30 Eylül 2010 Perşembe

Bir Kent Ve Bir Hayalin Yıkılışı


Siyaset dünyasında akşam erken oluyor ve siyasetçilerin mumu çabuk sönüyor. Bu Samsun Tersanesi’nde böyle olmuştu, Terme Tersanesi’nde de böyle oldu.

Samsun Tersanesi fikri daha eskidir ama siyaset piyasasına mükemmel bir oy tuzağı olarak sürülmesi 28 Mart 2004 yerel yönetimler seçiminden hemen öncedir. Sosyal demokrat bir çizgiden gelip Anavatan’da siyasete atılan ve sonunda AK Parti’de karar kılan Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın en önemli seçim kozu Samsun’da kurulacağı vaat edilen tersane olmuştu. Üzerinde ufka açılan bir gemi ve “17.000 kişiye iş” yazan o “akıl almaz ve yerine getirilemez vaatlerin bir ibret belgesi” seçim afişi arşivlerde ve insanların hafızalarında durmaktadır.  

O ve diğer vaatlerin rüzgârıyla ve beslediği “iş-aş-ekmek” umuduyla AK Parti sadece Büyükşehir değil, dört alt kademe ile birlikte ilçe ve belde belediyelerinin çoğunda seçimleri açık ara kazandı. Bir hafta sonra da Başkan Yılmaz “alayı vala” ile “tersaneye yatırımcı bulmak” üzere İstanbul’a gitti. Dönüşünde yatırımcıların Samsun Tersanesi’ne büyük ilgi duyduğunu açıkladı. 1 Mayıs 2004’te düzenlenen “Samsun Kent Kurultayı”nda “ilk geminin altı ay sonra kızağa konacağı” açıklandı. Akıl alır gibi değildi ama söylendi, yazıldı ve ne yazık ki inanıldı da. 

O müthiş seçim kampanyasının ve o acımasız umut ticaretinin üzerinden altı ay değil tam altı yıl geçti. Ortada tersane de gemi de iş de işçi de yok, sömürülen ve oya tahvil edilen umutlardan doğan büyük hayal kırıklıkları var.

Terme Tersanesi bu süreçte ortaya çıkmış ve AK Parti’liler buna adeta bir cankurtaran simidi gibi dört elle sarılmışlardı. Samsun Tersanesi’nde kaybettikleri “güvenilirliklerini” Terme Tersanesi’yle yeniden kazanacaklardı. Onun için yatırımcıya gerekli kolaylıkları gösterdiler, onun için bürokratik engellerin aşılmasında olağanüstü gayret gösterdiler ve onun için tersanenin açılışından kendilerine övünç payları çıkarttılar. Şimdi de bu kepenk indirmenin faturasını ödemekle karşı karşıya geldiler. “Bize ne” diyemezler, açılışın siyasi getirisini sahiplenenler kapanışın faturasını da öderler. Asılsız ve akılsız vaatlerin olduğu gibi “zamansız ve kontrolsüz söylemlerin” de bir faturası vardır ve bunu ödemek de o akılsız projeleri ortaya atan ve o kontrolsüz nutukları sıkanlara düşer.

Samsunlular “lafla peynir gemisinin yürümediğini” atasözlerinden biliyordu, lafla tersane kurulamayacağını, kurulsa bile uzun ömürlü olamayacağını da acı deneylerle öğrendi. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Terme Tersanesi’nin açılış töreninde “Samsun otuz yıllık hayaline kavuştu… Durmak yok yola devam” demişti. Merak ediyorum “otuz yıllık hayalin daha ikinci yılı dolarken yıkılışına” ne diyecek? 

/Osman KARA

29 Eylül 2010 Çarşamba

Omü ve Büyükşehir Belediyesi


Birkaç günlük ayrılıktan sonra kente döndüğümde gözüme çarpan ilk haber "Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nin girişindeki takın Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılması" oldu. "Ülkenin ve kentin bunca sorunları varken yol üstündeki sıradan bir takın yıkılması çok mu önemli" diyebilirsiniz. Üstelik Büyükşehir Belediyesi'nin "daha iyi bir tak" yapılacağını açıklamasından sonra.

