30 Aralık 2010 Perşembe

Samsunum-1 Neyin Karşılığı?



"İDO'dan hibe mi?" diye sormuştum, gazete55.net'te Yanıt gelmedi... Sonra bu köşeden kamuoyunu bilgilendirmeye davet ettim... "Tık" yok!
***
           
Dün Büyükşehir Belediyesi'nin vermediği bilgilerden bil bölümünü aktardım size... Samsunum-1, 2008 model, Fethiye'de tur işinde çalışan... Son turunu Ekim ayı sonunda yapan... 2 milyon 150 bin Euro'ya  Yanı 4 milyon 300 bin TL'ye satışa çıkarılan... İmparator adlı yolcu gemisiydi.
***
           
Belediyenin basına sızdırdığı bilgilere göre...  2,7 milyon TL'ye alınmıştı... Belediyenin resmi kayıtlarında... "Büyükşehir Belediyesi Kuzey ülkeleriyle gemi seferleri düzenlemek için gemi satın alacak" ibaresinden başka bir şey yer almıyordu...  Ve 2010 yılı içinde... Büyükşehir Belediyesi'nin gemi alım ihalesi yaptığı hiç bir kaynakta yok. Devletin resmi ihale bültenlerinde bile...
***

Peki, hangi yolla İmparator adlı gemi Samsunum-1 yapıldı?  İhale yoluyla olmadığı kesin? Doğrudan alım yöntemiyle mi? Olabilir... Parça parça... 35 bin TL'lik bölümler halinde almış olabilirler(!) 77 ayrı doğrudan alım yapıp... Gemiyi 77 parçaya ayırıp...  Sonra da "hokus pokus" diyerek mevcut haline getirmiş olabilirler mi? Mümkündür!
***

Ya da...  İDO'dan değil ama İBO'dan, İSO'dan ya da MEMO'dan hediyedir... Buna genelde 'hibe' diyorlar! İşte sorun böyle bir hibede düğümleniyor... Samsunum-1'i Büyükşehir Belediyesi'ne hibe eden kim?  Ve neyin karşılığında hibe etti? Büyükşehir Belediyesi'ne küçük küçük arsa parçacıkları hibe edenlerin... Rantı nasıl hamuduyla götürdüğünü defalarca yazmıştım... Küçücük arsalara karşı, imar hakları yüzde 100 artırılanlar olduğuna göre... 2 milyon 700 bin TL'lik gemi hibe edenler... Samsun'dan neyi götürdüler? Samsun'un hangi arsası...  Hangi ihalesi... Hangi taşınmazı... Hangi taşınırı verildi ki?  Böylesine büyük bir gemi hediye edildi? Samsunum-1 neyin karşılığı?

/Erdem EROL
30.12.2010

29 Aralık 2010 Çarşamba

İmparator


http://www.denizpazari.com/ Deniz taşıtlarının satış ve benzeri ilanlarının yer aldığı internet sitesi... Ve burada bir ilan... İlan numarası 18976 "Özel Yapım 42 m. boyunda 10 m. genişliğinde Lüks Restaurant, Bar ve Günlük Turlar için inşaa ettirilmiş Yolcu Gemisi... Yolcu kapasitesi 400 kişidir. Tüm donanım ve aksesuarlar birinci sınıf malzemeden imal edilmiştir. Türk loydu tarafından yapım aşamasında denetlenmiş ve klaslı olarak inşa edilmiştir. Türk Uluslararası gemi siciline kayıtlıdır. Evrak ve Belgeleri tamdır. Mutfak tam donanımlı olarak paslanmaz kromdan yapılmıştır. Üst güverte, baş üstü, yan koridorlar, kıç üstü ve platform tik kaplanmıştır. Korkluk ve merdivenler paslanmaz kromdan yaptırılmıştır. Modeli 2009...  Fiyatı 2.150.000 Euro.  İlan veren: Çağrı Görkem Demiröz  Şehir : Ankara Telefon, GSM... Ve geminin resmi de var... Adı: İMPARATOR!
***

vessel_details Burası da tüm dünyadaki gemilerin kayıtlarını bulunduruyor... Gemi detayları yazıyor... Her gemiye özel verilen rakam ve numaralar var...

MMSI (Gemi kimlik numarası): 271007002   Callsign (Gemi tanınma işareti): TCMC9  Modeli 2008 Geminin adı ise İMPARATOR
***
                
Bir başka bilgi Fethiye'de... MMSI: 271007002  Callsign: TCMC9 Bu numaraları taşıyan gemi 2009 ve 2010 yıllarında Fethiye'de tur yapıyor... Müşterilerini Türk ve Yunan adalarında gezdiriyor... Geminin adı da İMPARATOR!
***
                
Ve...  http://www.marinetraffic.comGemilerin kayıtlarını tutan bir internet sitesi... Orada da bir geminin kaydı var...

Gemi Tipi: Pleasure Craft Boy x Genişlik: 38 m X 10 m Kaydedilen Hız (En Çok / Ortalama): 10.4 / 8.7 knots Bayrak: Turkey [TR] Çağrı İşareti: TCMC9 MMSI: 271007002 Geminin adı ise SAMSUNUM-1
***
                
Şimdi bu bilgileri okumaktan sıkılanlar soracak... Nedir bu? Her ne kadar kayıtlarda önceki ismi boş bırakılmış olsa da... Samsun Büyükşehir Belediyesi'nin 2,7 milyon TL'ye alındığı ifade edilen Samsunum-1 yolcu gemisinin... Fethiye'de tur işlerinde çalışan... Kayıtlara göre 2008, sahibine göre 2009 model... Geminin adının İMPARATOR olduğudur! 2 milyon 150 bin Euro fiyatla satışa çıkarıldığıdır.
***
                
Eeee...   "Eeee"si yarın!

/Erdem EROL
29.12.2010

28 Aralık 2010 Salı

Samsunum-1


AKP'liler de orada toplantı yapıyor... Büyükşehir Belediye Başkanımız Yusuf Ziya Yılmaz konuklarını ağırlıyor... Muhtarları... Bürokratları... Yaşlıları... Gençleri... Başkanımız Yılmaz'ın sayesinde belki de birçoğu hayatlarında ilk kez yolcu gemisine biniyor...  Hem de deniz şehri Samsun'da...
***

Tekneye binenlerin yüzde 99'u denizden Samsun'un nasıl göründüğünü ilk kez görüyorlar... Samsunum-1 yolcu gemisine binerek... İlk kez deniz üzerinde gezintinin keyfini çıkarıyorlar! Önemli bir hizmet...  "Ayranımız yok içmeye..." şeklinde başlayan sözü söyleyenler olsa da... Güzel hizmet!
***
            
Ama Samsunum–1 nereden çıktı?  Samsunum–1 yolcu gemisi... Büyükşehir Belediyesi'nin gazetelerde verdiği bilgiye göre;

2,7 milyon TL'ye malolmuş?  42 metre uzunluğu... 10 metre genişliği... 12 silindirli... 400 yolcu kapasiteli!
***
            
Peki, nasıl Büyükşehir Belediyesi'nce alındı? İstanbul Deniz Otobüsleri (İDO) bu sıralar gemi dağıtıyor... Bir gemi Trabzon'a verdi... Bir gemi de Rize'ye... İkisi de 750 yolcu kapasiteli! Ama Samsunum-1'in nereden geldiği belli değil?  İDO mu hibe etti? Yoksa başka birileri mi? İhale ile mi alındı? Yani... 2,7 milyon TL kimin cebinden çıktı? Nasıl çıktı?  İşte bu sorular yanıt bekliyor... Samsunlu bu soruların cevabını merak ediyor...  Eminim ki Büyükşehir Belediyesi... Bu soruların yanıtlarını... Samsunum-1 spekülasyon malzemesi olmadan verecektir!
***

Vermezse... Verecek birileri çıkar elbet! Ama Büyükşehir'in gemisinin bilgilerini kamuoyu ile paylaşmak... Birilerine değil! Büyükşehir Belediyesi ve onun Başkanı Yılmaz'a düşer! Siz ne dersiniz? Yoksa düşmez mi?

/Erdem EROL
28.12.2010

27 Aralık 2010 Pazartesi

Samsun Yeter mi?


