yönünde yakın çevresindeki köyler nüfuslarını muhafaza etmekte, kırdan kente göç diğer taraflara göre daha yavaş cereyan etmektedir.

-Köylü köyünde kalırken, köylülükten de çiftçiliğe geçmektedir. Bu vesileyle yerel üretimi ulusal düzeye çıkaran, ya da Hallerde komisyonculuk yaparak tüccar çiftçi olanlar vardır.

Beklentimiz ne? Pazarlar adam gibi denetlensin, bir düzen olsun, intizam olsun. Zırt pırt yer değiştirmesin, kolay ulaşılır olsun, pazarcıyı rahat satış yapacak onu mutlu edecek bir ortam olsun, hak hukuk gözetilsin. Tuvaleti, suyu, mescidi (seyyar da olsa o gün için) hizmet versin. Pazarcılık teşvik edilsin. Halden alıp satanlara göre (bu durumda başka illerin mahsulleri satıldığı için para da başka illere gitmiş oluyor) yerli, yani Samsunlu olup, kendi üretip kendi satanlar korunup kollansın.

Lütfen pazarları bir gezip görün. Zabıta fiş kesip gidiyor, denetim yok. Burada gıda denetiminden bahsetmiyorum, o ayrı bir konu. Pazarın düzeninden, intizamından bahsediyorum. Yürüyecek yol yok, vatandaşın pazar arabaları, dikilip yol ortasında hasret gidermeleri zaten problem. Buna bir de pazarcıların tezgâh önü işgalleri, hijyene dikkat etmemeleri, argo konuşmaları, gereksiz bağırtı çağırtıları eklendiğinde pazarlar itici oluyor. İşte burada denetim şart; fakat nerde öyle belediye, nerde o bilinçte zabıta?

Bayanların hafta içi mesaileri, hafta sonu diğer işleri, çekirdek aileye geçiş ile birlikte çocukları bırakacak kimse olmayışı, otopark problemleri nedeniyle pazar yerine ulaşma güçlüğü, erkeklerin zaten pazara gitme konusunda isteksizlikleri ve daha birçok sebep halkımızı artık büyük ölçüde zaten pazara gitmekten alıkoyuyor. Bütün bu durumlarda alternatif istesek de istemesek de ulusal ve uluslararası marketler oluyor.

Sonuç; çok önemli miktarda paranın il dışına çıkmasını istemiyorsak semt pazarlarına önem verelim, onları yaygınlaştıralım. Halkımız taze ve ucuz sebze-meyveyi semt pazarlarından ve özellikle yerli üreticiden alırsa il ekonomisi için çok önemli miktarda para yine il içinde kalır. Çiftçimiz pazardan elde ettiği geliri yine Samsun’da harcayacağından bu da yerel ekonomiye ayrı bir can simidi olur.

Bütün bunlar için semt pazarlarını çekici hale getirelim, sorunlarını giderelim, erişimlerini kolaylaştıralım. Halkımız rahat alışveriş yapsın, ulusal marketler yerine yerel pazarları tercih etsin, bari bu yolla paramız il dışına çıkmasın. İlde kalan para yeni yatırımların önünü açsın, çiftçilerimiz ekim alanlarını genişletsin, sattıkça üretimlerini arttırsın. Kazandıkça mutlu olsun, fındık dikip şehre kaçmasın. Samsun’un geliri artsın, Samsun kalkınsın.

Bu bilinçte belediye başkanları görmek istiyoruz. Çok bir şey mi istiyoruz?


/Cevdet YILMAZ
01 Aralık 2018

20 Kasım 2018 Salı

Karadeniz Sahil Yolu İzlenimleri - II (SAMSA)


Bugünkü konumuz SAMSA. Daha önce Karadeniz Sahil Yolu ile ilgili olarak “Laz Seddi”nden bahsetmiştik. Samsa onun devamı.

SAMSA, Samsun’dan başlayıp Sarp’a kadar devam eden Karadeniz Sahil Yolu güzergâhında (bir kısım kesintiler hariç) 500 km boyunca uzanan, (yer yer daralıp genişlemekle birlikte) çizgisel şekilde uzayıp giden ve bir hat boyu (hattî) gelişme gösteren şehrin adı. Samsun’un SAM’ı, Sarp’ın SA’sı; SAMSA. (Şimdilik adını böyle koydum, siz farklı bir isim de önerebilirsiniz). Samsa; şehirlerden oluşan bir şehir, şehirler şehri.

Bu upuzun şehir nasıl ortaya çıktı?

Karadeniz Sahilinde geçmişte karayolu yokken yerleşmeler arasında ulaşım denizyoluyla sağlanıyordu. Her biri bir ırmağın azmak adı verilen düzlüğünde kurulu bulunan bu küçük liman yerleşmeleri zamanla büyüyüp çevrelerine doğru gelişmeye başladılar. Esas gelişme 1950’lerden sonra ortaya çıktı. Bu arada karayolu devreye girdi, deniz yolu unutuldu.

Arazi yapısı düz olmadığı için şehir ve kasabalar ışınsal olarak her yöne gelişemedi. Biraz ırmaktan içeri (güneye) doğru girdiklerinde sel ve taşkın riski önlerini kesti. Yamaçlara doğru da çıkmakta zorlandılar, çünkü heyelan tehlikesi vardı. Sonuçta yerleşmeler doğu-batı yönlü, kıyıya paralel ve çizgisel olarak gelişme gösterdi. Her bir merkez geliştikçe diğeri ile yakınlaştı. Zamanla aralar doldu ve birleşmeye başladılar.

Kırdan kente göç ve diğer nedenlerle yerleşmeler kalabalıklaştıkça mekân sıkıntısı arttı. Bu durum bir yandan doğal kıyıların işgaline, diğer yandan da dikey gelişmeye (apartmanlaşmaya) zemin hazırladı. Derken mevcut karayolu şehirlerin içinde kaldı, trafik zorlaştı, yeni ve geniş bir yola ihtiyaç doğdu.

Karadeniz Sahil Yolu gündeme geldi. Bir kısım bilim insanlarımız yol içerden geçsin, kıyılar tarumar olmasın dese de dinleyen olmadı, kıyı çizgisi üzerinden dolgu yapılarak geçirme fikri galip geldi. (Bu arada, ‘madem dolgu üzerinden geçecek bari demiryolu hattı da ekleyin ki ilerde lazım olur’ önerisine de kulak veren çıkmadı).

Hasılı, sahiller taşlarla dolduruldu, doğal kıyılar yok edildi, 2010’lara doğru yol inşaatı tamamlanıp hizmete girdi. Beklenti müthişti. Ulaşım kolaylaşacak, kazalar azalacak, Karadeniz Dünyaya açılacak, ticaret artacak, yaylalar şenlenecek, turizm gelişecek, göç duracak… daha neler neler.

Bunların bir kısmı oldu. Ama hesapta olmayan başka şeyler de oldu. Ne mi oldu?

Göç durmadı, artarak devam etti. Kırlar hızla boşaldı. Bir kısım nüfus bölge dışına giderken, bir bölümü de sahile indi.  Ulaşım kolaylığı dışa göçle beraber, dışardaki (büyük şehirlerdeki) emeklilerin geri dönüşüne de vesile oldu. Bunların çoğu köylerine değil, sahil boyuna yerleşti. Bu gelişmeler yaylalara çıkışı da kolaylaştırdığı için yaylalar üzerindeki yapılaşma baskısı arttı. Ucube evler arasında katı atıklar görünür hale geldi, sular kirlendi, egzoz gazları sislere karıştı.

Ulaşım kolaylığı ticareti de vurdu. Küçük kasabalardakiler alışveriş için daha büyük merkezleri seçince aradaki merkezler ticari anlamda gölgede kalıp çöküşe geçti.