Önemli olan takın kendisi değil, yıkılışında izlenen ya da izlenmeyen usul ve sonrasında yapılan açıklamalar. OMÜ Rektörü Prof. Dr. Hüseyin Alkan "yıkımın kendilerine haber verilmediğini" öne sürüyor. Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Kenan Şara ise "arkadaşlara sordum, yapı işleri dairesine haber vermişler" diyor. Sayın Genel Sekreter olayın büyütülmesine de şaşırmış görünüyor. Zaten yeni ve daha güzel bir takı da kendileri yapacakmış.

Bu sıradan haberin altında bir türlü yerleşemeyen demokrasimizin ve her geçen gün biraz daha aşınan hukukumuzun öyküsü yatmaktadır. Bir tarafta kendi çevresinde ne olup bittiğini sorgulamayan bir alakasızlık diğer tarafta ise "ben devletim ister yıkar, ister yaparım" vurdumduymazlığı. Bu Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nin Hafif Raylı Sitem konusundaki bilgisizliğinin ilk itirafı değil. Rektör Prof. Dr. Akan daha çok yakın bir zamanda "üniversiteye çıkmayacak hafif raylı sistemi ben yapayım" derken bu bilgisizliği ve ilgisizliği dolaylı da olsa itiraf etmişti. Bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek için hemen söyleyelim ki, bu ilgisizlik kendi dönemlerini kapsasa da Sayın Akan'la başlamış değil, çok öncelerden, projenin yoğun olarak konuşulmaya başlandığı 2000'lerden geliyor. Bu sistem bu kentte on yıldan beri konuşuluyor, tartışılıyor, projenin sahipleri yani Samsun Büyükşehir Belediyesi'nin Sayın Başkanı ve Sayın Genel Sekreteri her fırsatta "Üniversiteye çıkacak" diyorlar ama üniversiteden bir Allah'ın kulu çıkıp da "nereye geliyorsunuz, ne zaman geliyorsunuz, nereden geçecek nerede duracaksınız" diye sormuyor. Hayret ki ne hayret!

Bizim devletlilerimizin ve hele de seçilmişlerimizin vatandaşı yok saymasına alışmıştık ama görünen o ki, Samsun Büyükşehir Belediyesi OMÜ'yü de yok sayıyor. Toplama merkezini OMÜ'nün arazisine kondururken de kimseye haber vermemiş, OMÜ'ye de iş dönülemeyecek noktaya geldiği ve muhtemelen de Ankara devreye girdiği için "oldubittiyi" kabul etmek kalmıştı. Oldubittilerle netice alabilirsiniz ama devlet olamazsınız, bir zamanlar olmuş olsanız bile uzun süre devlet olarak kalamazsınız. Konu kentin iki güzide kurumu arasındaki iletişimsizlikten ibaret değildir. Bir tarafın "hukuku umursaması" diğer tarafın da "hukukuna sahip çıkmaması" gibi bir görüntü vardır orta yerde ve vahim olan da budur. Hem de OMÜ Hukuk Fakültesi'nin eğitim ve öğretime başladığı bir süreçte.
/Osman KARA
29.09.2010

28 Eylül 2010 Salı

Koğuz'a Giderken



Koğuz’un Yollarına Düşmeden Önce

İki üniversite bitirmiş olmanın hızıyla iş aramak için Samsun iliyle yetinmemiş Ankara ve İstanbul illerine de uzanarak köşe-bucak, resmi-özel demeden branşımıza uygun alanlarda dönüşü olmayan birçok iş başvurularında bulunmuş en son olarak da Diyanet Vakfının Müfettişlik sınavlarına girmiştim. Ankara’ya kadar gitmişken sınavdan sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı, Mushafları İnceleme Kurulunda görevli hocamı –ki Alaçam İmam-Hatip Lisesinin kurucu Müdürü Sayın Kenan TAŞKAN Bey'dir.- ziyarete gittiğimde daha kapıda selam verir vermez “Çetin, sakın bana müfettişlik sınavı için geldim deme” dedi. Ben de öğünerek; “geldim ve girdim bile hocam” deyince, “Neyse olmuş bir kere ama boşuna ümitlenme, kazanacak olanlar çok önceden belli.” Deyince anladım ki dini bir kurumda bile bu adaletsizlik varsa ve eğer arkanda da “dayın” yoksa hayata tutunma çabalarımızda işimiz Allah’a kalmış demektir.