Nüfus cüzdanında 'Samsun' yazıyor diye...  Samsun'dan milletvekili adayı olması doğru mu? Doğru yanıtı bakın kim veriyor... Samsun Dernekler Federasyonu (SADEF) Genel Başkanı Kaya Aşçı... AK Parti İl Başkanı Adem Güney'i ziyaretinde... Seçimde İstanbul'da kendilerini temsil edecek Samsunlu milletvekili adaylarının çıkarılmasını istediklerini... İstanbul'da yaşayan yaklaşık 450 bin civarında Samsunlunun İstanbul'da, Samsunlu adayların çıkarılmasını istediğini belirtti ve destek istedi.
***
           
Böyle isteğe can kurban! Samsun'daki siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları güçleri yettiği kadar buna destek vermeli... İstanbul'da, Ankara'da ya da İzmir'de... O illerde seçilecek milletvekillerinden ne kadar çok Samsunlu olursa... Samsun bundan karlı çıkar...
***
           
Ancak... Bazıları var ki... Kimi dernek, kimi vakıf başkanı... Hepsi de, ölüyü diriyi halledip... Gözlerini Samsun'a dikmişler... Samsun'daki 9 milletvekilinden biri olmak için çırpınıyorlar... Her yolu deniyorlar!
***
           
Bürokraside olana laf yok elbette...  Ancak Samsun'dan ayrılalı yıllar olmuş... İstanbul'da çeşitli siyasi görevlerde bulunmuşlar... Orada ev almışlar, mülk sahibi olmuşlar... Samsun'la bağları sadece akraba ve babadan kalma mallar...  Bir de nüfus cüzdanında yazan 'Samsun' ibaresi! İşte böyleleri seçim yaklaşırken gözlerini Samsun'a çeviriyor... Hani kendileri büyük şehirlerde küçük görevlerde de olsa siyaset yapıyorlar ya... Büyük şehirlerin küçük görevlerinin, Samsun'un büyük görevlerini hak etmeyi gerektiriyor sanki... Şimdiden yoklamalar çekiyorlar... Kimileri aday adaylıklarını şimdiden dillendiriyor!
***
           
Ne Samsun'a çivi çakılırken varlar... Ne Samsun'un sevincinde ne üzüntüsünde... Samsun, Samsunlu ve Samsunspor için kıllarını oynatmazlar... Ama sıra koltuğa gelince... Samsun'da yaşayanları değil...
Kendilerini layık görürler oraya!
***
           
Doğrusu Kaya Aşçı'nın söylediğidir...  Samsun dışında yaşayan Samsunlu... Bulunduğu ilin, yaşadığı kentin koltuğuna talip olmalıdır...  Zaman zaman yanlış tercihler yapılsa da... Samsun'da o koltuğa layık... O koltuğu hakkıyla dolduracak... Binlerce Samsunlu ve Samsun sevdalısı vardır!

/Erdem EROL
27.12.2010

Başbakan, Samsun Ve Otel


Başbakanımız Otelciler Federasyonu Genel Kurulu'nda kızmış... "Samsun gibi bir vilayette doğru dürüst bir tane otel yok..." Herkes dut yemiş bülbül... Sadece genel kurulda değil... Samsun'da da!
***

O zaman biz seslenelim Başbakan'a...  Sayın Başbakan... Valla doğru dürüst bir otelle bol yıldızlıları kastediyorsanız... Yapılıyordu... Sizin belediye başkanınızın sattığı arsanın üzerinde... Bundan 3 yıl önce...  İki bakanınız gelip temel attı! Ama sonra...  Atılan temel bile yok oldu... Arsası tarla kaldı! Sonra süresi bitti...  Belediye başkanınız kendi katılmadığı bir oturumda 3 yıl daha süre verdi...
Soruşturma başlatıldı...  Evet diyenler muhtemelen yargılanacak... Başkanınız da onlara keyifle bakacak(!)
***

Sayın Başbakan...  Sizin "doğru dürüst" kriterlerinize uyar mı bilmem ama... Samsun'a gelip de konuştuğunuz meydanın yanındaki Tekel Binaları da projede üstü oteldi...  Sizin Belediye Başkanınız yine aynı mecliste orayı ticaret alanına çevirdi...
***

Valla Samsunlular olarak biz her türlü fedakarlığı yaptık...  Sırf DLH'nın bulunduğu alana otel yapılsın diye... Raylı sistemin daha çok maliyetli Baruthane altından geçmesine göz yumup... Keseden çok daha fazla para ödemeye ses çıkarmadık...  Atakum'da iyi oteller olsun diye... Birine verilen imar hakkının, diğerlerine verilmemesini umursamadık... Devlet kurumlarının boşaltılıp adrese teslim verilmesine... "Doğru dürüst" otel olacak diye seyirci kaldık! Ama sizin Başkanınız Samsun'a hala "doğru dürüst" bir otel dikemedi!
***

Eee tabi siz de var kabahat! Teşvik sistemini belirlenirken... Boru hatlarının kimin döşeyeceğini bile bile... Samsun'da boru hattı döşemeye bile verdiniz... Ama kapsamlı turizm yatırımlarını yeteri kadar teşvik etmediniz...  O teşvik sisteminde...  İstenilen arsaya... Bedelini de devlet ödemek üzere...10 yıl vergisiz...  Çalışanların sigortasını hazinenin (milletin kasası) ödediği... Yapıldığı yerin denizin bile sahipliğinin verildiği...  Bir teşvik getirseydiniz! Bize göre çok doğru ve dürüst olmasa bile... Sizin tanımınızla "doğru dürüst" bir otelimiz olurdu! Siz de bu sözleri söyleyerek yorulmazdınız!

/Erdem EROL
 27.12.2010

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kent Konseyleri…

Toplum katılımının her alanda giderek daha önem kazandığı günümüzde yeni bir kavram olan kent konseyleri bu anlayışı destekler yapılanmalar olarak öne çıkıyor. Kenti, dolayısıyla kentte yaşayan bireyleri ilgilendiren her alanda çalışmaların yapılabileceği bu yapılanmalar kimine göre Yerel Gündem 21' lerin bir devamı niteliğindedir. Ancak çıkış noktası buralardan da alsa kent konseyi yapılanmaları yerel gündemlerin aksine toplumsal katılımı daha genişletecek nitelikte gibi görünmektedir.

Samsun'da ilk olarak Atakum'da oluşturulan kent konseyi yapılanması geride bıraktığımız bir yıl içerisinde Samsun'da bulunan diğer ilçelerdeki yapılanmalarla sayısını artırmıştır. Son bir yıla bakıldığında Türkiye genelinde de Samsun'daki artışa bir paralellik izlenmektedir. Bir şekilde Kent konseyleri Türkiye'de üzerinde şimdilik sadece nicel değerlendirmeler yapabilsek de giderek daha fazla ilgi duyulan ve önemsenen demokratik yapılanmalar olarak dikkatimiz çekmektedir.

Her kesimden toplumu oluşturan bireylerin kendi bilgi birikimlerini, yeteneklerini, uzmanlıklarını yerel yönetimlerin kısıtlı da olsa ayni ve nakdi destekleriyle birleştirip yaşam alanlarına doğrudan katkı haline getirdikleri bu yapılanmalar, hem birlikte yaşamının birlikte üretmeye dönüştüğü hem de katılımcılık ve sorumluluğu paylaşma noktasında sosyal kültürel ekonomik gelişime katkı sunabilecek potansiyele sahiptir.

Bütün bu niteliklere sahip yapılanmaların ne yazık ki istenilen ölçüde toplum tarafından tanınmadığını, bizzat şahit olduğum Atakum Kent Konseyi sürecinde izlemekteyim. Ancak genel kurulunu yani çekirdek yapısını demokratik kitle örgütleri, mahalle temsilcileri, siyasal parti temsilcilerinin oluşturduğu bir yapılanmada dahi geniş toplum katmanlarına kısa sürelerde ulaşılabileceğini düşünmek biraz fazla iyimserlik olur diye düşünüyorum. Aynı zamanda hala Kent Konseyi algısının zihinlerde berraklaşamadığı gerçeği buna eklendiğinde "fazla aceleci olmayalım…" demek çok da yanıltıcı olmaz.

Bir yılı aşkın süredir Atakum Kent Konseyi'ndeki deneyimlerimiz bize meclisler ya da çalışma gurupları bünyesinde sürecin içine çalışma sürecine dahil olanların ve devamlılık gösterenlerin yapılanmayı daha iyi kavrayabildiklerini ve memnuniyet verici çalışmalara imza atabildiklerini bizlere göstermiştir. Önemli olduğunu düşündüğüm iki husus; birincisi böylesi demokratik yapılanmaların belirli bir anlayışa sabitlenmesi daha sade bir ifadeyle siyasallaşması, diğeri de               Türkiye'de ne olduğu neye hizmet ettiği anlaşılamayan dernek adı altında bazı çıkar gurupları tarafından kullanılmasıdır.

Her iki sorun bugün için güncel nitelikte olup çoğu Kent Konseyi yöneticileriyle paylaştığımız,  ortaklaştığımız ve üzerine gitmekte kararlı olduğumuz sorunlar niteliğindedir.

Yaşanabilecek sorunlar bir yana, artık kentlerde yaşayan yurttaşlar için kendi yaşamlarına geniş boyutta katkı sunacakları,  kentin yönetimine katılabilecekleri, müdahil olabilecekleri bir yol belirmeye başlamıştır.

Herkese bu yolda sağlıklı mutlu huzurlu yolculuklar dilerim.

22.12.2010
/Dr Murat ERKAN

16 Aralık 2010 Perşembe

Yavuz Selim Yardımlaşma Derneği (2)

Derneğimiz faaliyetlerine devam ediyordu. Bütçemiz bizim her ay verdiğimiz paralardan oluşuyor, dernek çalışmalarına yeterli geliyordu. Başka çalışmalar da yapabilir miyiz diye düşünüp tartıştık.

