29 Temmuz 2011 Cuma

Canik'te Mehmet Akif Ersoy Anadolu İmam – Hatip Lisesi

Yaklaşık 38000 metrekare bir alan. Nerede ise bir üniversitenin kurulabileceği bir arazi. Değil Canik'in, Samsun'un en güzel yerlerinden biri.  Çevre yoluna 500 m. mesafede bir yer…  Burada Türkiye'nin en modern İmam-Hatip Lisesi inşa edilecektir. Tam 80 derslik. İçinde dil ve fen bilimleri laboratuvarları yer alacak. Her mevsim ve şartlarda çocukların spor yapabileceği modern kapalı spor salonu. Her türlü sosyal ve bilimsel etkinliklerin takip edilebileceği konferans salonu. Yanı başında, uzaktan gelen çocuklara ev sahipliği yapacak, sıcak çorbasını içirtecek modern öğrenci  yurdu. Çocukların rahat oynayabileceği, spor yapabileceği açık alanlar…

 Ve yine bu eğitim kampüsünün içinde anaokulu.  Hepsinin tarihi mührü niteliğinde kampüse bitişik bir cami. Bu okulda binlerce çocuk okuyacak, camide de binlerce insan ibadet yapacaktır. Burada yetişen çocuklar, bu milletin inancıyla, kültürüyle, değerleriyle ve milletin kendisiyle barışık olacaktır.

Burada yetişen çocuklar ailelerini, köylerini, kentlerini, ülkelerini ve dünyayı inşa edeceklerdir. Burada yetişen çocuklar,  Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "annelerinin-babalarının ve dedelerinin" göz aydınlığı olacaktır. Burada yetişen çocuklar gönülleri, kentleri ve ülkeleri aydınlatacaktır. Ama bunlardan önce şimdilik bir mum yakacak ve bir tuğla yerleştireceklere ihtiyaç vardır.  Mumlarımızı ve tuğlalarımızı birleştirmeye ne dersiniz?  Gözünüz, kulağınız bizde; ELLERİNİZ DE CEPLERİNİZDE VE KASALARINIZDA olsun!  Cehalet karanlığına bir mum, dünya ve ahiret mutluluğu köşkünüze de bir tuğla olsun… 
  
Selam, sevgi ve dua ile…

29.07.2011
/H. Mustafa GENÇ

28 Temmuz 2011 Perşembe

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, İmam-Hatip ve Askeri Liseler

LYS sonuçları açıklandıktan sonra İmam-Hatip Liseleri yeniden gündeme taşınır oldu. Herkes bir şeyler söylemekte ve yazmaktadır. Ne anayasa ne de Tevhid-i Tedrisat kanunu bırakılmaktadır. Aslında " nefesi olan zurnacı olsun" derler ya… Bu da böyle bir şey.
              
Her şeyden önce İmam-Hatip Liseleri daha ilk kanun çıkarıldığında vardı. Velev ki olmasın. Zira bu okulların müfredat proğramları ve ders kitapları devlet tarafından belirlenmektedir. Yetmedi,  öğretmenleri devlet tarafından tayin edilmektedir. Eğitimi ve yönetimi devletin kontrolünde ve şeffaf olarak devam etmektedir.

Tevhid-i Tedrisat yasasının birinci maddesinde, "Türkiye dâhilindeki bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur." Denilmiştir.
              
Aynı yasanın dördüncü maddesinde ise, "Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfununda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir" denilmiştir.
              
Yasanın ikinci maddesinde  " bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devir" söz konusu olduğu için Milli Savunma Bakanlığına bağlı olan Askeri okullar da bütçeleriyle yasanın beşinci maddesinde Maarif Vekaletine bağlanmıştır.

Peki, şimdi Askeri Liseler ya da askeri okullar nereye bağlıdır? Tevhid-i Tedrisat yasasını kimler ihlal ediyor? Konu din öğretimi ya da bu eğitimi alanların başarısı gündeme geldiğinde mi bu yasa ihlal ediliyor? Biraz insaf ile birlikte biraz da fikir namusluluğu gerekmez mi? Yalnız bu çocuklar değil, bütün çocuklar bizimdir.