Bunun üzerine iş arama gezilerimi iptal edip köyüme döndüm. Köyde aylak aylak gezmek yerine Alaçam İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğrayarak vekil öğretmenlik için müracaatta bulundum. Anında cevap verdiler. Evet, öğretmensiz bir okul varmış. Tayin edilen kadrolu öğretmeni raporluymuş. Yerine gönderilen Vekil Öğretmenler de bir hafta içinde görevi bırakıyorlarmış. Görevli bana; “Bildiğin gibi değil. Oldukça mahrumiyet bölgesi bir yer. Bilmem bu görevi almak ister misin? İstersen köye git. Bir bak. Senin için uygun mu, değil mi? Kararını öyle verirsin. Çünkü birçok kişi bu görevi almadı. Alanlar da bırakıp kaçtı…” dedi.


Kızlan Garajında Koca Mustafa’yı bul.

Vekil öğretmenlik başvurusunu yaptığımda takvimler 15 Mart 1990 tarihini gösteriyordu. Bu şu demekti; okullar açılalı yani ikinci sömestri başlayalı bir ay geçmiş ve öğretmensizlikten okulları kapalı olduğu için Orta Karadeniz bölgesinde, Samsun'un bu köyünde çocuklar hâlâ okula gidemiyorlardı. Tereddütsüz, bu görevi hemen kabul ettim ve gerekli evrakları hazırlamak için müsaade istedim. Dairedekiler oldukça tecrübeli olmalılar ki “Hocam sen yine de önce bu köye bir git, gör, incele ve kararını öyle ver ve ondan sonra işlemleri başlatırsın” dediklerinde benim bu görevi alma şevkim bir kat daha artmıştı.

Günlerden Çarşamba günüydü. İlçenin “Hafta Günü”... Bütün köyler bu günde haftalık alışverişlerini yapmak için ilçeye gelirler. “Köye nasıl ulaşacağım” soruma dairedeki memur arkadaş; “Kızlan garajına git, Koca Mustafa’yı bul, gerisine karışma. O seni alır götürür, yedirir, içirir, yatırır… Gerektiği gibi ağırlar.” dedi. “Koca Mustafa da kim?” Diye sorunca, “Herkes tanır. Kime sorsan sana gösterirler.” Cevabı üzerine yola koyuldum. Sağda solda gördüğüm tanıdıklara “Koca Mustafa’yı sora sora giderken, daha Kızlan Garajına varmadan Cumhuriyet Meydanında, yerel deyimiyle meşhur “Goca Musda” dayıyla karşılaştım. O da, köye öğretmen gideceği haberini çoktan almış ve bana “bizim köye gidecek öğretmen sen misin?” diye sormuştu.

Ayaküstü kısa bir hoşbeşin ardından Kızlan Garajına yönelip, hem yürüdük hem konuştuk. ”Mustafa Dayı” dedim, “Ben bir gidip köyü ve okulu göreceğim. Ondan sonra evrakları hazırlayıp ardından da eşyalarımı alıp gelir, göreve öyle başlarım.” Deyince. “Öyle şey olmaz hocaaa!” dedi Koca Mustafa dayı. Eğer sen bu işi yapmaya gönüllü isen, aha köye giden kamyon da hazır. Şimdi gidelim, yarın okulu açarsın, biz de öğrencileri toplar göndeririz sen de derslere başlarsın. Köyde yatak da var, yiyecek de… Eşyalarının acelesi yok, biz onları haftaya alıp getiririz.” Sözleri üzerine bu Koca Mustafa’nın “Koca” lakabının “yaşlı” değil “başlı” olduğuna karar vererek, kendimi tüm ısrarlara rağmen köye giden kamyonun şoför mahalline değil de yem çuvalları, saman balyaları, peynir kasaları ve satmak için pazara getirilmiş fakat elde kalmış birkaç koyun ile kadınlı erkekli karışık olarak köylülerin bindiği kamyonun brandayla kapatılmış kasasına atmıştım.


Kar Yolları Kapayınca.