Ramazan öncesiydi ve Şehirde bir esnaf dostumuz yiyecek yardımı yapmak istiyordu. Bizde bir şeyler katar, fakir fukaraya erzak dağıtabilirdik. TMO da pirinç piyasa fiyatının üçte birine satılıyor, ancak ikişer kilo veriliyordu. Dernek yönetimi olarak TMO yönetimini ziyaret ettik. Resmi yazıyla 5-6 cuval pirinç alabileceğimizi öğrendik. Ramazandı ve hepimizin pirinç ihtiyacı vardı. Altı cuval pirinç satın aldık. Bir cuvalını derneğe bağışlayarak beş cuvalını paylaşarak evimiz için satın aldık. Hem ucuza evimize pirinç almış, hem de ramazan erzaklarına 50 kilo pirinç katmıştık. Bu çalışmayı duyan Amo Dede amcamız bakkalından birer litrelik 20 sıvı yağı derneğe bağışladı. Erzakları ölçtük, tarttık, torbalara yerleştirdik. Sıra hak sahiplerini belirlemeye gelmişti.

Elimizde kağıt kalem mahallenin en yoksulundan başlayarak liste yapmaya başladık. A..., B..., ...., Çororo Memet dediğimizde Başkan Yusuf, -Onu yazmayın,.ben ona kendim erzak alıp veririm, dedi. Hepimiz şaşırdık. Cororo Memet Yusuf'un eniştesiydi ve mahallenin en yoksullarındandı. Yusuf da zengin sayılmazdı. Hepimizden daha fazla ihtiyaç sahibiydi... Bu davranış bizi isim önerirken iki kere düşünmeye sevk etti. Kendimizin ikna olduğu listeye göre gece karanlığında erzakları ev ev dağıttık. Çoğu paketi Teneke Mahallesi'ne ayırdık. O gece yatarken hepimiz çok huzurluyduk...

Ertesi gün akşamı iş dönüşünde evde anamın hışmı ile karşılaştım. -Niye A...'ya, Z...'ye erzak vermediniz, bak kadınlar size beddua ediyorlar, dedi. -Yahu... Anacığım herkeze veremezdik ki.. Sonra biz bunları kendi paramızla aldık, beddua etmeye hakları yok ki? -İyi de oğlum elalem konuşuyor...-Konuşan konuşsun anam, biz doğruyu yapıyoruz, güzel şeyler yapıyoruz...

Bütçemizi artırabilirmiyiz diye düşündük. Mahalle içinde bir piyango çekilişi yapalım dedik. Bin bilet satsak bir milyon toplarız. Yedi yüzünü hediye olarak dağıtırız üç yüzü derneğe kalır. Bu arada unutulmaya başlayan Hıdrellez eğlencelerini de gündeme getiririz. Tartıştık hepimizin hoşuna gitti. Çalışmalara başladık. Biletlerimizi bastırdık. Satışa sunduk. Hep beraber hediyeleri seçmek ve satın almak için kılı kırk yardık. Çeyrek lira, beş litrelik sıvı yağ, havlular, tencereler, çoraplar, çemberler, kumaş, basma, gibi çok sayıda olmasına özen göstererek hediyeleri seçtik. Bilet satışları iyi gidiyordu. Biz zaten kara vermiştik. Kalan biletleri bizler satın alacaktık. Ancak hepsini bitirdik. Çekilişi Hıdrellezde yapacaktık.

Orta mahalleye sazları ve ses çihazlarını yerleştirdik. Temeli atılmış bir evin üstünü çekiliş ve şov alanı belirledik. Gençler müzikle oynamaya eğlenmeye başladılar. Yoğurtta para bulma yarışına başladık. Teneke mahallesi, Yavuz Selim Mahallesi, herkes alandaydı... Melek Mamut Amca ben yarışacağım dedi. Üç tepside üç yarışmacı parayı bulmak için yüzlerini yoğurdun içine daldırdı. Herkez kahkahalara boğuluyordu. Mahmut Ağabey ağzında para başını kaldırdı. Mikrofonu uzattık. Yoğurt içindeki yüzüyle -EN BÜYÜK FENERBAHÇE!... diye bağırdı. Herkez kahkahalara boğuldu...

Güzel ve neşeli bir gündü. Her bir çekilişi farklı kişilere yaptırdık. Kazananlar sevinirken kaybedenler hiç üzülmedi. Amorti olarak çorap dağıttık. Hem güldük,oynadık,güldük, Güzel bir gün yaşadık. Tatlı yorgunluğumuz bize farklı fikirler verdi...

/Metin ÖZBASKICI

8 Aralık 2010 Çarşamba

Okulun İlk Günü

Anam yüzümü sildi. Siyah önlük ve beyaz yakalıkla, kollarımdan kavrayarak bir baktı. Gözleri parlıyordu. Okula başlıyordum. Dördü kız olan beş cocuğunun en büyüğü; oğlu okula başlıyordu. Kucakladı beni. Bütün umudu bendim. O ardımdan bakarken evden çıktım. Evin avlusu ana baba günüydü. Sanki bütün mahalle oradaydı. Büyük çocuklar avlumuzda satılan simit ve saleplerini yerken ilk başlayanlar heyecan ve korku içindeydiler. Ağlayanlar okuldan korkanlar büyük gürültü oluşturuyordu. Korkmamak elde değildi. Ağbiler anlatıyordu... öğretmen kızılcık sopasıyla vuruyor... kocaman iğneyle aşı yapıyorlardı... Bütün bunlar okul korkusu yaratıyordu minik yüreğimizde. Zaten mahallede 3. sınıftan sonra okula devam eden pek nadirdi. Okulu bırakan cocukların anaları , "Okumayı öğrendi ya... Askerde mektubunu yazsın yeter..." diyerek teselli oluyordu. Kimsede çocuklarının okuyup doktor öğretmen olması ümidi yoktu... Olmazdı... olamazdı...


-Ana ben arkadaşlarımla gidiyorum, dedim anama el sallayarak. Arkadaşlarımla koşarak çimenliğe geçtik. Mahallenin arkasıydı. At yarışlarının yapıldığı teyyare meydanı olarak kullanılmış çok geniş bir çimenlikti. Hidrellezde bütün Samsun buraya gelir piknik yapardı. Alan tel ile çevrilmişti. Pala dediğimiz ve çok korktuğumuz bir bekçi tarafından korunuyordu. Çimenliğin kenarından okula doğru yürüyor, koşuyor, koşuyorduk. Heyecanlıydık. Okulumuz yeni açılan bir okuldu. Öğretmenlerin nezaretinde toplandığımız bahçede sınıflara ayrıldık. Mahalleden dokuz arkadaşımla aynı sınıftaydık. Birbirimizle olan samimiyetimiz diğer öğrencilerin dikkatini çekiyor, bize biraz korkarak bakıyorlardı. Kimbilir bizim hakkımızda neler düşünüyorlardı. Bahçede Yalnız gördüklerinde hemen Çingene diyerek öfkelerini kusuyorlardı. Çok eziliyor ve üzülüyorduk.Bu yüzden hep beraber gezmeye çalışıyor ve sık sık kavgalara tutuşuyorduk.

Okul yeni olduğundan öğretmen açığı bulunuyordu. Bizim öğretmenimiz yoktu. Beşinci sınıftan bir öğrenci sınıfta öğretmenlik yapmaya çalışıyor; ancak koşturmamızı ve gürültümüzü engelleyebiliyordu.... Okula içinde 20 yapraklı bir defterin olduğu çantayla gidiyordum, 4. ve 5. Sınıflarda okuyan çocukların dolu dolu çantalarına "Ne zaman benim de bu kadar kitabım olacak." diye imrenerek bakıyordum...

Birkaç hafta sonra büyük sel olmuş bir ay gibi okula gidememiştik. Tekrar okula başladığımızda sınıfımıza öğretmen atanmıştı. Biz henüz henüz kalem tutmayı öğrenmeye başlarken ilk karne zamanı yaklaşmıştı. Öğretmenimiz bizi sıkı sıkı çalıştırıyor, diğer sınıflarla aradaki farkı kapatmaya çalışıyordu. Sınıftaki dokuz Çingene arkadaş en arkada yanyana oturuyorduk. Bir gün öğretmenimiz -Kim adını soyadını yazacak, çalışkanlar grubuna girecek, dedi.

