“O güzel
insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler… !
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapımı bad-ı sabadan gayrı”
Her şehir geçmiş ve bu günüyle ayrı bir hikâyedir.
Geçmiş zamanı anlamak ve duymak için sessizlik gerekir. O sesi duymayı
başarabilirseniz her şehrin kendine has dokusunu, ruhunu hissedebilirsiniz. Bu
ses, duymak isterseniz ancak size ulaşır yoksa zamanla iyice kısılır ve
kaybolur. İnsanlar şehrin, şehirlerde insanların dünyasına dokunamadan öylece
birbirlerinin yanından geçip giderler. Geçmiş zaman olur ki iki yabancı olup
çıkarsınız.
Her şehrin
kendine ait bir ruhu olduğuna inanıyorum. Bu ruhu yaşatan, bir musiki, bir
renk, bir taş yapı olabilir. Bu değerler geçmişimizle aramızda bağ kuran
köprülerdir. Gelişen, değişen dünyaya karşı unutulmuşluğuyla kaderlerine terk
ediverdiğimiz, kentlerin orta yerinde fark edilmeyi bekleyen, derin ıssızlıkta
yaşayan mekânlar. Bu mekânlardan biri de Bedestenler! Şehir içinde ufak
şehircikler. Şehrin tam da orta yerinde bir o kadar kuytu köşede kalan
şehircikler. Körebe oyununda hep onlara saklanmak düşmüş. Bu nedenle midir
bilinmez küçülmüşler birer beden.
1975 yılı
yapımı ”Bir Araya Gelemeyiz” filminin bir sahnesinde Orhan Gencebay, Ziya
Gökalp Caddesinde yürürken Bedestenin içinden çekilen tek kare sahne ve filmin
ismi, nasılda anlatır, yüzlerce yıllık tarihimizle aramızdaki kopukluğu. Oysa
geçmiş, katre kaya tuzu gibidir kolay kolay erimez.
Geçmiş
zamana ziyaret beni heyecanlandırıyor. Kendimi kentin beton yığını soğuk
sokaklarına atıyorum. Her adımda kentin utancı, ağzı insanı yutacakmış hissi
veren koca koca loğar kapaklarıyla göz göze geliyorum. Kentin havasında
kimliksiz kötü kokular. Boğuluyorum. Nefes alamadığımı hissediyorum. Yaşadığım
şehri keşfetmek onun ruhuna dokunmak niyetindeyim. Islak kentte hava yine gri. Yağmur
çise çise omuzlarımdan dökülüyor. Ben hızlı adımlarla beni kentin arka
bahçelerinde gezdirecek dostlarımla buluşma telaşındayım. Yağmuru hissetmiyorum
bile.
İ.Ö.VIII. yüz yılda Milet Göçmenleri tarafından
kurulmuş 1869 yangınında küle dönmüş “Kara Samsun “un sokaklarında bir yanımda
Lefkıyadis Hristaki Zevcesi Eleni diğer yanımda Hazinedarzade Süleyman Paşanın
zevcesi Keriman Hanım. Geçmişe ziyaretimde beni yalnız bırakmıyorlar.
Mimar Briyo’nun, şehri birbirine dik kesen cadde ve
sokaklara neden böldüğünü anlıyorum şimdi. Her sokak başından, kuzeye doğru
baktığınızda hırçın Karadeniz limanındaki Ceneviz bayraklı gemileri, yolcu
iskelesinde bekleşen Diyarbakır, Harput, Sivas’tan gelen, Bağdat’a gidecek
insanları aynı anda görebilmek ayrı bir heyecan veriyor insana. Açıkta
demirlemiş gemilerden yükler, kayıklarla kıyıya taşınıyor. Şimendifer
İskelesinde yolcular, Gümrük İskelesinde tütün, kendir ve İstanbul’a
gönderilmek üzere sıralanmış nar rengi armut turşularının fıçıları dizilmiş
sıra sıra. Nar rengi olduğunu gördüğümden değil Eleni Hanım anlatıyor. Bir gün
Uğrarsam ikram sözünü de alıyorum hanilaf arasında.
Bağların, bahçelerin içinde yapılmış kırmızı
kiremitli kimi tek, kimi iki katlı ahşap evlerin arasında ilerliyoruz. Gözüm
kırmızı kiremitli evlerin cihannüması üzerine yuva yapmış leyleklere takılıyor.
Kırık bir tebessüm kaplıyor yüzümü. Sahile doğru ilerliyoruz. Amacımız
Bedesteni talan etme fikriyatı. Eleni Hanım yeni ipek kumaşlar gelmiş
Bağdat’tan diye anlatmaya başlıyor. Hoş kadın, sevdim sohbetini. Ben, kırık
ayrıntı, kaçırmama telaşında pür dikkat kesilmiş inceliyorum etrafı. Uzaklardan
çok da uzak sayılmayacak bir yakınlıktan kara kara dumanlar yükselmeye başlıyor
aniden. Telaşla yanımdakilere göstermeye çalışıyorum. Şöyle bir bakıp, korkma
“her şer bir hayır barındırır içinde” diyorlar. Şimdi anlıyorum söylenmek
isteneni, Yangından sonra yeniden inşa ediliyor Samsun. Zaman yanılsaması yapıyorum
sanılsa da yoktur hikayatta zamana kölelik!