Öğle vakti saat iki sularında kamyonumuz köye gitmek için ilçeden ayrıldı. Kızlan’dan sonra Toklu Köyünü geçtiğimizde kamyonumuz durdu. Sabah şehre inerken açık olan yollar kar ve fırtına sebebiyle kapanmıştı. Bu kapanış öyle bir kapanıştı ki yolun nerelerden geçtiğini anlamak mümkün değildi. Yolun kıvrılarak geçtiği yamaçlar ve daracık vadiler şiddetli esen rüzgârın sürüklediği karlarla dolarak “dümdüz” olmuştu. Bu şartlar altında yabancı birinin buralarda yol yordam bulup kara saplanmadan ilerlemesi olanaksızdı.

Ben, “ne oluyor?” diye sağıma soluma bakınırken, köylüler çoktan kamyonu boşaltmış, yüklerini omuzlayıp, kestirme yola düzülmüşlerdi bile. Yaşlı biri, “Hoca, yol mol kalmamış. Aha şu tepeleri takip ederek kara saplanmadan iki saatte köye ulaşırız” deyince yanıma fazla eşya almadığım için kendimi şanslı hissettim. Tıpkı çölde kum tepeciklerini izleyerek giden kervan gibi, bizler de çukur yerlere düşmemek için arazide karın sığ olduğu tepe bölgelerini takip ederek oluşturulan rota üzerinden onca yükün altında ilerlemeye başladık. Köylülerin köye nasıl ulaşacaklarını düşünürken uzaktan atlı bir gurubun bize doğru geldiğini gördüm. Bunlar, yolların kapanacağını tahmin ettikleri için, çarşıdan gelenleri karşılamaya gelen köylülerdi. Peynir sandıkları gibi ağır yükler atlara yüklendi, yorulan çocuklar ve yaşlılar münavebeli olarak atlara binerek yolculuğa devam ettik. Akşamın alaca karanlığında duyduğum köpek seslerinden bir köye yaklaştığımızı fark etmiştim. Köye iyice yaklaştığımızda ışık göremeyince “köyde elektrik yok mu?” diye sormadan edemedim. “Var. Var ama hoca, bir arıza yapınca bir hafta, on beş günde gelmiyor. Zaten bizim de pek ihtiyacımız yok” gibi “mıdarasızca”  bir cevap aldım. Daha sonra anladım ki köyde elektrik sadece aydınlatma için kullanılıyor ve köylü de akşam erken yatıp sabah erken kalktığından aydınlatma için gün ışığından yararlanmaktaydılar.


Örtmen Gelmiş Örtmen.

Köpeklerin, yakalasalar bizi paramparça edecekmişçesine şedit saldırıları arasında köy içinden geçerek Koca Mustafa (Mustafa ÇETİN)’in evinin önüne daha doğrusu köy meydanına geldiğimizde yatsı ezanı okumak üzereydi. Köy içinden geçerken, okula giden çocuğu olan evlere yapılan “Köye Öğretmen geldi, okul açılıyor. Yarın çocuklar okula gidecek.” Çağrıları hiç susmayan köpek sesleri arasında kaybolup gidiyordu.

Karlı buzlu onca yolu yürüyerek geldikten sonra bizde temiz bir üst baş kalmamıştı. Sığınacak bir ev lazımdı. Koca Mustafa dayı; “Hoca ister bizde kal, ister İmamla… Tercih senin” deyince ben tercihimi aynı zamanda meslektaşım ve benim gibi bekâr olan İmam efendinin evinde kalma yönünde kullandım. Dışarıdan biri olarak “köy ve okulla ilgili bol bol konuşuruz” diye müsaade isteyerek zaten yanımıza gelmiş bulunan imam Erol ÇIRAK beyle birlikte guruba veda edip imamın evine postu serdim.

İmamın evi tek katlı, tek odalı ahşap (çantı) bir binaydı. Elektrikler kesikti. İdare adını verdikleri bir gaz lambası odayı tam aydınlatmıyordu. İmam Erol Çırak, küçücük sobasına birkaç odun atıp ortalığı ısıtmaya çalıştıysa da Mart ayının o kazma kürek yaktıran soğuğuna karşı bu yayla köyünde yapacağımız pek fazla bir şey yoktu. Daha fazla üşümemek için “en iyisi erken yatıp dinlenmek” diyerek yatakları serip yattık.