Selam ve sevgi ile…

28.07.2011
/H. Mustafa GENÇ

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Kuruluş Tarihi Yanlış

Samsunspor'un resmî kuruluş yılı 1965 olarak kabul 
edilmesine rağmen kulüp daha öncesinde de amatör 
olarak fiili olarak varlığını sürdürmekteydi. 1935 yılına 
ait fotoğrafta siyah beyaz renk forma giyen 
Samsunsporlu futbolcular görülüyor.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Samsunspor)


Samsun’da 1921 yılında Alyıldız İdmanocağı (Bazı kaynaklarda Ayyıldız) kuruldu. Formaları Sarı- lacivertti. Kurucusu ve başkanı Gıyasi Beydir. Gazi Mustafa Kemal Paşa 1924 yılında bu kulübü ziyaret etmiştir.

Samsun’da 1919 yılında kurulan kulüplerden biri SAMSUN İDMANYURDU idi. Tahir Usta Pasajı Sahiplerinden Tahir Usta ve kardeşi Mahmut Usta tarafından kurulan kulüp Sarı-Kırmızı renklere sahipti.

1926 Yılında Zaferi Milli İdman Derneği, Türk Ocağı Spor Şubesi adını aldı. 

1927 yılında ise Türkocağı Spor Şubesi, Alyıldız Spor Kulübüyle Birleşerek SAMSUNSPOR adını aldı. Renkleri Siyah-Beyazdı. Kulübün ilk başkanı Nuri Bey’di.

Samsunspor 1965’de Kuruldu Diyenlere

Samsunspor Kulübünden:

3 Eylül 1927 Cuma günü koşu yerinde bir futbol maçı icra etmek üzere vaki tahriri davetimize İdmanyurdu cevap vermemiştir. 7 Teşrinievvel 1927 Cuma günü aynı mahalde saat on beşte kulübümüz futbol takımı mezkur kulüp takımına minnettardır.
( Samsun 4 Teşrinievvel =Ekim 1927, Sayı: 54 )

Futbol Maçı: Sıra maça gelmişti. Kırmızı Sarı formasıyla İdman Yurdu, Kara Beyaz elbisesiyle Samsunspor kulübü sahaya girerken localardan, tribünlerden alkış yükseldi. 

Hakem Mister Koniştan takımları birbirine takdim ettikten sonra kura çekildi ve takımlar şu şekilde mevki aldı.

Hücumlar başladı. Mustafa’nın kuvvetli bir hamlesi İdman Yurdu’na ilk gölü kaydettirdi. İki saat kadar bütün heyecanıyla devam eden maçta İdman Yurdu sıfıra karşı beşle Samsunspor Kulübünü mağlup etti. Havanın yağmurlu olması, rüzgârın tesiri, geçende Amasya’yı mağlup eden Samsunspor kulübünün aleyhine çıktı.


                                  SAMSUNSPOR 1965 YILINDA KURULDUYSA
                                 1962-1963 SEZONUNDA NASIL MAÇ YAPIYOR?

                                           SAMSUN KAMUOYUNA ÇAĞRI;

                                           SAMSUNSPOR KULÜBÜNE
                                           SAMSUNSPOR TARAFTARLARINA
                                           SAMSUN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNE
                                           SAMSUN’DA YAYIN YAPAN
                                           GÖRSEL VE YAZILI BASIN MENSUPLARINA
                                           SAMSUN İLÇE BELEDİYE BAŞKANLARINA
                                           SAMSUN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANINA
                                           SAMSUN VALİSİNE
                                           SAMSUN MİLLETVEKİLLERİNE

YUKARIDA BELGELERİYLE ORTAYA KOYDUĞUM SAMSUNSPOR’UN KURULUŞ TARİHİ OLAN 1927 YILINA SAHİP ÇIKALIM.

FEDERASYON NEZDİNDE GİRİŞİMDE BULUNARAK BU TARİHİ TESCİL ETTİRELİM. 83 YILLIK TARİHE SAHİP OLAN SAMSUNSPOR'A SAHİP ÇIKALIM.