Önümüzdeki sırada oturan Ali tahtaya kalktı. Ali AK yazdı ve aferin aldı, çalışkanlar grubuna girdi. Ben de çalışkan olmak istiyordum... Öff!!!! Benim adım soyadım ne kadar uzun dedim kendime. M-e-t-i-n Ö-Z-B-A-S-K-I-C-I. Ne gerek vardı bu kadar uzun isim koymaya... Ne olursa olsun çalışkanlar grubuna girmeliydim. O akşam yaza yaza adımı yazmayı öğrendim. Sabah sınıfa girer girmez: -Ben adımı yazıyorum öğretmenim, dedim. Yazdım ve öğretmen beni arkadaşlarımın yanından kaldırdı. Önsıralardan birine oturttu. Yeni sıra arkadaşlarım bana iyi davranmasına rağmen rahat değildim. İlk tenefüste eski sırama, mahalle arkadaşlarımın yanına geçtim. Öğretmen biraz da kızarak tekrar beni yeni yerime aldı. Öğretmenin ilgisi hoşuma gitmişti, çalışkanlar sırasında oturmak da keyif veriyordu... Mahallede bütün komşuların ve akrabaların çok zeki olduğumu, bu celimsiz pısırık cocuğun doktor olacağını söylemesi bana haz veriyor ve ben daha çalışkan olmaya gayret ediyordum.
Bir gün ders arasında Dayımın oğlu Raci eliyle sıraya vuruyor, ramazan davulcusu gibi ritm atıyordu. İçeri öğretmenimizin girdiğini farkedemedi bile. -Ne o Çingenelerin davulcusu mu geldi?, dedi öğretmenimiz. Bizler bir anda yüzümüzün kızardığını herkezin bize baktığını hissettik. Dokunsalar ağlayacaktık. Zaten ne zaman sınıfta birinin kalemi silgisi kaybolsa ilk şüpheli biz oluyorduk. Çingene olmak ne kadar zordu. Herkesin bizimle alay etme hakkı vardı sanki. Pek çok Çingene bu duygularla okuldan ve çevreden soğumuş, okuyacam da ne olacak önyargısıyla erkenden okulu bırakmıştı.

Tenefüste çok üzgündük. Diğer cocukların bakışları daha fazla batmaya başlamıştı sanki... -Biz okuyalım cocuklar dedim. Biz çoğundan akıllıyız. Görmüyor musunuz aptal H...'yi. -O bile bizi beğenmiyor, diyerek onlara güven ve hırs vermeye çalışıyordum. İçimde o ezikliği dışlanmışlığı yaşasam da... Aman cocuklar bir yanlış yapmayalım diyordum.

Okuldan çıkarken yollarda bize laf atan çocukları sıkıştırıyor, döverek öfkemizi alıyorduk... Yıllar sonra çok sıkı dost olduğumuz arkadaşlarımızdan biri olan Tuğrul zaman zaman çay sohbetlerinde burnunu nasıl kanattığımızı anlatır durur. Bizi tanıdıkca sevmis ve sıkı dostlarımızdan biri olmuştu... Pek çok dostlarımız gibi....

/Metin ÖZBASKICI

1 Aralık 2010 Çarşamba

Ben Çingene miyim?

Kendimi tanımaya başladığım yıllardan beri hep kendime bunu sordum. Ben Çingene miyim!? Çingene mahallesinde yaşıyorum. Anam, babam, dedem, nenem; bütün soyum Çingene. Çok iyi olmasa da Çingenece konuşabilirim. Demek ki Çingeneyim.

Benim Gacolardan farkım nedir!? Tenim biraz esmer olsa da, Gacolarda da pek çok esmerler var. Türkçe konuşup, Türkçe yazıyorum. Türkçeyi herkesden daha güzel kullanıyorum. Yoksulum. Fakirim, gecekonduda yaşıyorsam çok istediğimden midir?!!!. Giyim tarzımın, anamın, eşimin uzun eteğinin, şalvarının gül dallı olması çok mu ayıp? Sanki Anadolu'nun köylerinde, kasabalarında döpiyez giyiliyor!!!

Biz evimizde sokakta çarşıda yüksek sesli konuşuruz. Saklayacak bir şeyimiz olmadığındandır. Neşeliysek, gülüyor, oynuyorsak hiç derdimiz tasamız yok mu sanırlar? En büyük amacımızın evimize ekmek getirebilmek olduğunu, küçük dünyamızda mutlu olduğumuzu, hayattan büyük ikramiye beklemediğimizi, amorti ile mutlu olabildiğimizi niye düşünmezler ki? Hayat hep siyah beyaz değil, bizi niye böyle kabul etmezler ki? Çingeneyim demekten niye utanayım, Çingenece konuşmaktan niye utanayım ki?!!

Bize niye dinsiz, imansız diye bakarlar? Niye bize İslam'ı yakıştırmazlar?!! İslam dininin beynelminel din olduğunu tüm insanlığa indiğini bilmezler mi?!!! İnsanların kardeş olduğunu, üstünlüğün takva da olduğunu bilmezler mi?!! Yoksa, yoksa onlara mı ibadet yapmamızı beklerler?!!! Niye kendilerine bunları sormazlar? Biz Müslümanız. Ve inandığımız için Allah'a kulluk etmeye çalışırız, bizde riya yoktur. Biz tüm insanları severiz, yaradandan ötürü...

Evet ben Çingeneyim.. Mahallenin dışına çıktığımda bana bunu hissettiyorlar. Benimle alay edebilmek için sebep arıyorlar. Bana Çingene demek onlara keyif veriyor. Beni uzak tutmak istiyorlar. Bana her türlü kötü sıfatı yakıştırıyorlar. Bense eziliyor ve yalnızlaşıyorum, daralan bir çemberde hapsoluyorum. Beni tanıyan değerli arkadaşlarımın, dostlarımın bana uzanan elleri ile yaşama tutunuyorum. O kadar çok arkadaşım var ki, diğerlerini azınlık olarak görüyorum...

Dedem Babam hep bu dışlanma ve eziklikle yaşadı. Bizim yanımızda Çingenece konuşmaktan kaçındılar. Çingeneceyi öğrenmeyelim istediler. Çingeneceyi öğrenmezsek sanki Çingene olmaktan kurtulacaktık!!! Tütün tarlalarında çalışmaya başladığımız yaşlarda artık bazı kelime ve cümleleri öğrenmemiz gerekiyordu. Çalışma esnasında; kalan süreyi, zamanı, sepette kalan fideyi, hızlanmayı, dinlenmeyi ayarlamak; paylaşmak, uyarmak için Ağanın yanında Çingenece konuşma ihtiyacı hissediliyordu. Pitordo, Muk, Poqani poqani, çar kobor,Tordo, Baro avola, Boşon, Niklo,Tovol, Akati, Ca, Maca, Vakır, Mavakır, Pani an, Çor gabon, Naş gibi sık kullanılan kelimelerle yönlendirilirken Çingeneceyi de öğreniyorduk...

Yaşam alanı daracık sokakları ile tek gözlü barakalardan oluşan mahallemizde Çingene olmak bir sorun olmuyordu. Herkez birbirini sever sayardı. . Bazı anlaşmazlıklarda büyükler devreye girer, konu tatlıya bağlanırdı. Mutluyduk. Yoksulluk tek endişemizdi. Mahallemizde Gacolardan farkımız olduğunu hissetmezdik. Ta ki mahalle dışına çıkana kadar...

Mahalle dışında küçüklerin çekingen, ürkek, korkan bakışlarının yanında; büyüklerin alaycı, hakir, aşağılayıcı bakışları bizi şehre yabancı yapıyordu. . Çok rahatsız oluyorduk. Mecbur olmasak mahalleden hiç çıkmayacaktık. Ancak okul hayatı, iş hayatı mahalle dışındaydı. Yoksa bize mahallemizin küçük evleri daracık sokakları yetiyordu!!! Mahallemizde mutluyduk. Okula giderken toplu olarak gidiyorduk çünkü diğer cocukların ürkek ve korkan bakışları yanlız kaldığımızda nefrete ve acımasız hakaretlere dönüşüyordu. Çingene... ile başlayan hakaretler bizi üzüyor ve bizi mahalleye hapsediyordu. Eğitimden kopuyor, gelişemiyorduk.

Çingene olarak hayata atıldığınızda, pek çok itilme ve kakılmaya göğüs germek zorundasınız. Toplumun hoşuna giden güzel bir davranışınız sadece sizi; kötü bir davranışın ise bütün mahallenizi ve Çingeneleri kapsadığını düşünerek yaşamak çok zordur. Bunun içinde toplumda hep iyi ve güçlü olmalısınız. Çingene olarak yaşamak yürek ister... Belki de bu zorluklara göğüs geremeyeceksiniz; kaçacaksınız, mahalenizden dostlarınızdan ayrılacak, sizin Çingene olduğunuzu bilmedikleri mahallelere yerleşecek, Çingeneliğinizi inkar edeceksiniz. Yine de Çingene kelimesinin geçtiği her sohbette içiniz burkulacak, yüzünüz kızaracak ama maalesef kendi insanlarınızı savunamayacaksınız.

Hiç Çingene olarak yaşamayı hayal ettiniz mi? Bir deneyiniz. Yeni bir toplumla tanışırken kendinizi çingene olarak tanıtın. Önünüzde yıkılmaz kocaman duvarlar oluştuğunu göreceksiniz. Yaşamadan konuşmak en kolayı. "Niye okumuyorsunuz? Niye okutmuyorsunuz?" diye sormak en kolayı. Yıların getirdiği eziklik ve dışlanmayla oluşan psikolojik ve sosyolojik tranvayı aşmak sanki çok kolaymış gibi... Küçük hedefleri benimsemek zorunda bırakılmış bir insanı çemberin dışına çıkarabilmek maalesef o kadar kolay değil...