Çok geçmeden, köye gecenin sessizliği çökmüştü. Yer yer köpek havlamalarının yanı sıra camdan cama birbirlerine “örtmen gelmiş örtmen” diye “müjde” veren çocuk sesleri belki de gecenin bu sesliğinde 1400 rakımlı Dütmen Dağına da ulaşıyordu kim bilir?


Türkiye’deki Köy Gerçeği

Koğuz köyü hakkında yaptığım “monografi”yi  yıllar sonra internette yayınlayınca, yazı birçok kişinin ilgisini çekmişti. O günün şartlarında teknolojik olanaklar bu kadar yaygın olmadığı için o çalışmayı fotoğraflama şansım da olmadığından yazdıklarımın gerçek olmadığı hatta “abarttığımı” ifade edenler bile olmuştu. Amacım “yoksulluk edebiyatı” yapmak değil ülkemizdeki “köy gerçeğini” ortaya koymaktı. Kimi hükümetler “köy-kent” projeleriyle “milletin efendisi”ni “kalkındırma” çareleri ararken kimi hükümetler de Avrupa Birliği dayatmalarıyla ülkenin köylülük oranını düşürme sevdasıyla köylüyü köyünden koparıp, kent ışıklarının cazibesine kaptırıyordu. Çaresiz köylü de “efendiliği” bırakıp kurtuluşu kentlerde “işçi” olmakta buluyordu. Yirmi yıl aradan sonra eski günlere ait kareler yakalamak ümidiyle gittiğim Koğuz köyünün akibeti de korktuğum gibi çıktı. Mutsuz köylü çareyi kentlere göçmekte bulmuş; köy, köy olmaktan çıkmıştı.


Dütmen’in Eteklerinde bir Köy; KOĞUZ

Köy, Dütmen Tepesinin eteklerinde kurulu küçük bir yerleşim birimidir. Dört yanı yüksek tepelerle çevrili olup, köyün ufku oldukça dardır.

Köyün yolu mevcuttur. Gerek ilçeye ve gerekse Kızlan’ a gidebilme imkânı veren bu tek yolun ana sorunu 3 km.’lik bir kısmının ham toprak oluşu sebebiyle yağış esnasında araç trafiğine kapanmasıdır. Ulaşım vasıtası olarak Kamyon, Jip ve Atlar kullanılmaktaydı.

Köyü, Toklu köyü Kızlan hattından ilçeye bağlayan tek yol vardır. Bu yol aynı zamanda Yemişen-Durağan hattıyla Sinop iline ulaşır.  Yaklaşık olarak köyün Toklu köyüne uzaklığı 8, Kızlan’ a  10, Alaçam’ a  ise 33 Km.’ dir. Kızlan’ dan gelirken, 2. Km’ de Toklu Köyünden Uzunkıraç ve Sakarinek’ e, 8. Km’ de Dütmen’ e yol ayrımı vardır. Ayrıca, köyden itibaren 5 Km uzaklıkta Yemişen köyü vardır. Köyün diğer köylerle ulaşımı yoktur. (İsimlerini saydığım bu köyler o günden bugüne adları kaç kere değiştirildi ve en son adları nedir doğrusu net olarak bilemiyorum!... Bu ayrı bir konu.)

Köyün kurulu olduğu mevkii ağaçsız ve kayalıktır. Yıllardır kesilerek yok edilen ormanların yerini günden güne yalçın kayalıklar almaktadır.

Arazi, ağaç, çalı vb. bitki örtüsünden yoksun olup, sürekli esen rüzgâr ve hemen hemen her gün yağan yağmurun tahribatına maruz kalmaktadır.

Köy toprağının üst tabakası taşlı olup, arazi yapı olarak kayalıktır. Toprağın verimi  “Bir’ e Bir” dir. Sanayi gübresi ile bu oran korunmaya ve artırılmaya çalışılmaktadır. Verimin bu kadar düşük olmasına rağmen yine de arazilerin kullanılması, hayvanlara sap-saman gibi yiyecek sağlamak amacıyla sürdürülmektedir.