/Baki SARISAKAL
23 Temmuz 2011

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Rahtvan Mehmet Bey Camii / Rıdvan Bey (Paşa) Camii

Günümüzde halk arasında Rıdvan Paşa – Rıdvan Bey –Rahtıvan Camii olarak bilen eser,  Çarşamba’nın merkezi’nde Yeşilırmak’ın doğu yakasında bulunmaktadır. Camii; bir rivayete göre Erbaa’lı Rıdvan Bey tarafından Yeşilırmak’ta boğulan kızının anısına 1781 yılında mescit olarak inşa ettirilmiştir. Bu rivayetin kaynağı; ( Bafralı Mehmet Cembeloğlu adındaki bir öğretmen tarafından 1969 yılında yazılan ‘SAMSUN VE İLÇELERİ” adlı eseridir.)

Osmanlı Arşivinde ise; 3403 gömlek nolu 29/S/1259 hicri tarihli evrakta caminin gerçek adının RAHTVAN MEHMET BEY CAMİİ olduğu anlaşılmaktadır. Yine Osmanlı arşivindeki; 13275 gömlek nolu evrakta caminin RAHTVAN MEHMET BEY CAMİİ VAKFI tarafından yaptırıldığı bilgisine ulaşılmaktadır.

Hazinedârzâde Süleyman Paşa (ölüm H. 1233– M. 1818) zamanında genişletilen mescit, H.1320 - M. 1902 yılında halk tarafından kâgire dönüştürülmüştür. 1939 – 1943 depremlerinde büyük hasar gören eser çeşitli tamirlerle bir süre daha ayakta kalmış ve bir müddet sonra yıktırılarak yerine, yapımına 1956 yılında başlanan şimdiki cami inşa edilmiştir. Cami, kare plan üzerine merkezi kubbeli olarak yapılmıştır. Kuzeyinde beş kemer gözlü son cemaat mahalli olan caminin kuzeybatı köşesinde büyük bir minaresi bulunmaktadır. Kuzey tarafında bulunan hazire Çarşamba’mızın yakın tarihine ışık tutacak özellikte mezar taşları barındırmaktadır.

Kaynaklar: 
YARD. DOÇ. DR. RECEP GÜN ( Rıdvan Paşa Camii Mezar Taşları Makalesi )
Sinan CEMBELOĞLU, Mehmet CEMBELOĞLU (Samsun İli Yakın Çevre İncelemeleri 1972 )
OSMANLI ARŞIVİ

/Av. Safa TEMİZ
20.07.2011

Hadi Oradan

Zaman zaman yazacağım konuya girmekte ve acımasız gündemin karamsarlığından, kendimi kurtarmakta hayli zorlanıyorum. Açıyorum gazeteleri; okudukça ve karıştırdıkça içimi bir karamsarlık bir bedbinlik sarıyor ki, sormayın gitsin! Bu halet-i ruhiye içinde okuduğum gazetenin iç sayfaları da karıştırdıkça daha bir kötümser oluyorum ki, dayanılır gibi değil.

Aslında hep söylenir durur, ilmi bir tarafı var mıdır? Bilmem. İnsan psikolojisi ne kadar etkilenirse, ne kadar bunalırsa bunalsın 21 veya 23 günden sonra, her şey insana daha normal gelir, daha bir olumlu bakar hayata diyerek, ironik bir tanım getirilir karamsarlığa. Ama öyle olamıyor ki, öyle 21 gün beklemeden bir yeni olumsuzluğa duçar oluyoruz, yeni bir karabasan oturuyor günün tam da ortasına, kurtarabilirsen kurtar kendini.

Bu ülkede yaşayanların kaderi midir yoksa bu ülkenin çok gelişmişlik kriterlerine oturtulduğu veya ufkumuzun çok parlak olduğu söylenirken çok mu abartılıyor durumumuz bilmiyorum bilemiyorum. Ya da gerçek gündeme bakmamız gerektiği gibi bakamıyoruz mu acaba?

Benim duygularım sadece bana da ait değil aslında. Gördüğüm kadarıyla birçok kişi yerinden hop oturup hop kalkıyor. Çoluk çocuğuna bağırıp çağırıyor, etrafındakilere kızıyor, okuduğu gazetedeki yazarçizerlere, televizyon veya radyoda dinlediği sunucuya, velhasıl ülkeyi idare edenlerden tutunda yerelde en yakın olduğu mahalle ve köy muhtarına kadar herkese ama herkese kızıyor ama elinden bir şey gelmeyince de kendine kızmaya başlıyor. Neden bir çare bulunamıyor bu olumsuzluklara diyerek kendi kendine dövünmeye başlıyor. Acizliğine çaresizliğine, basiretsizliğine neden olanlara; ağzına ne gelirse sövüp sayıyor. Şayet yaşı genç ise tecrübesizliğine, yaşı kemale ermişse; kollarında kalmayan dermansızlığına, gözlerinde kalmayan ışığa, başındaki dökülen, ağaran saçlarına, o anda neresi geliyorsa aklına, kendi uzuvlarından çıkarıyor boşuna geçirdiği yılların acısını.