Süleyman Paşa medresesi ateş topu oluveriyor bir anda. Elimi çantama
atıyorum telefon etsen dakkasında söner bu yangın, bir şehri yutacak gibi değil diyorum. Koca
şehri, Kara Samsun a dönüştürmeye yetmez gücü. Keriman hanım gülümsüyor
telaşıma, Hazinedarzade Süleyman Paşa hayratından yanan evler, medrese, cami ve
bedesten için 86.895 kuruşluk bir bedel ayrıldı. Tamiratı bitti çoktan diyor. Yüzüne
şaşkınlıktan irileşmiş gözlerimi çeviriyorum. Yangın diyorum şimdi başlamıştı. Başımı
tekrar çevirdiğimde Canik Sancağıyla göz göze geliyorum! Zamanda yolculuğa ilk
kez çıkmışım vardır bir hikmeti diyorum. Unutuyorum yangını. Keriman Hanımın
zarif üslubuna takılıyorum. Benim bey yaptırdı diyemiyor da kırk dereden kırk kelimeyle
anlatıyor maruzatını. Nasıl bir incelik ve mütevazılıktir. Şaşırıyorum. Birden
aklıma bedel geliyor. Kuruşluk bedel. Gülümsüyorum. Yokuş aşağı kaptırmış
yürüyoruz. Eleni bizim taş kaldırıma çarpıyor ökçesini, omzuna kılıfsız
insanlar çarpıyor. Kaldırım taşları arasından ruhsuz insan kahkahaları
yayılıyor etrafa. Yaşadığım kaybolmuş şehrin sokaklarında insana ve insanlığa
dair bir şeyler göstermek istiyorum bende onlara. Her köşeden fışkıran yalancı
kahkahalar avuçluyor görüntüleri. Pandoranın kutusu saçılıveriyor etrafa.
Utanıyorum. Düşüncelerimden, yanımızdan geçen omzuna boyunduruklu çatallarının
ucuna yoğurt bakraçlarını asmış yoğurtçunun sesiyle ayrılıyorum. Sokak
aralarında çocuklar üçtaşın peşinde. Bizim mahallenin başında ise üçkâğıt
oynuyor yüzleri karanlık koca adamlar. Eleni biraz sahile insek diyor. Kabul
ediyoruz hiç itirazsız. Sol yanımızda akan Mert Irmağının tahta köprüsü
üzerinde birer ikişer insan silueti sakin sakin karşıya geçiyor. Irmağın
kenarında ateşe oturtulmuş kara kazanlar, ellerinde tokaçlarla kadınlar
insansız esvapları dövmede. Gördüklerim içimi ısıtıyor.
Bu şehrin
hiç sevemediğim yokuşlarını bir tek bayır aşağı inerken seviyorum. Kendimizi
liman sahilinde buluveriyoruz. Yıkık dökük bir iskele önünde çırpınan
Karadeniz. Değişmeyen tek gerçeği yakalamak beni mutlu ediyor. Keza, Kara Deniz
hala çırpınıyor. Liman işçileri dayamışlar küfelerine sırtlarını moladalar
belli. Kıyıda bekleşen birbirine karışmış “Gavur Samsun”,”Müslüman Samsun
“ahalisi. Deniz havası iyi geliyor. Bir süre soluklanıp yolcu yoluna deyip
koyuluyoruz Bedesten öte.
Sahilden
yukarı bakınca Moltenin sözleri geçiyor aklımdan :”Şehrin görünüşü pek hoş”
geliyor benimde gözüme. Sahilde kabartmalı cumbalarıyla Türk Konakları, birkaç
taş camiinin minaresi, topu topu iki bin nüfuslu küçük bir kasaba havası. Şehri
çepeçevre saran dağlar yemyeşil zeytin ağaçlarıyla kaplı. Dağların zirvesinde
Rum köyleri. Etrafımızda sazlık ve bataklıklar. Eleni sıtmadan yakınıyor.
Dağları gösteriyor sonra. Bu şehirde ne zaman yağmur yağsa dağlarından misk ve
amber kokusu yayılır havaya diyor. Aklıma açık loğar kapakları geliyor.
Yüzündeki huzuru kıskanıyorum.
Biz
Bedestene yaklaştıkça doğudan, sonu ufukta kaybolan yüz yıllık ıssız yollardan,
on katar bir deve kervanının çıngırak seslerini işitiyoruz. Dövme demir
sandıklarda kırk yama hatıraları taşıyorlar. Keriman hanım deve yürüyüşü ile
dokuz saat sonra anca erişirler şehre diyor. Anlamış gibi yapıyorum. Anlatıyor
bir yandan da bu gününü bildiğim, Bedestenin bilmediğim geçmiş zaman sırlarını.