Trafik güvenliği tehlikeye girdi. Deniz karşıda kaldı yayalar kazaya kurban gitmesin diye araya bariyerler kondu, insanlar 50 m karşıdaki deniz kıyısına ulaşmak için kavşak, üst geçit, alt geçit aradı, kilometrelerce doğuya ya da batıya gitmek zorunda kalanlar var. Her yere yaya geçidi yapılamadı, alt geçit yapıldı onları da (deniz seviyesine yakın olduğu için) su bastı. Üst geçitler yapılsa da (hepsi asansörlü olmadığı için) engelliler mağdur oldu.

Şehir ve kasaba geçişlerinde plansızlık nedeniyle bir şerit otoparka dönüştü. Trafik daha da sıkıştı. Hız sınırlamaları milleti canından bezdirdi. Çevre yolları yapımı gündeme geldi, çok azı gerçekleşti.

Yola paralel yapılaşma (daha önce “Laz Seddi” adını verdiğimiz) büyük bir duvara dönüştü, şehirlerin arkada kalan kısımlarını perdeledi. Tıpkı İzmir’in imbat rüzgarlarını kesen Kordonboyu’na benzer bir durum ortaya çıktı. Fakat burada İzmir gibi kat sınırlaması yok. Herkes kafasına ve bütçesine göre göğe doğru yükselme telaşında. Bunlar şehirlerin denizden gelen temiz havasını kesti. Ünye, Fatsa, Ordu ve diğer birçok şehir özellikle kışın hava kirliliği ile boğuşmaya başladı.

Karayolu ve köprüler her yağmurda baraj olup su baskınlarına ve sellere neden oluyor. Şehirlerin gelişme alanları dere yataklarını tehdit ettikçe felaketin boyutları artıyor.

Doğal kıyılar koca koca kayalarla doldu, kıyı boyunca balık üreme alanları yok oldu, katı atıklar sorun oldu, kanalizasyonlar denize deşarj edilirken, yaylalardan tertemiz doğan güzelim dereler sahile ulaştıklarında içilemez hale geldi. Türkiye’nin suyu en bol bölgesinde şişe suyu satışları patladı.

Bu konuda daha yazacak, söylenecek çok şey var[1]. Anlayana bu kadar yeter.

Bugün Samsun’dan Sarp’a 500 km’lik çizgisel bir şehir var. İdari anlamda kesik kesik, her birinin derdi aynı, çözümü aynı. Fakat idarecisi ve çözecek aklı farklı. Ortak sorunlar ortak akılla çözülür, birlik olmak lazım.

Diyoruz ki Samsun’dan Sarp’a uzanan bu upuzun şehre hep beraber sahip çıkalım. Karadeniz Sahil Belediyeler Birliği kurulsun, ortak hareket edilsin. Bu sorunlar tek başına çözülmez, yerleşmeler artık birleşmiş durumda, ayrı gayrı yok.

Dünyanın bu en güzel sahili korkunç bir beton yığınına dönüştü, mavi ve yeşilin arasına apartmanlardan oluşan kocaman bir set girdi. Estetikten yoksun, ucube mi ucube. Yarın bir gün yıkalım deseniz yıkılmaz, yenilenmesi veya kentsel dönüşümü zor, çünkü aktar çevir yapacak yer yok. Ne olur bu kötüye gidişe, çirkin mi çirkin yapılaşmaya bir dur diyelim. Hiç olmazsa bundan sonrasını kurtaralım. Sessiz kalmayalım gelecek nesiller bunun hesabını bize sorar. Heyyyy!!!..  Sesimizi duyan var mı?   

[1] Fazla bilgi için bkz.http://tucaum.ankara.edu.tr/wp-content/uploads/sites/280/2015/08/semp5_15.pdf

/Cevdet YILMAZ
20 Kasım 2018

19 Kasım 2018 Pazartesi

Karadeniz Sahil Yolu İzlenimleri - I (LAZ SEDDİ)

Konumuz Karadeniz Sahil Yolu güzergâhı ile ilgili. (Samsun kısmını atlayarak) Ünye’den başlayıp Hopa’ya kadar yaklaşık 500 km uzunluğundaki çizgisel şehre SAMSA, yine (Samsun’dan Sarp’a gidiş istikametinde sağ taraftaki) büyük ölçüde apartmanlardan oluşan beton bloğa da LAZ SEDDİ adını verdim.

Samsa’yı sonraya bırakıp, bugün “Laz Seddi”nden bahsedelim.

İsim nereden geliyor derseniz? Şöyle ki; 1986’da öğretmen olarak Sivas’a gittiğimde oradaki arkadaşlar (Sinoplu olduğumu söylememe rağmen) bana “aha, bir Laz öğretmen daha geldi” dediler. Biz Sinoplulara göre kültürel anlamda Lazlar taaa Rize’nin doğusunda Arhavi, Pazar, Hopa civarında olsalar da, meğer İç Anadolu’ya göre Karadeniz’den gelen herkes Laz kabul ediliyormuş. Bu durumda söz konusu bu seddi kim inşa etti?  Karadenizliler. (Karadenizli kim? İç Anadolu’dakilere göre Lazlar). Böylece biz de (Çin Seddi’ne nazire olsun 3 harfi geçmesin, biraz espri biraz da akılda kalsın diye) bu ucube görüntünün adını “Laz Seddi” koyduk.

Şimdi Laz Seddine dönelim. Samsun’dan Trabzon istikametine gidenlerin malumu olduğu üzere, yolculukları esnasında sağ tarafa baktıklarında, Terme’den sonra Çarşamba Ovası bitip de karayolu sahile vurduğunda, yaklaşık Ünye civarından başlayarak Hopa’ya kadar (birkaç yıla kalmaz, aradaki boşluklar da dolduğunda) yüzlerce kilometre uzunluğunda kesintisiz beton bir blokla karşı karşıyayız.

Bu set eskiden yoktu. (1950 sonrasından bahsediyorum). Karadeniz Sahil Yolu ise (bugünkü bölünmüş haliyle olmasa da) yine vardı. Bu yol boyunca; yaylalardan doğan akarsuların Karadeniz’e ulaştıkları ve azmak adı verilen küçük deltalar üzerinde bazı şehir ve kasabalar yer alıyordu. Az çok gelişmiş olanlarının il ve ilçe merkezlerini oluşturduğu bu yerleşmeler biraz doğu-batı, biraz da akarsu boyunca güneye doğru giriyor, (Ordu, Giresun, Trabzon, Rize gibi il merkezlerini hariç tutarsak), hemen hepsi az nüfuslu küçük kasabalardan meydana geliyordu.

Bu yerleşim birimlerinin aralarında, yol boyunca (tek tük evlerden oluşan, yeşillikler içinde kaybolan dağınık yerleşmeleri saymazsak) kilometrelerce boş alan vardı. İç Anadolu’dan, Marmara’dan sair yerlerden gelenler veya aynı güzergâh üzerinden bölge dışına çıkanlar, gittikleri yerlerde bu yolculuğu; “sağa bakınca yeşilin her tonu, sola bakınca masmavi deniz, ah canım Karadeniz” diye ballandıra ballandıra anlatırlardı.

Sonra ne mi oldu?

Karadeniz Bölgesinde köyler hızla boşaldı. Nüfusun önemli bir kısım bölge dışına çıkarken bir kısmı da sahile indi. Şehir ve kasabalar hızla büyüdü. Önü deniz, arkası yamaç, dere içleri de sel, taşkın, heyelan riskli olunca yerleşmeler ister istemez sahil ve karayolu boyunca doğu-batı yönlü olarak, çizgisel bir şekilde büyümeye başladı.

Kırdan kente göçün arkası kesilmeyince, yatay  / çizgisel büyüme bu kez dikey / gökyüzüne doğru büyümeye dönüştü. Binaların kat sayıları hızla arttı, bazı yerleşim birimlerinde 20 katı buldu.