Bu kadar çaresizliğin üzerine ne yazılabilir ki makale olarak. Şimdi hamaset ve de cesaret türünde bir şeyler yazmak pek bir mana da ifade etmez ki. Hatta kimseyi de ilgilendirmez, ilgilendirmemesi de çok da normaldir.

Adamın oğlu, gelecek garantisi, gözünün nuru, askere vatan bekçiliğine gönderdiği biricik yavrusu kahpe kurşunlarla hain pusularda yok olmuş, getirip koymuşlar kapısının önüne ölüsünü. Zavallı bağırıp çağıra götürmüş koymuş toprağın kara bağrına, sen bu acıyı hissedemezsen yüreğin titremezse kelimeler boğazına düğümlenmezse nerede kaldı insanlık, nerede kaldı babalık.

İşte bu yüzdendir ki sevgili dostlar bu gün yazı muhteviyatına girmekte zorlanıyorum. Bu gün, her zaman içinde duymaya alıştıklarınızı okuduklarınızı duyamayacaksınız benden. Sizin sitemkâr, sizin alışılan bir yazı sonrasında dudaklarınızdan çıkacak her ne şekilde olursa olsun diyeceklerinizi, ben kendi kendime ağır bir biçimde söylüyor ve eleştirmek istiyorum kendimi. Çünkü bugün ne kentin, ne aracın, ne de toplu yaşamın kritik edileceği, yazılacağı gün değil, bu gün ölümün, bugün acının, bu gün karalar bağlamanın günü. Beni başkaca hiçbir olay ilgilendirmiyor şimdi. Benim, kendi kendime bile “Hadi Oradan” demek geliyor içimden.

İyi Haftalar.
20.07.2011
/Sacit ACAR

10 Temmuz 2011 Pazar

Gerçekten Karamanlı mıyız?

Kökenleri Balkanlar'dan gelenler için klişedir: "Biz Konya – Karaman kökenliyiz!" diye başlar, sonra da "Anadolu Beylikleri içinde Türklük bilinci en yüksek olan beylik olan Karamanoğulları Beyliği'nin ahalisi, Osmanlılar tarafından Balkanlar'ı Türkleştirmek için özellikle bu bölgeye yerleştirildi." diye devam ederler.

Tarihi incelerken yapılan en büyük yanlışlık, olayları yaşandığı dönemin koşullarına bakmadan bugünkü koşulların çerçevesinde analiz etmektir. Ne yazık ki kelli felli tarihçiler bile, bazen ucuz yolu seçiyor ve kendi ideolojik görüşlerini servis ederek tarihi anlatıyor. Oysa Balkanlar'ın 13. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın sonları arasındaki fethedilme veya pek sevdiğimiz bir tabir ile " şenlendirilme" dönemi koşullarını bugünkü siyasi klişelerle açıklamaya kalkmak, tiribünlere oynayanlara mahsus bir kandırmacadır.

Rumeli'den gelen herkesin kendisini "Türk milliyetçisi Karamanlıların asri temsilcisi" sanmaları, bu ideolojik tarihçiliğin bir neticesidir. Şimdi ideolojik tarih yazma yanlışlığına kendimiz de düşmemeye çalışarak, Karamanoğulları Beyliği hakkında az bilinen gerçekleri okuyucularımızla paylaşalım, belki faydalı olur:

BİR: Karamanoğulları, bir hanedan adıdır. Bir millet ya da topluluk ismi değildir. Bu hanedan ailesi, Oğuzlar'ın Avşar boyundan beslenir. İsmini, 13. yüzyılda Toroslar'a gelen ve burada beyliğini ilan eden Kerimeddin Karaman Beyden alır. Karaman Beyin babası Hoca Saadettin oğlu Nur-i Sufi'dir. Bu aile, Moğol istilası döneminde bugünkü İran'ın kuzeyinden Sivas civarına konmuş ve daha sonra Toroslar'ı mesken tutmuştur. Moğollar'ın Anadolu Selçuklu devletini yıkması sürecinde Karaman Bey,  eski devletin başkenti olan Konya ve civarını ele geçirmiş ve ardından Selçuklu devletinin doğal mirasçısı iddiasıyla siyaset gütmüştür.