***

Devletimizin Roman açılımı projesi bizi umutlandırıyor. Başbakanımız bizim gönlümüzü alıyor. Devletimiz yaşadığımız dezavantajları kaldırmak istiyor. Çare bilimsel olmalı. Akademisyenler bizi dinlemeli, psikolojik ve sosyal yapımıza uygun sosyal gelişim politikaları üretmeli, devletimiz bunu uygulamalı ve başarmalıdır.

Ben herkesden daha fazla TÜRK'üm. Ülkemi ve milletimi seviyorum. Ülkeme ve insanlarına daha faydalı olmak istiyorum.Tüm vatandaşlık görevlerimi severek yapıyorum. Ben insanım. Ben iyi bir vatandaşım. Ülkemde Çingene olmak beni ancak yüceltir. Çingeneler Allah'ın en çok merhamet ve sevgi bahşettiği insanlardır. Bu kadar itilmeye, dışlanmaya, yalnızlığa rağmen suç odaklarına karşı direnmektedirler... Ve ben onlarla, insanlarımla gurur duyuyorum. Onları seviyorum...

/Metin ÖZBASKICI

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kim Rantçı?

Dayatma ve diretme anlayışının geleceğimize ipotek koyduğunu, işçi, memur, esnaf, emekli, genç, yaşlı, kadın, erkek hepimizi hiçe saydığını uzunca süredir gözlemliyoruz. Gücü eline geçirenlerin, vakti zamanı gelince onu nasıl da acımasız kullandığına şahit oluyoruz. Muhteriz tebessümlerin, asılsız ithamlara dönüştüğü bir dönemeçte hepimiz başı sonu belli bu oyunu yeni baştan izliyoruz.

Samsun'da hafif raylı sistemin faaliyete geçmesiyle birlikte kentte ulaşımı sağlayan dolmuş ve minibüs esnafını kaldırmak isteyen belediye ile dolmuşçu esnafı arasında mutabakata varılamıyor. Bunun üzerine Büyükşehir Belediye Başkanı dolmuş ve minibüs esnafını kastederek "Rantçılar rahatsız oldu" açıklaması yapıyor.  Sayın Başkan neye dayanarak bunu söylüyor bilinmez, ama bu ağır bir itham. Bu itham sadece ekmek teknelerinde direksiyon sallayan dolmuşçuları değil; onların ailelerini ve yakınlarını da zan altında bırakmıştır.

Bu ifadeyle,  evine ekmek götürmek isteyen, ama Büyükşehir Belediye Başkanı'nın yoluna çıkan herkes bundan böyle iflah olmaz bir rantçıdır. Büyükşehir Belediye Başkanı'nın ağzından çıkan bu acımasız ve talihsiz sözleri sanırım kamuoyu dikkate alacak ve değerlendirecektir. Ve bu açıklamayla Büyükşehir Belediye Başkanı, kendi içinde ve etrafında var olan diğer rantçıları  -tabii ki varsa-  açıklama görevini böylelikle kendi üzerine almıştır. Kendisine kolaylıklar dilerim.

Samsun Şoförler ve Otomobilciler Odası Başkan Yardımcısı Yusuf Saim Erkan Büyükşehir Belediye Başkanı'nın açıklamasına hayli içerlemiş olacak, o da bir açıklama yapma gereği duymuş. Açıklamadaki üç husus dikkat çekici:

 "Bu zamana kadar rantçılıktan hiç bir minibüsçü ve dolmuşçu mahkeme kapılarına düşmemiştir."

"Dolmuş ve minibüsçü esnafı iddia edildiği gibi büyük paralar kazanmak bir yana kredi borcu batağı içindedir."

"Bugün minibüsçülerin trafik terörü oluşturduğunu söyleyen belediye iki yıl içinde binin üzerinde "c" plaka satmıştır."

Kim rantçı ya da değil, buyurun siz karar verin.
   …

Çağdaş bir şehirde ulaşım hizmetleri toplu ulaşım tarzında olmalıdır. Ancak bu yapılırken geçmişte ulaşım hizmeti veren esnafı yok saymak, onların ve ailelerinin geleceğiyle oynamak hiç kimsenin hakkı değildir, haddine de değildir. Samsun'a boydan boya ray döşetenlerin görevi; hakkını arayanları "rantçılıkla" itham etmek değil, her iki taraf için de makul olan çözümü üretmektir.

Bir şehir içinde yaşayanlarla birlikte yönetilmelidir. Seçimden seçime sokağa çıkan ve bir daha ortalıkta görünmeyen seçilmişlerden halk artık vazgeçmelidir. Bu iki cümleyi en azından Samsun için söyleme gereği duyuyorum. Yaşadığımız şehre sahip çıkma bilinci içerisinde olan herkesi bu sözlerin arkasında durmaya davet ediyorum. Daha da geç olmadan, ya da hepten yok olmadan.

Tüm dolmuş ve minibüs esnafına ve ailelerine saygılarımla ve onların ekmek mücadelelerini yürekten destekleyerek.

03.11.2010
/Dr Murat ERKAN

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yavuz Selim Yardımlaşma Derneği (1)

Bir derneğimiz olsun istedik... Mahallede; hastası veya cenazesi olan ailelere zaman zaman kahvehanede veya ev ev dolaşarak yardım toplanıyordu. Yardım toplayan kişi veya kişiler bazı dedikodulara mashar oluyor; bu yüzden rahatsız oluyor, çoğu zaman da bu görevden kaçınıyordu. Yine birarada olduğumuz bir sohbette Yusuf "Bir yardımlaşma derneği kuralım mı? Gereken yardımları dernek kanalı ile yaparız. Hem resmi olur, hem de herkes güvenir, destek verir. Hem yardımlar bir sistem içinde olur. Kimsenin de arkasından konuşulmaz, yardım alan da rencide edilmez...Dernek kuruluş işlemlerini ben yürütürüm." dedi.

Yusuf, Ben, Koçali, Kıvırcık, Faruk, Ali, Turgay, Erdal, Çetom, Ramazan, Necati... Sürekli arkadaşlık yaptığımız, sözümüzün fikrimizin bir olduğu bir arkadaş grubumuz vardı. Bizim desteğimiz bile derneğin faaliyetleri için yeterliydi. Mahallemize karşı sorumluluklarımız vardı. Bir şeyler yapmalıydık. Mahallemizi ve insanlarımızı bütün Samsuna tanıtmalıydık. Derneği kurmaya karar verdik.

Derneğimizin Kuruluşunu tamamladıktan sonra oturduk. Neler yapabileceğimizi tartıştık. Hasta ailelerin tedavi ve ilaç ihtiyaçlarını karşılamak, cenaze evlerine zengin-fakir ayırmadan ikramlarda bulunmak güzel olurdu. Biliyorduk ki mutluluklar paylaştıkça artar, acılar paylaştıkça azalır. Bu çalışma mahallede dostluk ve kardeşliği pekiştirecek diye düşündük. Aramızda topladığımız paralarla ilk bütçemizi oluşturduk.

Derneğimiz Futbol İl Temsilciliğinin düzenlediği yaşlılar futbol turnuvasına katıldı. Karşılaşmalarda seyirci desteğimiz, davul zurnalı tezahuratlar tüm sporseverlerin ilgisini çekiyordu. Maçlarımız her bölgeden seyirci çekiyordu. Turnuvada doktorların kurduğu takım ile maçımıza daha farklı çıktık. Temel amacımız tanışmak ve dostluklar kurmaktı. Gerçekten de iyi dostluklar kurmuştuk. Devlet hastanesi önünde boyacılık yapan Yusuf'un da katkısıyla çok başarılı olduk ve doktorların her maçına seyirci desteği verdik.Turnuvadan sonra da Doktorlar ile özel halı saha futbol maçlarına devam ederek bağları koparmamaya çalıştık. Seyircinin şovu ve ilgisi doktorları da mutlu ediyordu. İlaç alamayan hastalarımızın ilaçlarını doktor dostlarımızın katkısıyla az maliyetle sağlamaya başladık.

Her cenazede çay şeker torbalarıyla cenaze evini ziyaret ediyor, acılarını paylaşıyorduk. Sıcak yemeklerle taziyeye gelenlere ikramlarda bulunuyorduk. Mahallemiz de zengin yoksul ayrımı olmadan cenaze evinde sabahlara kadar defin yapılana dek beklenir, acıya ortak olunurdu. Hasta ziyaretleri yapıyor, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorduk. Dostlar bugünler içindir düşüncesiyle mutlu oluyorduk.

O gün Başkan Yusuf'la Mariya ablanın evine elimizde torbalarla hasta ziyaretine gittik. O yedi yaşlarında bir tanecik oğlu uzun zamandır dermansız bir hastalıkla savaşıyordu. Kemik kanseri... Vücudu ilerleyen hastalık nedeniyle hep yara olmuştu. Acılar içinde kıvranırken babası, annesi ve ablaları onunla her dakika ölüyorlardı. Evden çıktığımda çok kötü olmuştum. On gün uykularım kaçtı, huzursuz, neşesiz günler yaşadım. Başkana -Bir daha beni böyle ağır hasta ziyaretlerine alma Yusuf. Ben çok etkilendim hastalandım. Aferin sana. Hiç etkilenmiyorsun, dedim. -Bak Metin, dedi. -Biliyor musun, ben niye her hastaya yardım etmeye çalışıyorum, diye sordu ve anlatmaya başladı.