Binalar da bina olsa; sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, balkonlu balkonsuz, inşa halinde veya bitmiş, karma karışık, çoğu yerde bitişik nizam ve en azı ortalama 8-10 kat yükseklikte.  15-20 yıl gibi kısa bir zamanda yüzlerce kilometrelerce uzunlukta, (Sürmene’deki Memişağa Konağı gibi birkaç sivil mimari örneğini saymazsak) hiçbir estetik değer taşımayan “ucube” bir set ortaya çıktı.

Samsun’dan Rize’ye doğru giderken artık sağa bakınca yeşillikler değil işte bu acayip görüntü ile karşı karşıyayız. Halâ arada biraz boşluklar var, oralardan yine de yeşil görünüyor diye sevinmeyin, az kaldı oralar da dolacak.

Evet, Çin meşhur seddiyle geçmişte ülkesini düşmanlarından korudu, bugün turistlere gösterip para kazanıyor. Peki, bizim bu “Laz Seddi” ne işe yarar? Arkalarına aldıkları şehir ve kasabaların denizden gelen havasını kesmek, yol boyunca yeşilliklerle dolu çay ve fındık bahçelerini perdelemek, bulutların arasından uç vermiş güzelim yaylaları, başı karlı dağları görmemizi engellemek dışında, söyler misiniz bu set ne işe yarar?

500 km boyunca kıyı şeridi bu hale gelene kadar nasıl uyuduk (ve uyumaya devam ediyoruz)? Kaş (yol) yapayım derken göz çıkarılmasına / güzelliklerimizin yok olmasına kimler, nasıl sessiz kaldılar? Siz, biz bütün Karadenizliler böyle bir ucube ortaya çıkarken neredeydik? Hadi söyleyin, çekinmeyin. Dünyanın en güzel manzaralarından birini nasıl katlettik?

Daha da kötü olmadan uyanmamız, tedbir almamız gerekmez mi? Neyi bekliyoruz?

(Not: 7 Kasım 2013’te dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar Gelişen Kentler Zirvesi için Samsun’a gelmiş, Atakum Kültür Merkezi’nde “Çağdaş Şehircilik” üzerine bir konuşma yapmıştı. Soru cevap kısmında kendisine tarafımdan böyle bir problemin olduğu hatırlatılmış; “Karadeniz Sahil Belediyeler Birliği” kurulabilir ve İstanbul'daki "Boğaziçi Öngörünüm Yasası”na benzer bir düzenleme yapılarak estetiği önem verilebilir, bu çirkinlik ve kötüye gidiş önlenebilir diye çözüm önerisinde de bulunmuştuk. Cevap çok kısa ve netti: “Hocam biz Belediye Başkanlarına söyledik, artık çok katlı yapılara izin vermeyecekler”).

/Cevdet YILMAZ
19 Kasım 2018
http://www.habergazetesi.com.tr/yazarlar/17633/karadeniz-sahil-yolu-izlenimleri-ilaz-seddi

Çok Canımız Sıkıldı


Gecenin bir yarısı yataktan kalkıp, uçağa binip, yağmurlu bir İstanbul sabahı Sarıyer’e varan sivri akıllılardan biri de bendim…

Biri diyorum, Pazar pidesini sıcak evinde canından çok sevdiklerinle yemek varken, kalkmış Sarıyer’in o meşhur börekçilerinden birinde sabah demlenmesini yaparken,  dükkânın önünde yağmurdan sığınacak mekân arayanları gözlemliyordum…

Hepsi de benim gibi aynı kafadaydılar… Bir yaşam biçimi, bir tutku, bir sevda, bir kalp ağrısıdır Samsunsporluluk… Başka bir şeye benzemez… Yıllardır alt liglerde sürünen Sarıyer’in ne de çok karın ağrısı varmış Samsunspor ile bunu öğrendik!..  Oysa 14 senedir ne o bizim, ne de biz onun kapısını çalmışız… Ama gelin görün ki kazın ayağı öyle değil…

Sözlü tacizin, sert bakışların, hakaret ve küfrün bini bin para…  Sokakta, kahvede, börekçide, kahvede,  stada, kısaca her ortamda…  Ne yapmışız bunlara? Anlamak mümkün değil… Sarıyer’de oturanların yüzde 90’ının Karadenizli olduğuna dikkatinizi çekmek isterim… Maçtan yarım  saat önce başladılar havlamaya, maç boyunca, maç sonunda da sürdürdüler…  Boka bulaşmamak lazım mantığından yola çıkarak, hiç kimse muhatap almadı bu terbiyesiz yaratıkları…

Efendi, efendi, paşa, paşa duyduk, duymazdan geldik…  İstedik ki, sahada verelim cevabı…  Veriyorduk, vermesine de akıllının biri çomak soktu tekere… Harakiri yaptı…

Takımın içini boşaltıp, rakibin gücünü artırdı…  Karşılığını da aldırdı… Güldürmedi ne kendini, ne de bizim yüzümüzü… Yanındakilerde sağ olsun, üç maymunu oynadılar, karışmadılar, müdahale etmediler… Onların da canı sağ olsun, ama bilin isterim ki, çok ama çok canımızı sıktınız…

/Resul AKÇAY
19.11.2018

Çarşambalı Osmanlı Alimleri



Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba, Trabzon vilayetine bağlı Canik sancağının kazasıdır. Tüm Trabzon vilayeti düşünüldüğünde Çarşamba, (Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba'nın idarî sınırları şu anki Çarşamba ilçesinin tamamını, Ayvacık ilçesinin büyük bölümünü, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerinin bazı köylerini kapsıyordu.) vilayetin en önemli ilim merkezlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. 1904 yılı kayıtlarına göre Trabzon vilayetinin tamamında 60, Canik sancağında ise toplamda 23 medrese varken bunlardan 13 tanesinin Çarşamba'da bulunmaktadır. Yine aynı yılın verilerine göre Trabzon vilayeti genelinde 12 kütüphane bulunmakta ve bu kütüphanelerden de 6 tanesi Canik sancağında, Canik sancağındakilerin de 4 tanesi Çarşamba kazasında bulunmaktadır.

Medrese sayısının fazlalığı ve kütüphane imkanlarının oluşu Çarşamba'yı civar kazalar arasında muhakkak ki öne çıkarıyordu. Böylesine bir ilim ortamının olması da Çarşamba'dan çeşitli alimlerin çıkmasına ortam hazırlamıştır. Şimdi bu alimlerden bazılarının hayatları hakkında bilgi vermeye çalışalım.


Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi, H. 1264 yılında (M. 1848) Çarşamba'nın Biçme köyünde doğmuştur. Köy hocası Mustafa Efendi'nin oğludur.

Köyünün sıbyan mektebinde Kur'an-ı Kerim Kıraati ve dinî ilimler tahsil ettikten sonra, Çarşamba Süleyman Paşa Medresesi'nde biraz Arapça sarf ve nahiv tahsili yapmış daha sonra Amasya’da tekrar Arapça nahiv ve dinî ilimler okuduktan sonra biraz da mantık dersi okumuştur. H. 1288'de İstanbul’a gelerek zamanın birkaç büyük üstadından yüksek ilimler tahsil edip Huzur Dersleri Muhataplarından (Ramazanlarda sarayda padişah huzurunda takrir olunan derslere hazır bulunan ilmiye sınıfına kullanılan bir tabir) Kayserili Sabık Müsteşar Hacı Derviş Efendi’nin dersine devamla kendisinden icazet almıştır.

 H. 1295'te yapılan Rüûs (Medrese tahsilini bitirip imtihanda başarılı olanlara verilen beraatın adı) imtihanında başarılı olmuş ve o yıl Beyazıt Camii Şerifi'nde öğretime başlayarak H. 1313 yılında ilk talebesine icazet vermiştir. Bundan sonra aralıksız eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmiştir.