İKİ: Karamanoğulları Beyliği'nin bayrağı Süleyman Mührü olarak bilinen ve bugünkü İsrail bayrağında da yer alan altı köşeli yıldız figürüdür. Ön Türkler'in de benzer bir figür kullandığını, - Kendisi de Karaman kökenli olduğu varsayılan – Barbaros Hayrettin'in gemilerinde bu figürü kullandığını, daha sonraki dönemde Osmanlı Sultan kıyafetlerinde ve Valide Sultan Camii girişinde bu figürün olduğunu hatırlatıp buradan tuhaf yorumlar icat edeceklerin önünü şimdiden kesmiş olalım.

ÜÇ: Osmanoğulları Beyliği güçlenip itibar kazandıkça Karamanoğulları ile rakip hale gelmiştir. Her iki beylik defalarca savaşmışlardır. Bu kavganın arka planında, Osmanoğulları'nın Kayı Boyundan ve Karamanoğulları'nın ise Avşar Boyundan olmasının etkisi yok sayılamaz. Bizans sarayı ile yapılan evlilikler ile İmparatorluk vizyonu yakalamaya başlayan Osmanlılar, bir yandan da Hıristiyan komşularının içinde erimemek adına gün geçtikçe Sünni İslam inancının bayraktarlığını yapmaya yöneldiler. En büyük rakipleri olan Karamanlılar ise Orta Asya'daki bozkır dinlerinden kalan geleneksel etkileri dışlamayan bir İslamiyet anlayışına (Bahailik) liderlik etmekteydiler.

DÖRT: Osmanlılar, Ondördüncü yüzyılın sonlarında Karaman Beyliğinin otoritesini neredeyse bitirme noktasına gelmişlerdi. 1402 Ankara Savaşı sırasında Osmanlı devletine ölümcül bir darbe indiren Timur, Bursa sarayını yakmış ve Osmanlı kamu otoritesini Anadolu'da yıkıp geri dönmüştü. Osmanlılar tarafından hapsedilmiş olan Karamanoğulları'na mensup hanedan üyeleri, Timur'la birlikte yeniden özgürlüğüne kavuştular. Daha sonra da Karamanoğulları Beyliği yeniden ortaya çıktı. Fetret devrinden sonra toparlanan Osmanlılar, zaman içinde Karaman Beyliğini yeniden zayıflattılar.

BEŞ: Özellikle Cem Sultan vakkası sırasında Osmanlı hanedanı içindeki liderlik kavgalarına taraf olan Karamanlılar, onları hep rakip gören Osmanlılar'ın sabrını tükettiler. 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Karamanoğulları beyliğine bağlı birçok göçer aşiret, birbirinden uzak uç bölgelere ve daha çok da Hıristiyan unsurların içine sürgün edildiler. Gönderildikleri yöreler arasında Doğu Karadeniz, Mora Yarımadası, Kuzey Bulgaristan, Tuna boyları öne çıkmaktadır.

ALTI: Osmanlı'nın Rumeli'ye iskan politikası, 1350 – 1425 döneminde daha ziyade gönüllülük esasına dayalıydı. Önce kolonizatör dervişler gönderiliyor, dergahlar kuruluyor, daha sonra akıncılar ile bölgedeki diğer yerel otoritelerin etkisi kırılıyor, daha sonra da fetih geliyordu. Fethedilen yörelerdeki dergahların yakınlarına Anadolu'dan göçer aşiretler iskan ediliyor ve bölgenin fethi kalıcı hale getiriliyordu. 1425'ten sonra özellikle Anadolu'da yükselen Şii etkisi ve içlerinde Karamanlıların da olduğu beyliklerin tekrar tehdit oluşturmaması için zoraki iskanlar dönemi başladı. İzlenen bilinçli iskan politikaları sonuç vermiş ve Karaman Beyliğinin tüm izleri, onaltıncı yüzyılda ortadan kalkmıştır.