Hakim Ekonomik Karakter ve Sosyal Yaşam

Köyde geçen ilk günlerim eğitim öğretim faaliyetlerinde yıllık planın çok çok gerisinde kalmış okulda bir nevi hızlandırılmış eğitim öğretime odaklanarak geçmişti. Günlük programa sâdık kalmakla birlikte eğlenceye dönüştürerek yerine göre hafta sonları da birkaç saatliğine okula gelmelerini istediğim öğrencilerle “telafi edici usullerle” dersler yaparak, programa yetişmelerini sağlıyordum. Hatta bazen, okul çıkışı evine giden öğrencileri takip ederek ödevlerini yapıp yapmadıklarını öğrenmek maksadıyla ailesi ve yaşadıkları ortamı yakından takip etmeye çalışıyordum. Karşılaştığım manzaralar ise hiç içi açıcı değildi. Köylü oldukça yoksuldu.

İlk günlerimde köyde hakim nüfusun çocuklar, kadınlar ve yaşlılardan oluşu pek dikkatimi çekmemişti. Baharın sonlarına doğru köyün nüfusunda bir hareketlenme olunca anladım ki yetişkin nüfus “kışlak”larda imiş.

Kışlak, koyunların kış mevsiminde sahil kesimlerine indirilerek oralarda bakılmasıdır. Köyümüz bir dağ köyüydü ve arazilerin kayalık ve de kıraç oluşu nedeniyle ana geçim kaynakları tarımdan ziyade hayvancılıktı. Hayvan olarak koyun yetiştirilmekte olup yılın yedi-sekiz ayı yağan kar nedeniyle uzun geçen kış mevsiminde hayvanlarını sahile yakın kışlak dedikleri yerlere indirirler, yaz başına kadar kiraladıkları meralarda bakarlardı. Çobanlık mesleği gereği bir nevi göçebe bir hayat tarzı sürdüren bu aileler aynı zamanda bir kısmı köyde bir kısmı kışlakta yaşamak zorunda kaldığı için adeta parçalanmış bir aile görüntüsü veriyordu.

Köyde hayat baharın sonu ve yaz aylarında hareketlense de bu pek uzun sürmemektedir. Üç dört ay içinde ekinler ekilip biçilecek, koyunlar “sağılıp” peynirler yapılacak; “kırkılıp” yünler hazırlanacak derken bu günler göz açıp kapayıncaya kadar geçmektedir.

Köyün ormanları yetersizdir. Kontrolsüz kesim bu sorunu doğurmuştur. Köylü yakacak odununu bile güçlükle temin edebilmektedir.

Tarım ürünü olarak zikre değer ürünler; Buğday, nohut ve patates ile hayvan yemi olarak kullanılan diğer hububatlardır.

Küçük el sanatları olarak köyde bir sanayi yoktur ancak koyunyünlerinden elde edilen iplerle kendi ihtiyaçları için el emeğiyle çorap, başlık (popak) ve kazak örülmektedir.

Köylünün mesleği çobanlıktır. Kendi hayvanına bakıp ettiği gibi yerine göre başkalarının hayvanlarına da bir ücret karşılığı bakmak için iş bölümü yapmaktadır. Genellikle okul çağını bitirmiş çocukların çobanlık işi için köy dışında iş bulmaları büyük bir imkân sayılmaktadır. Şansları yaver gider de böyle bir iş bulurlarsa bu durum gençler için ayrıca bir prestij kaynağıdır. Medyada yer aldığı gibi bu durum bir “çocuk ticareti” değil aksine yoksulluğa geçici bir çareydi. Çalışmak için gittikleri ailenin yanında aynı sofradan yedirilmekte, giydirilmekte ve yatırılmaktadır. Kentlerin sanayi sitelerinde sigortasız çalıştırılan çocuklardan tek farkları “yatılı” oluşlarıydı.

Aile başına düşen nüfus sayısı standartların çok üstündedir. “Çekirdek” aileden ziyade “geniş” aile tipi hâkimdir. En kalabalık ailedeki nüfus on sekiz (18) kişiyi bulmaktadır. Kimi ailelerde dede, nine, anne, baba, kardeşler, kardeş eş ve çocukları (yenge-yeğen), öte yandan amca eş ve çocukları gibi oldukça çok kalabalık bir yapı vardır.