 H. 1303 de yapılan tedris-i ilmi feraiz imtihanında başarılı olarak Beyazıt Camii Şerifinde belirli zamanlarda vazifesine devam etmiştir. H. 1305'te yapılan Fetvahaneye giriş imtihanında dördüncü dereceden kazanarak o yıl Fetvahane Tahtani Pusla (Fetvahane "Pusla Odası", "Fetva Odası" ve "İlamat Odası" olmak üzere üç birimden oluşmaktaydı. Pusla Odasındaki yetkililer sorulan fetvaları bir pusula ile fetva odasına soralardı) odasına devamla H. 1306'da ikinci sınıfa tayin olmuş yine aynı yıl birinci sınıfa terfi etmiş ve H. 1307'de Fetvahane Fevkani Müsvedde odasına müdavim sınıfa kaydolmuş daha sonra kendisine istima’i muhakemat hizmeti de verilmiştir. H. 1322 de mülazım sınıfına (subaylık) kaydolmuş H. 1326 da Fetvahaneden ayrılmış ve H. 1326'da M. 16 Ekim 1908'de 83 oyla Canik (Samsun) mebusu (milletvekili) olarak Meclis-i Mebusan'a  girmiştir. İkinci ve dördüncü devrede de milletvekilliği görevini sürdürmüştür.

 Huzur Derslerine H. 1322 – 1326 da muhatab , H. 1327'den 1331 yılına kadar mukarir (Ramazan aylarında sarayda ders okutan alimlere verilen isim) olarak katılmış, muhatablığında dördüncü rütbeden Mecidî ve Osmanî nişanları ile taltif olunmuştur. İbtidai Hariç İstanbul Müderrisliği ile başladığı medrese hocalığını, medrese hocalığının en üst mertebelerinden biri olan Hâmise-i Süleymaniye mertebesine kadar terfien sürdürmüştür.

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin kabri Fatih Camii türbe kapısının yanındaki hazirenin en sonunda bulunmaktadır. Mezar taşı kitabesinde: "haza kabru ustaz’ilkül Çarşambavî el-Hac Ahmet Hamdi Efendi ruhiçün lillahil Fatiha, sene 1330, 29, Ramazan" yazılıdır.

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin icazet verdiği en meşhur öğrencilerinden biri İsmailağa Cemaatinin önderi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi'dir. Diğer öğrencileri arasında Prof. Dr. Şerif Mardin'in akrabalarından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden Ebül'ula Mardin ve Osmanlı'nın son dönem hattat ve ressamlarından olan Mimarzade Mehmet Ali Bey bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden olan ve 1960 darbesiyle görevine son verilen akademisyenler içerisinde olan Kemalettin Birsen, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur.


Çarşambalı Hüseyin Hüsnü Efendi

Çarşamba ilçesi Şer'iyye Katibi Hacı Mahmut Efendi'nin oğlu olarak h.1289 (m.1872) yılında Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba ve Samsun'da bulunan çeşitli medreselerde tahsil görmüştür. 12 Haziran 1311'de Samsun Şer'iyye Mahkemesi 2. katipliğine tayin olunmuş, 21 Mayıs 1313'te de başkatip olmuştur. H. 1325 senesinden 1327'ye kadar Maraş Andırın'da ve 1328'den 1330'a kadar da İçel'e bağlı Ayaş Nahiyeleri niyabetinde bulunmuştur.1 Mayıs 1328'den itibaren de Makrî (Fethiye) ilçesi niyabetine tayin olunmuştur. 28 Kanunisani 1329 (25 Ocak 1914) tarihinde Ünye kadılığına tayin olunmuştur.


Çarşambalı Mehmet Emin Efendi

Çarşamba Müftülüğü ve Niksar Niyabeti yapmış bulunan Çakırzade Mustafa Rüştü Efendi'nin oğludur. H. 1266 (Aralık 1849) yılında Çarşamba Orta Mahallede doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Hazinedarzade Osman Paşa Medresesi'nde okumaya başlamıştır. İlk olarak Terme'de niyabete başlamış; Alaçam'da niyabette bulunduktan sonra Niksar Şer'iyye Mahkemesine tayin olunmuştur. Babasının vefatı üzerine Çarşamba'ya geri gelmiş ve H. 1292 (1874) yılında Çarşamba Şer'iyye Mahkemesi katipliğine tayin olmuştur. H. 1301'de Sivas Vilayeti Merkez Şer'iyye Mahkemesi katibi olmuştur. Niyabete kabulüyle beraber Teşrinievvel 1300 (1884) yılında Sivas Gürün Naibi olmuştur. Daha sonrasında ikişer yıl aralıklarla Milas (Hamidiye), Tenûs, Islahiye, Koçgiri, Hafik, Bafra, Çarşamba, Tirebolu, Ordu, Sarmaşıklı (Bünyan-hamid) ve Aziziye kazaları niyabetinde bulunmuştur. En son Ağustos 1328'de (1912) Alucra kadılığına tayin olmuş ve Eylül 1330'da (1914) emekliye ayrılmıştır.

Çarşambalı Mehmet Emin Efendi'ye İbtidaî Dahil Edirne müderrisliği ruûsu verilmiştir. Daha sonra, İzmir, Edirne Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi (Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi ilmî yönden kendini kanıtlamış ulemaya verilen payelerdendir) ile taltif edilmiş ve kendisine dördüncü rütbeden Osmanlı Nişanı verildi. 


Çarşambalı Mustafa Hilmi Efendi

Mehmet Ağa'nın oğlu olarak Mart 1269'da (Mart 1853) Çarşamba'nın Alibeyli köyünde doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Çarşamba'da bulunan Arnavut Ali Bey Medresesi'nde Çarşamba eski Müftülerinden Müderris (öğretmen) Ali Zihni Efendi'den ders okumuştur. 1288'de Amasya'ya gitmiş ve orada  Müderris Şirvanîzade Hacı Mustafa Efendi'den ders okumuştur. Hocasından 1299 yılında icazetname aldıktan sonra burada Müderris Erzurumlu Ömer Efendi'den de Feraiz (Miras Hukuku) okuyarak icazet almıştır.

1300 (1884) yılında Çarşamba'da bulunan Osman Paşa Medresesine müderris olarak tayin olunmuş burada bir süre görev yaptıktan sonra henüz 33 yaşında iken Mart 1302 (1886) yılında Çarşamba Müftüsü olmuştur. Şahsına İbtida-i Hariç Edirne Müderrisliği, Hareket-i Altmışlı ve Musıla-i Süleymaniye terfileri verilmiştir.

28 Kanunisani 1321'de (1905) Çarşamba Müftüsü olarak görev yapmakta iken müftülük görevinden azledilmiştir.


Çarşambalı Osman Fevzi Efendi

Rum Mehmet Paşa ahfadından (torunlarından) Çarşambalı el-Hac Süleyman Sabri Efendi'nin oğlu olarak H. 1257 (1842) de Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba'da ilk öğrenimini gördükten sonra medresede Arapça ve dinî ilimler okumuş, feraiz (miras hukuk) okumuş ve iki icazetname almıştır. H. 1271 yılında İstanbul Bab Mahkemesi'ne girmiş ve Hz. 1289'da Boğazlıyan daha sonra Kastamonu'ya bağlı Ereğli, 1297'de Merzifon, 1300'de Goryan, 1304'de Tirebolu, 1306'da Marmara Ereğli, 1307'de Tırnova, 1309'da Buka, 1314'de Baalbek, 1317'de Umran, 1323'de Eceabat niyabetinde bulunmuş Haziran 1325'de (1909) görevden ayrılmıştır.