YEDİ: Karamanlıların Türkmen yörükleri oldukları, Türkçe konuştukları ve Avşar Türk ekolünden geldiklerine şüphe yoktur, ama onların Anadolu'dan sürülmelerini bunlarla açıklamaya kalkmak çok doğru değildir. Asıl sebep, Osmanlı Beyliği ile Karaman Beyliği arasındaki hanedan kavgalarının ve Anadolu'da artan Şii tehlikesinin bertaraf edilmesi çabasıdır. Balkan Türkleri arasında Karamanoğulları tebasından olanlar vardır, ancak bunların ekseri alevi – bektaşi inancına sahip olanları ile geç dönemde fethedilen yörelere iskan edilenler Karamanoğullarındandır. Erken dönemde fethedilen bugünkü Kuzey Yunanistan ve Rodop bölgesindekiler arasında Karamanoğulları kökenliler azdır. Hele bir yandan "ben Karaman kökenliyim" deyip öte yandan "Osmanlı akıncılarının torunuyum" demek, bugün kulağa hoş gelse de tarihi gerçeklerle biraz çelişmektedir.

BÜNYAMİN ABİ ÇOK MUTLU...
Mübadele Derneği'nin ikinci başkanı Bünyamin Özural torununu sünnet ettirdi. Küçük delikanlı, Erberk TULUMCU'yu ve ailesini kutluyor, uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.

BAKAN SUAT KILIÇ, BİR KAZANÇ...
"İçimizden birisinin bakan olmasına sevindim." diye lafa gireceğim ama bizim kızancıkların fanatikleri hemen "Suat Kılıç bizden değil ki!" demesinler. Zira yanlış bilmiyorsak, Suat Beyin ailesinde Rumelilik olmasa bile milletvekilliği döneminde Samsun Mübadele Derneği'nin hep yanında olduğu bir gerçek. Alaçam Mübadele Müzesi'ne olan katkısı, derneğimizin etkinliklerine katılması ve mübadeleyi anlatan Çalı Harmanı romanının TV dizisi olması için TRT ile yürüttüğü temasların şahidiyiz çünkü.

Gençlik ve Spor Bakanlığı, aslında kabinenin en rahat koltuklarından birisi olarak bilinirdi. Lakin sporda şike soruşturmaları nedeniyle ateşten bir gömlek giydi Suat KILIÇ. Hukukçu yönüyle doğru bir tercih; ayrıca kabinenin en genç ismine de bu bakanlık yakışıyor. Süper Lig'e yeniden ısınmaya çalışan Samsunspor'a ve önüne yeni stat projesi koyan Samsun'a da hükümetin bir jesti olarak kabul etmek lazım bu tercihi.

Bu zor görevi başaracak ve Samsun'a da gözle görülür büyük bir tesis getirecek bir Suat KILIÇ'ın siyasi kariyerinin gelecek yıllarda daha da yükseleceğini görür gibiyim. Genç yaşta "ustalık dönemi kabinesi" üyesi olan milletvekilimizin olgunluk yıllarında iddialı bir siyaset adamı vizyonu yakalaması kimseyi şaşırtmayacak.Eh, bir gazeteci olarak meslektaş da sayıldığımıza göre onun başarılarından sevinç duyma hakkımızı kendimizde görüyoruz ve yeni görevinde başarılar diliyoruz.

10.07.2011 
/Mümin BOZKURT

7 Temmuz 2011 Perşembe

Alaçam’da Bir Tiyatro Gurubu


Alaçam’da Bir Tiyatro Gurubu ya da 
“Bizden Adam Çıkmaz Hemşerim!