Sohbet koyu olunca anlamıyoruz Bedestenin kapısına nasıl eriştiğimizi.
İçimden
“Aç kapıyı bezirgân başı” tekerlemesi geçiyor. İlahi ben kapı zaten açık.
Çarşının tepesi kapalı, küçücük pencerelerinden ışık sızıyor içeri. Şimdi de
ise başörtüsü kayıp, kurşun kaplı kubbeleri zamana yenik düşmüş görünen,
yerinde yeller esmede. Bedestenin yorgun duvarlarına dayalı, birbirine omuz
vererek ayakta durmaya çalışan küçük, ışıksız, kağirden beşik tonozlarla örtülü
dükkânlara giriyoruz. Benim bir gözüm dar sokakta. Gözlerim tanıdık yüzleri
arıyor. Çakmakçı Necati, Saatçi Ali Dede, ayakkabı Doktoru Yaşar, namı diğer Yaşarver,
Terzi Cemal, dertlere şifa sülükleriyle meşhur Murat Abi… Bedestanı Yeşilcama
çeviren, çarşının Türkan Şoray’ının yankılanan sesi geliyor derinden
kulaklarıma. Rahatlıyorum. Karşıdan kollarını açarak gelen Mustafa’yı görüyorum
bir anda. Yanıma yaklaşıp “Hazineyi arıyorsan burada değil “deyip
kayboluveriyor. Dükkânlardan birinin duvarında gözüme, Osmanlı harfleriyle
yazılmış “Altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor” sözü ilişiyor. Düşünmeye
fırsat kalmadan Eleni elinde üzeri motiflerle işlenmiş bir gülübdanlıkla
yaklaşıyor yanıma. Hayranlıkla bakıyorum. Sözü unutuyorum o anlık. Havadaki
ıtriyatların kokusundan genzimin yandığını hissediyorum. Meslek ehilleri iş başında.
Koyun saatleri, buhurdanlıklar, körüklü fenerler, kamış kalemler, ipek kumaşlar,
geçmiş zamanlarımızın yaşam mezatları karşımda sıralanıyor. Benim, senin, dünümüz,
dünümüzden öncemiz. Geçmişimizin sahibi eşyalar, yaşanmışlıklara tek tek
dokunuyorum. Elimle değil ruhumla dokunuyorum. Daracık bir sokakta, iki yanı,
hepsi yirmi bir dükkândan oluşan çarşının, nemli duvarlarının geçmiş zaman
kokan bedenleri arasında dolaşırken Ağa Camiinden öğle ezanının upuzun kolları
ruhumuza kadar uzanıyor. Bu muazzam çarşıda Haceganlar ulvi bir ritmle dükkânlarını
öylecene bırakıp gidiyorlar. Fransız Müellif Motray’ın sözünü
anımsıyorum:”Bedestende hiçbir zaman tek meteliği kaybolmazdı
kimsenin”.Gözlerim dalıyor yaşadığım zamanın geldiği noktaya. Keriman Hanım
anlamış olacak kırıklığımı,”Biz iyi insanlardık diyor. Evlerimizin başına
leylekler yuva yaparlardı, köylerde merkeplerimiz dahi iki gün izinliydi bizim
ve biz sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alıp göğe uçuran bir
millettik.”Türklerin doğrularına hayran kalmak “diye bir deyim vardı bir zamanlar.
Hiç duymadım diyorum fısıltıyla. Oda benim cahilliğim olsun. Af buyrun.
Allah’ın
ışık bahçeleri yanana kadar kalıyoruz çarşıda. On iki muhafız, Nanpareci ve
küçük Ağa kemerli kapıda görünüyor. Sahipsiz mallar Beytü’l-mal’e aktarılıyor.
Akşam duacısı duasını bitirince aminliyoruz hep beraber. Muhafızlar el tetikde,
kulak tıkırtıda günün ilk ışıklarına kadar nöbete başlıyor. Eleni Hanım,
Keriman Hanım ve ben Bedestenin inşa kitabesi kayıp batı kapısında vedalaşırken
dokuz deve yürüşüyle kervan çarşıya ulaşıyor. İçimden “doğdular, güzel
yaşadılar ve öldüler”diye geçiriyorum bu güzel insanların ardı sıra bakarken.
Bedestenin kapısındaki taşlar, yerlerinden fırlayıp gelip geçen insanların
kafasına vurmak istiyor gibi hissediyorum bir an. Kentin renkleri uçuk,
kokuları bozulmuş caddesine yönelirken “Altılara altı katmayınca, otuz ikiye
yetmiyor “sözünün anlamını çözmeye koyuluyorum. Islak kentte hava yine ıslak
yine gri. Sorunun cevabını beklediğinizi biliyorum…
El-cevap ben de bilmiyorum!
19 Nisan 2013
/Hülya BULUT