H. 1295'te taşra ruusuna erişmiş ve Muharrem 1309'da (1891) Müsila-i Süleymaniye müderrisliği derecesine terfi etmiştir.


***

Ebül'ula Mardin, "Huzur Dersleri" adlı kitabında Ramazan aylarında sarayda yapılan huzur derslerine katılan alimlerin isimlerini listeler halinde vermektedir. "Çarşambalı" ön adıyla burada kayıtlı birçok isim bu kitapta yer almakta ve Ebül'ula Mardin, ismi anılan bazı alimlerin hayatları hakkında da bilgi vermektedir. Fakat anılan kişilerin tamamının hayatları hakkında kitapta bilgi verilmediğinden "Çarşambalı" olarak nitelenen bu kişilerin İstanbul Fatih'te bulunan Çarşamba semtinden mi yoksa Samsun Çarşambadan mı oldukları tam anlaşılamamaktadır. Bu isimlerden bazıları şöyle: Çarşambalı Muhammed Efendi (Ayaklı Kütüphane diye meşhur), Çarşambalı Said Efendi, Çarşambalı Mustafa Efendi (H. 1247'de saray hocalığına tayin edilmiş, Yeniçeri ocağı kaldırılırken de sarayda hazır bulunanlardandır.), Çarşambalı Mehmed Efendi, Çarşambalı Mehmed Said Efendi, Çarşambalı Hacı Muhammed Said Efendi, Çarşambalı Veliyyüddin Efendi...

Not: Yazının hazırlanmasında Ord. Prof. Dr. Ebül'ula Mardin'in "Huzur Dersleri" (İsmail Akgün Matbaası, İstanbul, 1951.) adlı eserinden ve  Sadık Albayrak'ın "Son Devir Osmanlı Uleması 1-5" (Medrese Yayınevi, İstanbul, 1980.) adlı eserinden istifade edilmiştir.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Ortalama Ömür, Ortalama Yaşam Beklentisi ve Mezarda Emeklilik


Son yıllarda, hatta son günlerde üzerinde en çok tartıştığımız konulardan biri de “erken emeklilik”. Önce şunu belirtelim ki belli bir çalışma süresinin ardından yorgun ve güçsüz düşen bedenin dinlendirilmesi tabi ki doğal bir haktır. İnsanlar çalıştıkları süreye ve ödedikleri prime bakılarak belli bir yaşa geldiklerinde, ya da güçsüz duruma düştüklerinde, belli bir ücret karşılığı elbette emekli olmak isterler. Çalışırken yapamadıklarını yapmak, ölmeden önce biraz dinlenmek ve sağlıkları elverdiği ölçüde gezmek dolaşmak her çalışanın hakkıdır. Buraya kadar tamam. (Bu arada Allah korusun çalışma esnasında kaza geçiren, malulen emekli olanları ayrı tutuyoruz, konumuz normal şartlarda gerçekleşen emeklilik).

Şimdi konu başlığındaki sıraya göre meseleyi ele alalım. Bir ülkede ölenlerin toplam yaş miktarının ölüm sayısına bölünmesi ile ortaya çıkan rakam “ortalama ömür” olarak tanımlanır. Misal; bir kişi 2 yaşında, diğer kişi 80 yaşında öldüyse 80+2: 82, 82/2: 41. Bu iki kişinin yaşadığı yerde ortalama ömür 41’dir. Bir ülkede 5 yaş altı nüfus yani “bebek ölümü” ne kadar çoksa ortalama ömür o kadar düşüktür. (Günümüz bazı Afrika ülkelerinde ortalama ömrün 40 yaş civarı olması, oradakiler kırkından fazla yaşamadıkları için değil, bebek ölümleri çok yüksek olup ortalama ömrü aşağı çektiği içindir). Türkiye’de 1980 öncesi bebek ölüm oranları binde 150, buna bağlı olarak ortalama ömür de 55 yaş civarındaydı. 1980 sonrasında aşı kampanyaları, sağlık ve eğitim şartlarındaki iyileşmeler vb faktörlerin etkisi ile günümüzde bebek ölüm oranları binde 10’lara kadar düşürülmüş, buna bağlı olarak da ortalama ömür 70 yaşa çıkmıştır. 

Bir ülkede (bebek ölümleri hariç) ileri yaşta ölenlerin ortalaması ise “ortalama yaşam beklentisi” (veya ‘doğuşta beklenen yaşam süresi’) olarak tanımlanır. Misal; 3 kişiden biri 70, biri 76, biri de 80 yaşında ölsün. 67+75+86:228, 228/3:76. Böyle bir ülkede ortalama yaşam beklentisi 76 yaştır. Gelişmiş ülkelerde ortalama yaşam beklentisi 80’in üzerine çıkmış, Türkiye’de ise 2017 yıl sonu itibarıyla 78 yaş olup, yükselmeye devam etmektedir.

Gelişmiş ülkelerde emeklilik yaşı ortalama yaşam beklentisine göre belirlenmektedir. Ortalama yaşam beklentisi 80’in üzerine çıktığı, arkadan da yeterli genç nüfus gelmediği için gelişmiş ülkeler emeklilik yaşını 65’e çıkarmışlar, İsveç ve diğer bazı ülkelerde bugünlerde 70’e çıkarılması gündemdedir.

Türkiye’de ise geçmişte ortalama ömür ile ortalama yaşam beklentisi karıştırılmış, ortalama ömre (55 yaşa) göre emeklilik yaşı belirlenmiştir. (Bu yanlış bilerek mi yapıldı, bilmeden mi onu bilemiyoruz. Fakat o dönemin, yani 1980 öncesinin siyasî şartlarını da göz ardı etmeyelim. Yani; kalkınma durmuş, enflasyon uçmuş, işsizlik artmış… böyle bir ortamda yeni istihdam yaratamayınca milleti eken emekli edip, onların yerine mevcut işsizleri yerleştirmek çözüm olarak görülmüş olabilir. Malum olduğu üzere, SSK’nın iflasıyla sonuçlanan bu durum günümüzün siyasî malzeme konularından biridir).

1980 öncesinde ortalama ömrün 55 yaş olduğu ülkemizde 35-40 yaşında emeklilik yadırganmamıştır. O dönemin eğitim sisteminden geçen, bugünün kelli felli sendikacıları da Türkiye’de ortalama ömrü 55 olarak ezberlemişler, bir daha bu bilgilerine format atma gereği duymamış olacaklar ki, halâ ortalama ömrü 55 olarak ele almakta, devletin kadınlarda 60, erkeklerde 65 yaş kararını, öldükten 5 yıl sonra emekli olacakları (!) İddiasıyla, meydanlarda boş tabutlar eşliğinde “mezarda emekliliğe hayır” diyerek protesto etmektedirler.

Sonuç olarak Türkiye’de bebek ölümleri binde 150’lerden binde 10’un altına (2017 yıl sonu itibarıyla 9,2’ye) düşürülmüş, buna bağlı olarak ortalama ömür 70’e çıkmış, ortalama yaşam beklentisi ise 78 yaş civarına ulaşmış, 80’lere dayanmıştır. Buna bağlı olarak, tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi, Türkiye’de emeklilik yaşının yükseltilmesi doğru bir karardır.

Aksi durumda, gelişmiş ülkeler için bile büyük problem olan böyle bir yükü, Sosyal Güvenlik sistemimiz taşıyamaz. Tabi ki emeklilerimize hayatlarının geri kalanını insanca devam ettirecek maaş verilmek şartıyla.

/Cevdet YILMAZ
05 Kasım 2018

31 Ekim 2018 Çarşamba

Kırdan Kente Beyin Göçü


Başlık elbette dikkatinizi çekmiştir ve “bu ne iş, biz beyin göçünü geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru olduğunu biliyorduk, bu da nereden çıktı” diyebilirsiniz. Evet, doğru biliyorsunuz, fakat biraz eksik biliyorsunuz. Yıllar önce Muğla’nın Ula kazası ile ilgili araştırmasında ABD’li bilim İnsanı Peter Benedict Ula kasabasının geri kalmasını kırdan kente beyin göçüne bağlamış ve kitabının sonuç kısmında şöyle bir tespitte bulunmuştur; “Çok bilinenin aksine beyin göçü sadece geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere olmaz. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde kırsal kesimin geri kalmasının arkasında yatan asıl nedenlerin biri de kırdan kente beyin göçü yani nitelikli insan göçüdür”.