İnsandaki güzeli sevmek ve ondan zevk almak duygusundan hareketle ortaya çıkan sanatı kısaca “hoşa giden biçimler yaratma gayreti” olarak tanımlayabiliriz. Halk dilinde sanat “insan ihtiyaçlarının karşılanması için “öğrenilen ve yapılan iş” olarak bir hüner, beceri, ustalık ya da marifeti içeriyor olsa da (ki bunun aslı zenaattır) bizim burada değinmek istediğimiz konu şüphesiz maddi fayda gözetmeyen, daha ziyada insanların gözüne, kulağına ve gönlüne hitap eden, duygu ve düşüncelerini okşayan sanat yani güzel sanatlardır; Edebiyat, resim, heykel, mimarlık, musiki, tiyatro, dans… Asıl konumuz olan tiyatro ise bir hikâyenin, sahnede, oyuncular tarafından canlandırılarak, temsil edilmesi sanatıdır. Bugün tiyatro eserleri, sinemalarda, radyolarda, televizyonlarda yer almaktadır.

Küçüklüğümden beridir “Bir Alaçamlı olarak neden bizim de bir sanatçımız yok?” diye hep kendi kendime sorar dururum. (Cümle biraz da “püskevüt” hikâyesine benzedi ama bu vesileyle Sayın Hocam Dr. Devlet Bahçeli’yi de burada saygı ve sevgiyle anıyorum.) En azından neden bizden de bir “türkücü” çıkmıyor diye hayıflanmışımdır. Alaçamlı bir halk ozanımız var mı? Alaçamlı hiç ağlamaz mı? Ağlayıp ağıt yakmaz mı? Alaçamlı bir heykeltıraşımız var mı? Ya da bir hikâyecimiz, bir romancımız, ne bileyim Alaçamın adını duyuracak bir ses sanatçımız…Eli kalem tutan bir yazarımız-çizerimiz... Bu işler nasıl oluyor? Bunu becerenler bu işi parayla mı beceriyor? Yoksa bizim sanata ayıracak vaktimiz mi yok? Araştırıp baktığımda gördüm ki, aslında bu işin ne zenginlikle ne de fakirlikle, ne inançla ve ne de kültürle ilgisi vardı. Bu işler gönül işiydi. Cefa çekmeyi, fedakârlık göstermeyi, cesaret etmeyi gerektirmekteydi ve buna tek engel de bizim bitmek tükenmek bilmeyen “ihtiras”larımızdı.

Nereden bulmuşsa para verip aldığı kırık bir sazla köye gelirken yolda karşılaştığı arkadaşlarının ısrarlı istekleri üzerine, köy meydanında (ki bu meydanlar hep ya okul ya da cami yanlarıdır) sazın tellerini tıngırdatınca, “Caminin yanında saz çaldı” diye neredeyse köyden kovulacak kadar bir suç işlemiş gibi “azarlanan” hatta muhtar tarafından dövülmekten son anda kurtulan Metin KOŞAR’ın hikâyesinden ve karşıma çıkan bu TÜTÜN adlı tiyatro oyunu ve bunu sergilemek için bir araya gelmeye “cüret eden” insanların maruz kaldıkları güçlükleri gördükten sonra insanın pes edip hemen “biz adam olmayız” diyesi geliyor.

Çuvallayıp tavan arasına tıkıştırdığım arşivimi karıştırırken elime geçen bir belge bu yaramı deşti. Bunlar, 1997 yılı baskısı ANKARA DENEME SAHNESİ yayınları arasında çıkan ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Bölümü öğrencileri tarafından tez olarak alınıp belgelenmesiyle oluşan kitap tezlerin tıpkıbasımıydı. Metin şöyle başlıyordu:

“Bizler Alaçam Halkevi oyuncularıyız. Buraya “Tütün” adlı oyunumuzu oynamaya geldik. Oyunumuzun konusu tütünle, tütün ekicisiyle ilgili. Tütün üreticilerinin yaşantılarını, karşılaştıkları zorlukları, geçmişten günümüze kadar anlatmaya çalışacağız sizlere ve bazı problemlere birlikte çözüm arayacağız…”