"Teneke mahallesi'nden Yavuz Selim Mahallesi'ne gelen ilk beş haneden biri bizdik. Ben üçüncü sınıftan sonra okulu bırakmıştım. Küçük evimizde altı ay yaşayamadan anam hastalandı. Babam onu devlet hastanesine getirdi... Babam doktorun ne dediğini bile anlayamadan anamın ilaçlarını alarak eve getirdi. İki üç ay anam hasta yattı. Aynı ilaçları kullandık. Anamı kurtaramadık. Bize yol gösterecek yardım edecek kimse yoktu. Kimse devlet hastanesinden iyi yer bilmiyordu ki? Ana acısı çok kötü hele bir şey yapamamak hepsinden kötü... Küçük boyacı sandığımla Sağlık Müdürlüğü'nün önünde ayakkabı boyuyordum. Doktorlar, müdürler, şefler ayakkabılarını boyatırken onlarla konuşuyor; tanımaya çalışıyordum. 12 yaşlarındaki cocuğun soruları hoşlarına gidiyor, sıkılmadan cevaplıyorlardı. Geçen zaman içinde beni çok sevdiler. Beni sordular. Anamın ölümünü anlattım, "Keşke biz bir görebilseydik." dediklerinde içimde fırtınalar koptu. Keşke keşke, o zamanlar sizleri tanıyor olabilseydim diye hayıflandım. Oraya bütün doktorlar geliyordu. Zaman zaman ücret almak istemiyordum. Bu onların daha hoşuna gidiyor. Bana daha fazla ilgi gösteriyorlardı. Uzun bir dönem orada boyacılık yaptım. Sonrada hiç bağlantımı koparmadım. Sırf anama bulamadığım yardımı, ihtiyacı olan başkalarına vereyim diye... Onun içindir ki her hastaya koşarım, yardım ederim. Anam beni görüyor diye düşünürüm... Yaa.... İşte bundan Kardeşim..."

Yusuf'un asıl adı Selahattin olmasına rağmen mahallede herkes ona "Yusuf" diye seslenir. Ben o itiraflarından sonra hep ona "Başkan" dedim. Başkan ufak tefek, zayıf, yeşil gözlü, esmer. Evli, biri erkek dört çocuğu var, altı torun sahibidir. Pek çok işe girmiş çalışmıştır. Ayakkabı boyacılığından sonra Milli Piyango seyyar bayiliği yaptı, sonra Canik Belediyesi'nde temizlik işlerinde çalıştı, pazarcılık yaptı. Samsun Bakır Fabrikası'nda çalışmaya başladı. 2011 Şubat'ta emekli olacak... O gerçek bir dost ve yardımsever. Bizi hep koşturdu, liderliğimizi yaptı.

/Metin ÖZBASKICI

29 Ekim 2010 Cuma

Cumhuriyet Bayramı'nda 1977

Bayram yerine gidecektik. Sabah erkenden kalktım. Evden çıktım. Hava çok güzel güneşliydi. Bakkal Hasan'ın radyosundan marşlar çalıyordu. Evimizin avlusunun karşısında kücük bir bakkal işletiyordu. Bir tek onda radyo vardı mahallede. Her sabah erkenden radyoyu açar sanki sebil yapar gibi sesini sonuna kadar açardı. Mahalle çeşmesine gittim elimi yüzümü yıkadım. Bütün mahalle bu belediye çeşmesini kullanıyordu.


Hemen evimizin karşısındaki Emin Amuca'mın evinin önüne gittim. Camı tıktıkladım. Aydın Ağabey'ime seslendim. Bizi bayram yerine o ve arkadaşı Hüseyin getirecekti. Aydın şehirde orta bire, Hüseyin İmam Hatip Lisesi'nin birinci sınıfına gidiyordu. Şehri biliyorlardı. Ben Aydını beklerken diğer arkadaşlarım Mehmet, Mustafa, Memiş, Selahattin, Necati de yanıma gelmişti. Önce Hüseyin geldi. Aydın da evden çıktı. Hadi gidiyoruz dedi. İlk defa yanlız başımıza şehre gidiyorduk. Tek sıra yürümeye başladık. İp gibiydik. En boysuzu ben en arkada, Daltonları andırıyorduk.

Köprüyü geçtikten sonra Aydın bizi üst mahalleden, Elli Altılar'dan getirdi. Müthiş güzellikte bir caddede yürüyorduk. Ön bahceli 2 katlı evler rüya gibiydi. Bahcelerdeki çiceklerin kokusu her yanı sarıyordu. Bu evlerde Amerikalılar oturuyordu. Samsun'da o zaman Amerikan radarı vardı. Bazı evlerde de doktorlar gibi elit aileler yaşıyordu. Bizim çoğu tek göz küçük odalardan oluşan kulübelerimiz onların köpek kulübelerinden kötüydü. Ama mahallemizi çok seviyorduk. Daracık sokakları alçak damları bizim için hep oyun alanlarıydı. Gözlerimiz bir o evde bir bu evde bayram yerine gelmiştik. Atatürk Heykelinin önünde töreni izlemeye başladık. Askerleri avuçlarımız patlarcasına alkışladık.Yavru kurtlar geçerken cocuklara -Babam beni beşinci sınıfa gecersem yavru kurt yaptıracak, dedim. Henüz birinci sınıfa gidiyordum. Birbirimizi sıkı sıkı tutuyorduk. Kaybolmaktan korkuyorduk. Bayram yeri çok kalabalıktı.

Birden sert bir rüzgar peşinde sağnak yağmur başladı. Herkez kaçışıyordu. Aydın -Gelin cocuklar meydana doğru gidiyoruz, dedi. Tekrar kuyruk olup saçakların altından yürümeye başladık. En arkada ben ayakkabılarımdan cıkan lap lap sesleriyle sanki ritm atıyordum. Büyük selden sonra okulumuza gelen Kızılay Ekibi öğrencilere giyecek yardımı yapmıştı. Banada önden cıtcıtlı lastik ayakkabı vermişlerdi. Ayakkabımı hor kullanıyordum. Şimdi ayağımdaki ayakkabının topuğu düşmüş terlik gibi olmuştu. Ayakkabımdan sıçrayan çamur sırtıma kadar çıkmıştı.

Divan Pastanesinin önünden geçiyorduk. Cadde kenarındaki masada oturan bir beyefendi bana seslendi. -Küçük buraya gel. Otoriter bir sesti. -Buyur amuca, dedim. Hulisi Kentmen tipindeki beyefendi yanında süslü şapkalı hanımı ve biz yaşlarında kızı ile pasta yiyorlardı. Beyefendi cebinden 2,5 liralık çıkardı.-Al bunu git kendine bir ayakkabı al, dedi. -Yok amuca, dedim -Bana babam ayakkabı alacak, dedim. Kaşlarını indirerek -Bana bak oğlum. Al bu parayı git, ayakkabını al gel burada göreceğim,.dedi. -Ama, dememe kalmadı parayı avucuma sıkıştırdı. Hanımına, kızına baktım yüzümün kızardığını hissettim. Döndüm koşmaya başladım. Kuyruktan bayağı geri kalmıştım. Koşarak Aydın Ağabeyimi yakaladım. -Ağabey, dedim. -Pastahanede bir amuca bana 2,5 lira verdi, gidip bir ayakkabı alacam ve ona gösterecem. -Hani para, dedi. Avucumda sıkı sıkı tuttuğum parayı ona verdim. Paraya baktı -Hadi cocuklar Meşhur köfteciye gidiyoruz, dedi. Ben onun yüzüne bakarken. -Ne bakıyorsun zaten hepimiz açız. -Ama gaco... -Yürü oğlum bir daha seni nerede görecek...

Arkama baka baka kuyruğu takip ettim. O İstanbul beyefendisini hiç unutmadım. O zamanlarda Samsun'da İstanbul beyefendilerinin sayısı çoktu. Sonra kayboldular yerlerine köylü kurnazları doldu.

Ahh Amucacığım, yaşıyorsan Allah sana iyilikler versin. Yaşamıyorsan Allah sana, senin gibilere rahmet eylesin.

/Metin ÖZBASKICI

20 Ekim 2010 Çarşamba

Uyarı...

Rasathane köprüsünün altından geçerken görürsünüz; en az üç-beş adam köprünün altında beklemektedir. Çoğunluğu köyünden geçim sıkıntısı nedeni ile kente gelen, varoşlarda yaşamaya çalışan evine ekmek götürmek için gündelik ne iş olursa yapan yurttaşlarımızdır. Bazen öğle saatlerinde oradan geçtiğimde onları yemek yerken görürüm; Menü; soğan ekmek'tir...