Şimdi konuyu biraz açalım. Türkiye’de özellikle 1980’lerden sonra yoğun bir kırdan kente göç süreci yaşanmış, bu süreç 1990’larda zirve yaparak, 2000’li yıllarda azalma eğilimine girse de halen devam etmektedir. 2000’li yıllarda göçün yavaşlaması kırın kendini toparlaması ve geçim şartlarının iyileşmesinden ziyade, kırda göç edecek “aktif nüfus” kalmamasıyla ilgilidir.

Kırdan kente göç sürecinde etkili olan faktörleri biz (her biri ayrı bir yazı konusu olduğundan burada ayrıntıya girmiyoruz); itici, iletici, çekici ve siyasi faktörler olarak dört başlık altında ele alıyoruz.  Bu süreçler sonucunda da kırlar boşalıyor.

Göçlerle ilgili teorik yayınlarda temel bir madde vardır. O da “göçe katılan nüfus aktif nüfustur (bunun devamında geride kalan nüfus da pasif nüfustur)”. Burada aktif nüfustan kasıt; girişimci, maceraperest, geri gelmeyi düşünmediğinden gittiği yerde tutunmak zorunda olan, parası varsa parasına, yoksa bilgisi veya becerisine, yoksa sağlığına ve beden gücüne güvenen, genç dinamik insanlardır. Bilgi ve beceri ile genç ve dinamik olma bir araya geldiğinde “aktif beyin gücü” karşımıza çıkmaktadır.

Bu kısa açıklamaların ardından Türkiye kırlarına gelelim. Ülkemizde kırdan kente göç süreci ile kırlar aktif, genç ve dinamik nüfuslarını şehirler lehine kaybetmektedirler. Bu süreç sonucunda Türkiye kırları son yıllarda büyük bir çöküş yaşamaktadır. Biz bu çöküşü tarımsal ve hayvansal üretimimizin düşmesinden ve bu ürünlerin fiyatlarının bir türlü aşağı çekilememesinden, ithalat yoluyla tarımsal ürün açığımızın giderilmeye çalışılmasından net olarak anlıyoruz. Bu arada Hükümetlerimizin de giderek artan sayıda çeşitli teşvikler, sübvansiyonlar ve daha birçok uygulama ile kırsal kesime destek verdiğini fakat ne hikmetse (hayvancılık ve et üretimi örneğindeki gibi) bu teşviklerin bir işe yaramadığını da görüyoruz.

Bugüne kadarki; gübre, tohum, ilaç, mazot yardımı, 1000 köye 1000 ziraat mühendisi vb maddi, manevi ve ilmi anlamda tarımsal desteklerden netice alınamaması, bunlara ilave olarak son yıllarda devreye giren; miras yoluyla tarım topraklarında bölünmenin önlenmesi, devlet arazilerinin kiraya verilmesi, yeni hal yasası vd. uygulamalardan da olumlu bir netice alınıp alınamayacağı hususları da aslında tamamen kırdaki “aktif beyin gücü”yle alakalı bir durumdur.

Yine bilindiği üzere artık köylü üretecek, Devlet (Tekel) satın alacak aşaması çoktaaan geride kaldı. Artık köylülük yok, (ihtiyacı dışında) artı ürün elde edip bunu pazarlama anlamında tarımsal üretim ancak çiftçi olmakla mümkün. Çiftçi; toprağına bakacak, koruyacak, kimyasallarla onu sömürmeyecek, yetmez, toprağını ilanihaye çocuklarına ve torunlarına miras olarak bırakacak bir düşünüce yapısına sahip olacak. Bunlar da yetmez; yetiştirdiği mahsule talep var mı? Pazar şartlarını araştıracak, içerde (başka bölge ve yörelerde) mahsulüne rakip var mı? Ürettiği mahsulün fiyatı, bundan elde ettiği gelir giderini karşılıyor mu? Dış piyasalar ve ithalat rejimi onun mahsulünü etkiliyor mu, bunları da bilecek. Uzun lafın kısası köyde kalan kişiler çiftçilik yapmak istiyorsa (çünkü Devlet bunun için teşvik veriyor, destekleme alımları yapıyor, sübvansiyonlar uyguluyor), bütün bunları takip etmek, bilmek ve yapmak zorunda. Artık kafasına göre talep olmayan mahsulü yetiştirip, pazar bulamayınca da “nerde bu devlet nerde bu millet” deme lüksüne sahip değil.

Şimdi soruyoruz? Kırsal kesimde bu işi yapacak “kafası çalışan aktif nüfus” kaldı mı? Maalesef kalmadı. Kırsal kesimde tabi ki halâ köylü nüfus var. Kim bu köylüler? Gurbetçilik yapmış emekli maaşı olanlar, kıytırık tarım ve hayvancılık işleriyle uğraşanlar, tarlasına fındık dikip hafta sonları ya da yılda birkaç ay uğrayanlar, geri kalanı geçim tipi faaliyet sürdürenler. 

Esas soru şu: Çiftçi nüfus var mı? Yani piyasayı takip eden, arz ve talebe göre üretim yapan, geniş topraklarda makine gücüyle birim alandan daha fazla verim elde etmenin yollarını bilen, nihayetinde marketlerle pazarlık edip uygun fiyata tüketiciye ulaştıran, kısaca köylerimizde bütün bu becerilere sahip olan, dahası köyde geri kalanlara da bu yönde önderlik edebilecek, onları örgütleyebilecek çiftçi nüfus kaldı mı?

Elbette Türkiye genelinde bu tanıma uygun bir miktar çiftçi nüfus vardır. Bizim bu sorudan kastımız Türkiye yüzölçümü ve toplam nüfusuna göre yeterince çiftçi nüfus var mı? Cevap; bize göre “Yok”.

Peki, kırsal kesimde kooperatifleşerek, ulusal marketlerle pazarlığa oturup mahsulünü değerine tüketiciye ulaştırmak için kırsal kalkınmanın motoru olacak çiftçi birlikleri kurarak, buna üye olup birlikte hareket edecek kadar bilinçli çiftçi nüfus bir köyde, bırakın bir köyü bir ilçenin bütün köyleri bir araya gelse, böyle bir çiftçi örgütlenmesini gerçekleştirecek sayıda kırsal kesimde aktif, kafası çalışan insan kaldı mı? Cevap; bizce yine “Yok”.

İşte Türkiye’de kırdan kente göçün ortaya çıkardığı esas sorun budur; kırın aktif nüfusunu ve beyin gücünü koruyamaması, bunları şehre kaptırması.

Bu gidiş nereye? Kırda aktif nüfusu tutamazsak Türkiye kırları giderek artan bir hızda; kışı şehirde yazı köyde geçiren emeklilerin, gurbete çıkmaya cesareti olmayan pısırık insanların, hayatlarını gurbetteki çocuğundan gelen parayla sürdüren köylülerin, köylerini dinlenme yeri (yazlık) gibi kullanmaya başlayan şehirlilerin mekânı olacak, asıl olan tarımsal üretim hobi olarak yapılacaktır.

Peki, köyde kalan, ya da mevsimlik olarak köye uğrayan böyle bir nüfusla tarımsal kalkınma mümkün mü? Bizce değil. Böyle bir kırsal yapı ile Türkiye’de tarımsal problemler çözülemez, tarımsal üretim arttırılamaz, tarım ürünleri açığının ithalat yoluyla karşılanmasından başka çare kalmaz, dış ticaret açığı bir de bu yüzden kapanmaz.

Çare; tarımsal kesim için aktif nüfusu kırda tutarak, bunların eğitilmesi ve ekonomiye entegre edilmesidir. Tamam köy çocuklarını eğitip köye gönderip toplum önderi yapmaya çalışan Köy Enstitülerinin zamanı geçti ama aradan bunca yıl geçmiş, sormazlar mı; “yerine ne koyduk?”. Cevap; yine “hiç”.