Aynı çatı altında bulunan bu yapıdaki aile birimleri (ana, baba ve çocuklar) iktisadi birliklerini korumaktadırlar. Aile reisi konumunda olan bir aile ferdi tüm sorumlulukları rahatlıkla üzerine almaktadır. Böyle bir yapılanmanın oluşmasında daha doğrusu eskiden beri süregelen bu yapının korunmasında elbette “birlikten kuvvet doğar” ilkesinin büyük bir payı olduğu muhakkaktır. Zaten bu yapıda olan aileler ile çekirdek aile yapısı gösteren aileler arasındaki refah düzeyi farkı bunu ispatlamaktadır.  Çoğunluğu 7-8 çocuklu aileler oluşturmaktadır.

Aile fertlerinin tamamının uğraşısı bir ve aynıdır. Gerektiğinde kadın tarlada  “çift” sürebilir, “yazı” da koyun otlatır, ormana oduna gider. Buna mukabil erkekler de yemek yapar, koyun sağar en azından kendi çamaşırlarını rahatlıkla yıkayabilmektedirler. Bu bir yerde hayatı paylaşmaktır.

Köyün ekonomisi “kapalı” bir ekonomidir. Bu kapalı ekonomiden kurtulacağına dair şimdilik pek bir umut yoktur. Köylü kendisinin ve hayvanların ihtiyacını karşılayacak kadar buğday yetiştirir ve başka imkânı olmadığı için de bununla yetinir. Bu nedenlerle köylü, ihtiyacı kadar ekim yapmakta. Ürettiğiyle de ancak kıt kanaat geçinebilmektedir.


Yirmi Yıl Aradan Sonra Köyde Ne Değişti?

Ne tesadüftür ki, 1989-1990 eğitim öğretim yılı sona erer ermez gelip beni köyde bulan diğer mesleğimle ilgili bir iş için öğretmenlikten ve köyden ayrılmıştım. Ayrılış o ayrılış olmuştu. Emekli oluşumun da verdiği rahatlıkla bugün, aradan geçen 20 yılın ardından Koğuz’u ziyaret ettiğimde gördüm ki yukarıda anlatmaya çalıştığım yaşam tarzı genelde sürse de elbette köyde çok şeyler değişmişti. Bu değişikliğin en çarpıcı olanı “köyden kente” göç idi. Köyün yarıdan fazlası bu yaşantıyı terk edip geçimin yolunu büyük şehirlere göçerek bulmuşlardı.

Ulaşım için yollar yine aynı idi. Ancak artık köylü şehre kamyonlarla değil köydeki minibüsleriyle (iki adet)  gidip gelmektedir. Bir ailede traktör, bir ailede motosiklet gördüm. En güzeli köye telefon bağlanmıştı. Gerçi şimdi cep telefonları daha yaygın ama en azından haberleşme için 3-4 saat yürüyerek başka köye gidilmiyor. Bir diğer yenilik ise çanak antenlerle artık köyde TV izlenebiliyor olmasıdır.

Çatısı akan ve bu nedenle taban döşemeleri de kırık (çökük) olan okul, Alaçam Milli Eğitim Mensuplarının katkılarıyla bir güzel onarılarak güzelleştirilmiş. Ancak şimdi de öğrenci sıkıntısı yaşanmaktadır. İlköğretimin ikinci kademesine geçen öğrenciler (6, 7 ve 8. sınıflar) Yatılı İlköğretim Bölge Okulunda (Göçkün YİBO’da) eğitim öğrenimlerini sürdürmektedir.

Her ne kadar sanat değeri olmasa da ahşap caminin yıkılmış olmasına üzüldüm. Ama yerine yapılan betonarme Cami onun boşluğunu doldurmaya çalışıyor.

Ve  “Koca Musda”…  Köyün ileri gelen bu büyüğü, eskiye nazaran sayıları daha az da olsa yine koyunlarının peşinde, onları otlatmakla meşgul idi. Fikri KURT’un oğulları Turgut ve Durmuş kardeşler büyümüş adam olmuşlar. Kardeşler “omuz omuza” verip güzel bir dayanışma örneği vererek motosiklet, at ve çamış öküzlerinden başka oldukça büyük bir koyun sürüsü ve küçük bir sığır sürüsüyle de baba mesleğini, diğer bir ifade ile köydeki geleneksel yaşamı canlı tutmaya çalışıyorlardı.

Çetin KOŞAR

28/09/2010

Gezi Fotoğrafları...
https://www.facebook.com/groups/134977419877670/media/albums