Bir otomobil yanlarında durduğunda sanki birisi arkadan itiyormuşçasına çöktükleri yerden kalkarlar ve otomobilin etrafına doluşurlar. Ardından sessiz ve umutsuz bir itişme ile işi birbirlerinden kapmaya çalışır yaşlısı, genci... Bu yoksulluk tablosunda gözümüz ister istemez yaşlılara daha fazla takılır. Çünkü vicdan onları oralarda görmekten rahatsızdır... İnsanın yaşlılığında geçinebileceği, bu şekilde sokaklara düşmeyeceği düzenli bir geliri olması gerektiği düşüncesi bir kez daha belleğimizde canlanır.
             
Yapılması gerekenleri düşünmekten öte bir şey yapamadığımız içimize dert olur. Sonra gözden uzaklaşınca unutulur; Yaşlılar... Yoksullar... Ama ne kadar görmezden gelinse de, unutulsa da yaşam kendisini hatırlatır...

Bir gün küçük kızım sordu: "Baba, neden yaşlı amcalar ağır yük taşıyorlar?" Etrafında o kadar ilgisini çekecek şey varken neden buna takıldığını düşünürken ısrarla aynı soruyu yineledi... Nasıl bir yanıt vermem gerektiği üzerine düşünmeme bile fırsat olmayan o talihsiz anlardan birine yakalanmıştım. Çaresiz yanıtladım: Para kazanmak için...
            
Bir an duraksayıp hüzünlü bir sesle karşılık verdi: Yazık değil mi! Yoksulluğun, sosyal adaletsizliğin, eşitsizliğin iyice belirginleştiği yaşamımız için bambaşka bir uyarıdır bu; Apaçık... Yüzümüze karşı... Kaygısızca...

20.10.2010
/Dr Murat ERKAN

19 Ekim 2010 Salı

Samsun'da Karanlık Noktalar Var Mı ?

Önümde Ticaret ve Sanayi Odası'nca hazırlanan bir rapor var: "2010 Samsun İktisadi Raporu" İçinde bu kentle ilgili "ezber bozan" oldukça ilginç rakamlar yer alıyor. Zaman zaman bakarım, yazarken de faydalanırım.Ezber bozan istatistiklerden biri de "Ulaşım" alt başlıklı bölümde yer alıyor. Hep söylenenlerin aksine Samsun kişi başına motorlu taşıt sayısında Türkiye ortalamasının oldukça gerisinde. Üstelik son yıllarda bu makas daha da açılıyor. Yani birilerinin pompalamaya çalıştığı ve hatta "yutturduğu" gibi işler yolunda değil.

Samsun otomobil sayısı bakımından 2009 yılı itibariyle %1.30'luk pay ve toplam 92.222 otomobil ile 19. sırada yer alıyor. Ancak bin kişi başına düşen özel otomobil sayısına bakılınca ahval birden kötüleşiyor, 19'unculuktan 42'ciliğe geriliyoruz. Samsun'da bin kişi başına 74 araç düşüyor, Türkiye ortalaması ise 98 otomobil.Samsun'un ilk ona girdiği iki istatistik var; birisi minibüs, diğeri de traktör sıralaması. 2009 itibariyle 10.710 minibüsümüz, 42.763 de traktörümüz var. Her ikisinde de Türkiye 6'ncısıyız.

2000- 2009 arasını kapsayan istatistiklerin ortaya koyduğu iki acı gerçek daha var. Birisi Samsun'un ekonomisiyle ilgili, diğeri de trafik kazalarıyla. Yıllar itibariyle hemen bütün motorlu araç sayısında azalma var. Bu ekonomi üzerine sıkılan parlak nutuklara bir cevaptır diye düşünüyorum.Kazalarla, hele de "ölümlü kazalarla" ilgili rakamlar daha da acı ve mutlaka dikkat çekilmesi gereken rakamlar. Bu bölümü rapordan olduğu gibi alıyorum:

"Samsun 2008 yılında trafik kazası sayısı bakımından 1.898 kaza ve %1.82 pay ile 14'üncü sırada. Ölü sayısı bakımından 124 ölü ve %2. 93 pay ile 8'inci sırada, yaralı sayısı bakımından da 3.738 yaralı ve % 2.03 pay ile 13'üncü sırada yer almaktadır. Türkiye'de yaklaşık her 25 kazada 1 kişi hayatını kaybederken Samsun'da her 15 kazada 1 kişi hayatını kaybetmektedir. Türkiye'de kaza başına 1.77 kişi yaralanırken Samsun'da bu rakam 1.97'dir."

Bu rakamlar korkunç ve korkutucudur. İşin uzmanı değilim, herhangi bir hüküm vermekten çok uzağım. Ama sormak ve sorgulamak durumundayım: Niye ortalamanın çok üstünde kaza, yaralanma ve ölüm gerçekleşiyor? Acaba sorun yollarımızda mı? Karanlık/kör ya da yanlış yapılmış noktalar mı var, kazalara ve acılara yol açan? Eğer öyleyse bir an önce bu karanlık/kör/yanlış yapılmış noktalara neşter vurmak zorundayız. Maliyeti ne olursa olsun. Zira hiçbir maliyet bir insan canının bedeli olamaz.

19.10.2011
/Osman KARA

15 Ekim 2010 Cuma

Eski Sanayi...

Elimize aldığımız bir kutu; şehrimiz. Açıp  açıp baktığımız, içindeki boşluğu hayallerimizle doldurup şenlendirdiğimiz... Hayal ettikçe zenginleşen şehrimiz, memleketimiz… Ama taşımak zordur hayalleri, küçük bir kutuyu doldursalar bile… Pazar günü. Sokaklar tenha, insanlar sakin…
            
Eski garajların arkasındaki sanayi sitesini geziyorum... Kepenkler inmiş, atölyeler, mağazalar kapalı. Biraz garipsiyor insan, hüzünleniyor. Benim açımdan hüznün bir başka sebebi çocukluğumun sanayide geçmiş olmasından. Güzel günlerdi, hareketli, bereketli günler... Çalışan, üreten ve emeğin karşılığının alınabildiği günlerdi. Ustalar vardı, kalfalar vardı, çıraklar vardı. Öğle molasında çeyrek ekmek arası kaşar, gazoz şişesinde ayranla birlikte yenir, ustalardan gizli büfelerde sigara içilirdi.  Şimdi eşya yerli yerinde ama sahibi yok. Eski, yıkık dökük bir anıt gibi kalmış şehrin ortasında sanayi sitesi.

Daha dün Samsun'da yaşayan insanların emeklerini sergiledikleri ve ailelerini geçindirdikleri ekmek kapıları ha kapandı, ha kapanacak.

Ordu, Amasya, Çorum gibi illerden Samsun'a gelen işler biteli yıllar oldu. Adı geçen bu iller kendi sanayilerini, kendisini temsil edenlerin çabalarıyla geliştirirken Samsun giderek küçüldü, küçüldükçe göç veren, işsizlerin kahvehane köşelerinde zaman harcamak zorunda kaldıkları bir şehir oldu.

Bir iki dost kaldı. Zaman zaman işim olmasa da uğrayıp hal hatır soruyorum. İşlerin nasıl gittiğine dair sorduğum soruya aldığım yanıt hep aynı… Kirasını ödemekte zorlananlar bir yana, çay ocağına olan borcunu ödemekte bile zorlananlar var.

Her sabah bir umutla açılan kepenklerden bahsetmek artık mümkün değil... Konuştuğum herkesin aklında asgari ücretle bile olsa birisinin yanında çalışabilmek düşüncesi var. Hoş bu saatten sonra başka birinin eline bakmak zor geliyor ama en azından sigortam ödenir, sağlık güvencem olur diye düşünüyorlar. Burada mücadele eden insanlar için en önemli sorun bir sağlık güvencelerinin olmaması, çünkü pek çoğu sigorta primini aylardır ödeyememiş. Bu insanların başlarına bir iş kazası gelse kendilerinin, ailelerinin ve çocuklarının yaşayacağı sıkıntıyı anlatmak mümkün değil...
Her şey nasıl bu hale geldi diye düşündüğümde ise zamana ayak uyduramayan bir düzenin sonuçlarını görüyorum karşımda.
            
Gerçek böyle ama bu insanlar zanaatlarının,  emeklerinin bir gün karınlarını bile doyurmayacağını nereden bilebilirlerdi ki…
Kim onları uyardı ki?
Kim onları aydınlattı ki?
Kim onlara yol gösterdi ki?
Kim onlardan aldığı gücü onlar için kullandı ki?

Havalar giderek soğuyor. Yarın sanayi sitelerinde yeni bir gün daha başlayacak. Yağ sobasında nasır tutmuş ellerini ısıtmaya çalışan emekçilerin gözleri kapıda bir ekmek parası arayacak. Kalp atışları yavaşlamış, soluk almakta güçlük çeken bir insan ordusu var Samsun'daki sanayi sitelerinde. Ve bugün onlara "iyi olacaksınız" demek yetmiyor artık.

15.10.2010
/Dr Murat ERKAN

13 Ekim 2010 Çarşamba

Minibüsçüler Ne İstiyor?