Olaya tarımsal üretim açısından baktığımız için daha kötü bir durumla karşı karşıyayız. Nedir o? Şu anda biz tarımsal kesimdeki çocuklarımızı da şehirli eğitim sisteminden geçiriyoruz, eğitim süreci yoluyla kırdan devşirip şehre gönderiyoruz. Yani babalar oğullarına çiftçiliği benimsetemedikleri gibi, devlet de bu işe (zorunlu eğitim, taşımalı sistem, tarım meslek liselerinin amacından sapması, masa başı çalışan ziraat mühendisleri yetiştirmek gibi acayip gerekçelerle farkında olarak ya da olmayarak) takoz oluyor. Sonuçta çiftçinin çocuğu çiftçi değil, şehirde memur ya da işçi oluyor, babası yaşlanınca onu da şehre yanına alıyor, köyler bir de böyle boşalmaya devam ediyor. Sonra da; “ne olacak halimiz” diyerek sorgulamak ve çözüm aramak yerine, memleket bizim değilmiş gibi “ne olacak bu memleketin hali” diye kenardan serzenişte bulunuyoruz. Yazık, çok yazık.

/Cevdet YILMAZ
31 Ekim 2018

30 Ekim 2018 Salı

Patent, Marka, Coğrafî İşaret ve Endüstri 4.0 II

 Endüstri 4.0 nedir? Gelecekte bizi bekleyen teknolojik bir gelişmeymiş, yakalayamazsak mahvolurmuşuz gibi söylemleri çok duyar olduk. Yaşamadık, görmedik bu yüzden tam olarak ne olduğunu, ne getireceğini bilmiyoruz. Fakat siyasetçilerimizin dilinden düşmüyor, 1, 2, 3. Sanayi Devrimlerini kaçırmışız, bari Endüstri 4.0’ı kaçırmayalım diyorlar. Bilerek mi söylüyorlar, bilmeden mi onu da bilmiyoruz.

Yukarıda patent, marka ve coğrafi işaret konusuna değindik. Bunlardan patent ve markada çok geride kaldık. Coğrafî işaret konusunda birşeyler yapabiliriz gibi görünse de bizim herhangi bir yöremizden o yöreye ait bir ürünü büyük miktarlarda dünyaya satamadığımız takdirde çok da bir kıymeti yok.

2023’e doğru gittiğimiz bu günlerde böylesine bir karamsarlığa kapılmışken yazılım konusu devreye girdi ve dendi ki “elinizde bilgisayar varsa, yabancı ülkelere el açmadan onunla yaptığınız yazılımlar sayesinde bu dünyada siz de kendinize yer bulabilirsiniz”. Önümüzdeki yıllar “endüstri 4.0” dönemidir ve biz bunu aman ha kaçırmayalım.

Evet elimizde bilgisayarlar vardı ve biz (sanayide olduğu gibi; enerji, hammadde, pazar, işçi, sermaye vd. olmasa da) bu denilen yazılımları yetişmiş ve yetişecek beyin gücümüzle yapabilirdik. (Taaa ilkokullardan başlayarak kod yazma becerisi kursları açmaya başladık ya!). Fakat tam havaya girmiştik ki küçük damadın uyarısı konu üzerine bizi tekrar düşünmeye sevk etti. Konu o kadar da basit olmayabilirdi.

ABD’de eğitim gören ve yaptığı İHA ve SİHA’larla ülkemize önemli katkıları olan, bu sayede kim bilir kaç Mehmetçiğin hayatını kurtaran Baykar Makina Teknik Müdürü Selçuk Bayraktar (24.05.2018 tarihli gazetelerde yer alan demecinde) diyor ki; “Endüstri 4.0 Batı’nın yeni sömürme biçimidir ve Endüstri 4.0 ile Türk pazarı bağımlı hale gelecektir”.

Peki bu nasıl olacakmış, yine kendisinden dinleyelim; “Endüstri 4.0, Toplum 5.0 vb. gibi dışarıdan ithal kavramlar, birilerinin kendi markalarını pazarlaması, pazarı yönlendirmesi ve kontrol altına alması için empoze edilmektedir. Bu tip ithal kavramlar aslında bu işin ön hazırlık aşamasıdır. Sonrasında yabancı standartlar ile tüm teknoloji tabanlı ürünlerin belirli kaynaklardan alınması zorunluluğu oluşturulur. Misal; bir uçak parçası üretmek için bilgisayar kontrollü bir makina alacaksınız. Alanın otoriteleri bu makinanın Endüstri 4.0 standardında olmasını şart koşar. Makinayı alıp fabrikanıza kurarsınız, ancak makina ağ üzerinden dış şebekelere bağlı durumda. Gün olur size derler ki, 'Bu makinayla uçak parçası yapamazsın, bu bizim şartlarımıza aykırı'. Bu durumda makinanızı ağ şebekesinden ayırmayı denersiniz, ancak o durumda da makina çalışamaz hale gelir, zira tüm veri tabloları ve ayarları bu ağa bağımlı olmayı zorunlu kılmaktadır. Yine mesela ülkemizden bir girişim yapay zekâya sahip akıllı araç teknolojisi geliştirmiş olsun. Bunu yurt dışına satışı yapılabilmesi için Endüstri 4.0 şemsiyesi altında yabancı otoritelerden izin alınması gerekecek”.

İşte bu son cümleler çok önemli. Neden? Çünkü Sayın Bayraktar’ın ifadesine göre Endüstri 4.0 bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden ziyade, gelişmiş ülkelere hizmet edecek olan bir sistem gibi görünüyor. Peki çare ne? Bayraktar’a göre çare; “Sanayi ve teknolojik alt yapımızın dönüşümü ancak millî kavramlar üzerine inşa edilebilir. Bize başkalarının açık pazarı olmamız ile neticelenecek ve teknolojik açıdan tümüyle dışa bağımlı hale getirecek Almanya’nın Endüstri 4.0’ı, Japonya’nın Toplum 5.0’ı, İngiltere’nin Katapult’u değil, ülkemizi  geliştirme anlamında böyle bir dönüşüm için ‘millî teknoloji hamlesi’ gerek".

Selçuk Bayraktar’ın bu söylemlerinden benim anladığım; Endüstri 4.0’ın patent, marka ve coğrafî İşaretler hegemonyasının bir devamı olduğudur. Gelişmiş ülkeler bu yolla yine gelişmekte olan ülkelerin önünü kesecekler, üstünlüklerini onlara kabul ettirme yollarından biri olarak bu kez 4.0’dan faydalanacaklardır.

Şu anda bile onların yazılımlarını kullandığımız için ne yazdığımızı, internette ne aradığımızı takip etmektedirler. Bugün kendi KOBİ’sinde müstakil üretim yapan bir işletme, (Selçuk Bayraktar’ın ifadelerini doğru kabul edersek), yarın dünyaya açılmak için sistemini 4.0’a entegre ettiğinde, Endüstri 4.0 ile yabancıların takibinde olacak, üretiminin her aşaması izlenebilecektir. Aynen marka ve patentte olduğu gibi, onlara ait zerre miktarı bile olsa bir bilgiyi ya da teknolojiyi asla ve kat’a (parasını vermedikçe, ya da kendi rızaları olmadıkça) kullandırtmayacaklar, gerektiğinde aynı yazılım üzerinden sabote edecekler, ya da mahkemeler yoluyla o işletmeyi kapattıracaklardır. (Nitekim buna benzer bir olayı geçtiğimiz aylarda yaşadık; döviz krizi sürerken uluslararası finans piyasasına entegre olan Halkbank’ın hesaplarına girilerek dövizi aşağı çekildi ve farkına varılıncaya kadar yüzlerce kişi alım yaptı).

Bu durumda kim ne derse desin (bilinen haliyle) Endüstri 4.0, şayet millî yazılımlar geliştirip, millî sanayi hamleleri yapamazsak, halen sömüren ve sömürülen üzerine kurulu dünya düzeninin (gelişmiş ülkeler lehine) devamı için bir araç gibi görünmektedir.