Dün sessiz bir bekleyiş vardı, Büyükşehir Belediyesi'nin önünde. Atakum, Fakülte minibüsçüleri... Hat dolmuşçuları... Dışarıda endişeyle bekliyordu. Çünkü içeride Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) toplantısı vardı. Daha önce alınan kararlar yeniden ele alınacaktı. Önceki kararla Atakum ve Fakülte minibüsleri raylı sisteme dikey çalışacak... Hatların güzergâhı kısaltılacaktı... Bugün de başlayacaktı.
***
        
Minibüsçüler dertliydi... Bir dokun bin ah işit cinsinden! Peş peşe sıralıyorlardı...  Aslında hiçbir şey istemiyorlardı... "Raylı sisteme karşı değiliz.  O da bu şehre hizmettir. Raylı sistem de çalışsın... Biz de çalışalım... Boş mu gideriz... Zarar mı ederiz, bizim kaderimiz..."
***
       
Bir başkası devam ediyordu: "Büyükşehir Belediyesi'ne her ay minibüs başına 30 TL veriyoruz. Bunu 150 TL yapalım.  Atakum ve Fakülte'de toplam 173 minibüs var. Aylık 25 bin lira yapar. Bu da bizim raylı sisteme katkımız olsun."
***
       
 Minibüsçüler Başkan Yılmaz'dan dertliydi...  "Seçimlerde hep bize söz verdi... -Sizi mağdur etmeyeceğiz- dedi...  Ama bugün bizi halk otobüsleriyle aynı seviyeye çekip... Ayda 500 liraya çırak çıkarmaya çalışıyor... Raylı sistemin zararına bizi ortak etmeye çalışıyor" Sadece Yılmaz almıyordu minibüsçülerden nasibini... Bakan Demir, AK Parti milletvekilleri... "Hepsi de mağdur olmayacaksınız diye söz verdiler, neredeler?" sitemini eklemeyi unutmuyorlardı... İktidara kızıyorlardı ama muhalefete de bir o kadar yüklendiler... "Yüzlerce kişi, aileleriyle binler yapar... Burada haklarını, hukuklarını aramaya çalışıyorlar... Muhalefet partilerinden bir Allah'ın kulu olmaz mı burada... Hadi milletvekilleri Ankara'da... İl başkanları nerede? Onların bu mücadelede bizim yanımızda bulunmaları, durmaları gerekmez mi?"
***
        
Minibüsçülerin kafası çok karışık... Sorun ötelense de…  Hoşgörü içinde uzlaşma olmazsa...  Samsun çok gergin günler yaşayacak...  Bundan en büyük zararı Samsunlular görecek hiç kuşku yok ki? Ama herkesin kafasını karıştıran bir başka konu da... Bugün uygulamaya girecek olan Raylı ve aktarmalı ücretler...  10 duraktan az ve fazla olarak iki kategori ücretlendirme var... Nasıl hesaplanacak merak ediyorum...  Galiba... "Merkezden Fakülte'ye giderken 11'inci durakta binenler... Fakülte'den şehre giderken 11'inci duraktan sonra binenler..." diye ayrım yapmak istediler...  Ama 10 durak diyerek kafaları karıştırdılar...  Aktarmaların hesabı ayrı bir dert! Onlar da çözülür elbet! Ama gerçek olan şu ki;  Aracınız yoksa Samsun'da yaşamanın bedeli artık biraz daha pahalı! Eeeee… Başkan Yılmaz'ın yeni felsefesi de bu demek ki; "Parası olmayan köyüne!"

/Erdem EROL
13.10.2010

4 Ekim 2010 Pazartesi

Samsun'da Bitti Dışarıdan Al


Samsun Ticaret ve Sanayi Odası yönetiminin göreve gelmesinin ardından yaptığı en önemli çalışmaydı.  "Samsun'da var, Samsun için al" kampanyası. Samsun'daki kurumların... Belediyelerin... Kampanyanın içeriğine aykırı uygulamalarına rağmen... Anlamlıydı.
***

Güzelde başladı.  Tanıtımlar yapıldı... Cumhuriyet Meydanı'na stantlar konuldu... Öncelik elmaya, helvaya verilse de... Onların bile Samsun'da yapıldığını bilmeyen... Samsun'da yaşayanları bilgilendirme adına olumluydu...
***

Ait olma duygusunu da güçlendiriyordu... Ürünlerini görmesek bile... Büyük sanayi yatırımlarının da adının geçiyor olması... Onların da ürünlerini görürüz umuduyla bekletiyordu...
***
           
Ticaret Sanayi Odası Yöneticileri açıklama yapıyordu...  "Şu kadar market Samsun ürünlerini de satma kararı aldı" diye...  Övünmek hakları... Güzel bir iş yapıyorlar diyorduk.
***
           
Zaman zaman kulağımıza kampanyada yaşanan güçlükler geliyordu...  Her şeyin Ticaret ve Sanayi Odası'nın üzerine yıkıldığı... Kampanyadan yararlanan üretici ve sanayicinin elini taşın altına sokmadığını duyuyorduk... Çözerler sorunu diye bekledik... Sonra kampanya hız kesti... Sonra durdu... Şimdi unutuldu...
***
           
Demek ki Samsun'da olan bitmişti... Samsun'da üretilen durmuştu...  Herkes yeniden bildiğini okumaya başladı... Derinleşmeyen kampanya... Beyinlere çivi çakamadı... İz bırakamadı... Yani... Samsun'da bitti...  Dışarıdan al! Samsun'da bu kampanya yürümedi... Nereden istersen oradan al!

/Erdem EROL
04.10.2010

30 Eylül 2010 Perşembe

Bir Kent Ve Bir Hayalin Yıkılışı


Siyaset dünyasında akşam erken oluyor ve siyasetçilerin mumu çabuk sönüyor. Bu Samsun Tersanesi’nde böyle olmuştu, Terme Tersanesi’nde de böyle oldu.

Samsun Tersanesi fikri daha eskidir ama siyaset piyasasına mükemmel bir oy tuzağı olarak sürülmesi 28 Mart 2004 yerel yönetimler seçiminden hemen öncedir. Sosyal demokrat bir çizgiden gelip Anavatan’da siyasete atılan ve sonunda AK Parti’de karar kılan Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın en önemli seçim kozu Samsun’da kurulacağı vaat edilen tersane olmuştu. Üzerinde ufka açılan bir gemi ve “17.000 kişiye iş” yazan o “akıl almaz ve yerine getirilemez vaatlerin bir ibret belgesi” seçim afişi arşivlerde ve insanların hafızalarında durmaktadır.  

O ve diğer vaatlerin rüzgârıyla ve beslediği “iş-aş-ekmek” umuduyla AK Parti sadece Büyükşehir değil, dört alt kademe ile birlikte ilçe ve belde belediyelerinin çoğunda seçimleri açık ara kazandı. Bir hafta sonra da Başkan Yılmaz “alayı vala” ile “tersaneye yatırımcı bulmak” üzere İstanbul’a gitti. Dönüşünde yatırımcıların Samsun Tersanesi’ne büyük ilgi duyduğunu açıkladı. 1 Mayıs 2004’te düzenlenen “Samsun Kent Kurultayı”nda “ilk geminin altı ay sonra kızağa konacağı” açıklandı. Akıl alır gibi değildi ama söylendi, yazıldı ve ne yazık ki inanıldı da. 

O müthiş seçim kampanyasının ve o acımasız umut ticaretinin üzerinden altı ay değil tam altı yıl geçti. Ortada tersane de gemi de iş de işçi de yok, sömürülen ve oya tahvil edilen umutlardan doğan büyük hayal kırıklıkları var.

Terme Tersanesi bu süreçte ortaya çıkmış ve AK Parti’liler buna adeta bir cankurtaran simidi gibi dört elle sarılmışlardı. Samsun Tersanesi’nde kaybettikleri “güvenilirliklerini” Terme Tersanesi’yle yeniden kazanacaklardı. Onun için yatırımcıya gerekli kolaylıkları gösterdiler, onun için bürokratik engellerin aşılmasında olağanüstü gayret gösterdiler ve onun için tersanenin açılışından kendilerine övünç payları çıkarttılar. Şimdi de bu kepenk indirmenin faturasını ödemekle karşı karşıya geldiler. “Bize ne” diyemezler, açılışın siyasi getirisini sahiplenenler kapanışın faturasını da öderler. Asılsız ve akılsız vaatlerin olduğu gibi “zamansız ve kontrolsüz söylemlerin” de bir faturası vardır ve bunu ödemek de o akılsız projeleri ortaya atan ve o kontrolsüz nutukları sıkanlara düşer.

Samsunlular “lafla peynir gemisinin yürümediğini” atasözlerinden biliyordu, lafla tersane kurulamayacağını, kurulsa bile uzun ömürlü olamayacağını da acı deneylerle öğrendi. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Terme Tersanesi’nin açılış töreninde “Samsun otuz yıllık hayaline kavuştu… Durmak yok yola devam” demişti. Merak ediyorum “otuz yıllık hayalin daha ikinci yılı dolarken yıkılışına” ne diyecek? 

/Osman KARA