O halde; vakit geçirmeksizin AR-GE’ye önem vermeli, icat ve keşif sayısını arttırmalı, sanayicimiz bunları üretimde kullanmalı, kendi markalarımızı yaratmalı, yöresel zenginliklerimizi tescil etmeli, Endüstri 4.0 için kendi kendimize yeter sistemler üreterek bu dünyada biz de varız diyebilmeliyiz. Bunun için de süper beyinlere, bu beyinleri keşfedecek eğitim sistemine, eğittikten sonra yurtdışına gitmelerini önleyecek, gitse de geri dönmesini sağlayacak millî şuur kazandıracak öğretmenlere ve ailelere ihtiyacımız var. Şu sıralar açıklanan Eğitimde 2023 vizyonu bu istekleri karşılar mı, onu da zaman gösterecektir.

/Cevdet YILMAZ
30 Ekim 2018
http://www.habergazetesi.com.tr/yazarlar/17459/patent-marka-cograf-isaret-ve-endustri-40-ii

29 Ekim 2018 Pazartesi

Patent, Marka, Coğrafî İşaret ve Endüstri 4.0 I


Son ikisi hariç, ilk iki kelimenin manâsını bilmeyen yoktur. Üçüncüsünü birkaç yıldır duyuyoruz, sonuncusunun ne olduğunu henüz kimse anlamış değil. Bu kelimeler ya da terimler öylesine önemli ki, bunların kaynağını, günümüz dünyasındaki önemlerini bilmeden ne bir adım atabilir, ne de dünyada biz de varız diyebiliriz. Şimdi sırayla bakalım:

Osmanlı İmparatorluğu halkının karnını tarımsal üretimle doyuruyor, mevcut zenginliğini de (fütuhat esnasındaki ganimet ve sonrasındaki haraç ve tazminatları bir kenara bırakırsak) ticaretten elde ettiği gelirle sağlıyordu. Osmanlı’ya rakip olan Batı zengin olmak için İpek ve Baharat yollarına alternatif deniz yollarını keşfetti, böylece ticaret denizlere kaydı, Osmanlı kapitülasyonları verse de bir daha eski zengin günlerine dönemedi. Osmanlı çökerken Batı yükselmeye başladı, okyanuslara açıldı, buhar gücünü keşfetti, denizde gemilere, karada trenlere uyguladı. Ulaşım gelişti, hammadde işlendi derken “Sanayi Devrimi”ni gerçekleştirdi ve insan emeğinin yerini makine sesleri aldı.

Sanayi Devrimi süresince peş peşe gelen yenilikler, icatlar, keşifler Batılı ülkeler için önem kazandı. Herkes kendi buluşuna sahip çıkarak bunları makinelere ve diğer yeniliklere adapte ettiler. El emeğinin yerini makineyle seri üretim süreci aldı, sermaye çoğaldı, gelir arttı, kâr katlandı. Bu sürecin sonunda bu işe kafa yoran, icat ve keşif yapanların haklarını korumak, aynı zamanda hangi devlete mensupsa onun çıkarına olacak şekilde eski adıyla “alamet-i farika” yeni adıyla “patent” kavramı ortaya çıktı. Artık kimse kendi buluşunu başkasıyla paylaşmıyor, patent kimdeyse ve kişi hangi ülkeye mensupsa onun izniyle o mal üretiliyordu.

Derken ürün (mamül) çeşitliliği artarken, benzerlerin sayısı da çoğaldı. Bu kez her ülke firma bazında ürettiği mamulü “tescil” ederek koruma altına almaya başladı. Piyasada tutulan ve talep gören bir mamulü başkasının taklit etmesine izin vermedi. Bunun sonucunda “trade mark”, diğer adıyla “ticari marka”lar ortaya çıktı.  (Bu arada yazılan eserler için de ”telif hakları” devreye girdi, onu da başka bir yazıda ele alırız).

Yakın yıllara kadar patent ve marka hayatımızda öylesine etkin oldu ki adeta kutsal kitap derecesinde taklit edilemez, emsali yapılamaz, izinsiz asla ve kat’a çoğaltılamaz gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Zamanla alıştık (ya da alıştırdılar), demek ki bu iş böyleymiş, icat eden ile markayı geliştiren bunlar üzerinde her türlü hakka sahipmiş, aman ha taklit edersek başımıza ne iş gelir diyerek korkmaya başladık. Bir kısım vatandaşımızın her şeyi göze alarak yaptıkları taklitleri merdiven altı üretim deyip küçümsedik. Bazen de aynı kalitede malın yerli taklidini bırakıp, verdiğimiz paranın döviz olarak yurtdışına gittiğini bile bile) sırf orjinalini almak zorundayız diye,  3-5 kat para vermeye razı olduk.  Çare; kendimiz icat etmeli, markamızı biz oluşturmalıydık fakat atı alan çoktaaaan Üsküdar’a varmıştı.

Geçmişte Japonya, sonra Kore ve Çin Batılı mamulleri taklit ederek çok önemli mesafe kat ettiler. Tam biz de o yola girmişken aniden kuşatıldık ve bize şu anda bir milim adım attırmıyorlar. Uluslararası anlaşmalar ve koruma kanunları neticesinde bırakın yurtdışında üretilen bir mamulü taklit etmeyi, Türkiye’de üretilip üzerine yabancı marka vurulan bir pantolonun ismi bile taklit edilse, o ürünün satıldığı dükkân basılıp esnafımız cezalandırılabiliyor, malları müsadere edilebiliyor. 50 yıldır ürettiğiniz arabaya Tofaş da deseniz, Anadol’da deseniz bir yerinde FIAT, ya da Ford yazmak zorundasınız. Onların izin verdiği kısımları izin verdikleri oranda üretebilirsiniz.

Derken, birkaç yıl öncesinde Yunanlıların Antep baklavasını “Yunan tatlısı” gibi tescil ettirme girişimleri üzerine “coğrafî işaret” kavramı ile tanıştık. Aslında bu kavram Türkçeye yanlış tercüme edilmişti. Doğrusu “nesi meşhur” anlamına gelen bir kelime olması gerekirdi. Neyse zaman içinde öğrendik ki Avrupa’da bazı yerler kendilerine has mamul ya da üretim şekilleri ile tanınmıştı. Bunların icat, keşif ve markayla alakası yoktu ama, o yerin adının duyulmasını sağlayan bir şeydi. Örnek; Fransa’nın rokfor peyniri, falan yerin ayakkabısı, filan yerin porseleni, İsviçre’nin çakısı gibi.

Misal; bunlardan Rokfor küflü bir peynir çeşidi olup Fransa’da Roquefort kasabasına özgüdür. Coğrafî işaretten kasıt;  Rokfor peyniri Fransa’nın Rokfor kasabasında yapılıyorsa bu ürün oranındır ve Avrupa, ya da dünyanın başka yerinde Rokfor adı taklit edilerek bu peynir üretilemez. Bu isim sadece o yöreye aittir ve (ortada kişi ve şirket olmasa da) oradaki insanların el emekleri, göz nuruyla yarattıkları, dünyaya tanıttıkları bir lezzet olarak kabul edilecek, dünyadan bir talep gelirse o yöre insanı satacak, (işin özü) para o yöreye gidecektir.

Görüldüğü gibi “coğrafi işaretler” bizde; “Kayseri pastırması, Bafra pidesi, Malatya kayısısı” gibi basite alınıp dalga geçilen bir konu iken, Batılı ülkeler coğrafi işaretleri tıpkı patent ve marka tescili yaklaşımıyla çok ciddi olarak ele almışlar ve kendi insanlarının lehine düzenlemeler yaparak bunu da dünyaya kabul ettirmişlerdir. Böylece bu ürünlerin taklidini ve başka yerde izinsiz üretimini yasaklama yoluna giderek (patent ve marka yoluyla gelen üstünlük ve paralara ek olarak) bu yolla elde edilecek hasılatı da yine kendi ülkelerine yönlendirmişlerdir.

Şimdi geldik son olarak endüstri 4.0’a.

/Cevdet YILMAZ
29 Ekim 2018