Yıl 1975. Bundan tam 36 yıl evveli. Yerli senaryo ve yerli oyuncularla Alaçam’da tiyatro mu? Bir an şaşırdım. Bu Alaçam “başka bir Alaçam olmasın!” diye satır aralarına saldırdım ve gördüm ki sahnelenen mekânlar itibariyle “bu Alaçam bizim Alaçam” olduğunu anladım. Evet, Alaçam gibi bir yerde bir takım insanlar bir araya gelmişler, bir şeyler yapmaya, üretmeye ve Alaçam’ın sesini dünyaya duyurmaya vesile olacak çabalar içine girmişler. Onca imkânsızlıklara rağmen zoru başaran bu insanların karşısına çıkan tek engel aslında kendisini bugün başka bir yüzle sergileyen o günkü “sağ-sol” dediğimiz “kör siyasî çekişmeler” olmuş. Bu zor mücadelelerinde onların “ellerinden tutacak” olan “devlet baba” maalesef “destek” yerine “köstek” olmuş ve tabiri caizse çocuk doğmadan kürtaja zorlanmış. Daha oyun sahneye konmadan prova aşamasındayken, oynayacak olan gençlerin bir kısmına aileleri aracılığıyla el çektirilmiş, sahneleme izni konusunda kaymakamlık ve emniyetten engeller çıkarılmış daha kötüsü “bir toplumun hayat damarı” olan bir sanat konusunda insanlar “tehdit, tahkir, tazir hatta darp” edilmişler.

Alaçam Tütün Üreticileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (ATÜB-DER) ve Alaçam Halkevi’nin ortak ürünü olan “TÜTÜN” oyunu, ilk kez Bafra’nın Gazibeyli köyünde bir öğle vakti, Evrenuşağı köyünde ise akşamüzeri bir traktör karisörü üzerinde sahnelenir. Ertesi hafta yine Mardar Köyü ve Bafra merkezde “Üreticiler Birliği” yararına oynanır. Daha sonra Bafra Kolay ‘da da sergilenen oyun Alaçam’da da sahneye konularak yaklaşık 500 kişilik bir üretici gurubuna sergilenir. Tabi bu arada oyun idari makamların sansüründen geçe geçe kuşa döner. Sonuç itibariyle Bafra ilçesinde 6 ve Alaçam’da 3 kez sahnelenen oyun toplamda 4 bine yakın izleyici kitlesine ulaşmış. Satır aralarında isimlerine rastlayamadığım bu destanı yaratan isimsiz kahramanları; bu yürekli insanları tebrik ederim.

Gelelim bu güne… O gün, Alaçamlı tütün üreticilerinin yaşantılarını, karşılaştıkları zorlukları anlatmayı amaçlayan, Alaçam’ın öz evlatlarının bir eseri ve hüneri olan “TÜTÜN” adlı tiyatro oyununda bahsi geçen “zorluklar” ve gurubunun engellenmesine sebep olan “Saikler” bugün ortadan kalktı mı? Hayır!... Her ne kadar sahnelenen oyunda geçen olaylar Sayın İsmail YEŞİLYURT beyin ifadesiyle “1950’lerden önce varmış ancak bankacılığın ve kooperatifçiliğin (kapitalizmin) gelişmesiyle bu zümre ortadan kalkmış” olsa da TEKEL’in özelleştirilmesiyle o günkü adıyla “Çorbacı”ların düzeni bugün yeniden inşa edilmektedir. Türkiye’nin hatta Dünya’nın en yumuşak içimli tütünlerinin üretildiği Samsun bölgesinin tütün üreticileri çeşitli vesilelerle bu işten el çektirilmektedirler. Birer ikişer kapanan sigara fabrikalarımızın ardından piyasayı yabancı menşeli tütünler işgal etmiştir. (Ülkeyi bir başka ülke ordusunun işgal etmesine lüzum yok!) Günümüzün yaşayan çorbacıları bir kelimeyle koca bir köye “seneye tütün üretmeyeceksiniz. Sizin köyünüzden tütün almayacağız” diyerek ambargo koyabiliyorsa durup düşünmekte fayda olacağı kanısındayım.

Uzun sözün kısası, Y. K. Karaosmanoğlu’nun ifadesiyle o gün "Gözlerini siyasi ihtiraslar bürüyen kimselere meram anlatmak mümkün olmamıştı." Tutunabilselerdi, bugün küçük ama şirin ilçemiz Alaçam adını kim bilir nerelere taşıyacak olan Alaçam’da ortaya çıkan yüreği büyük insanların bu güzel girişimlerini kendi ellerimizle akamete mahkûm etmişiz. Şimdi durup “ah vah” etmek ne çare ki? Çağa ayak uydurmanın ve kendini geliştirmenin yolu önce sanattan geçer. Sinan AKSOY'un deyimiyle "Sanat, insanları yaratıcılığa ve üretkenliğe teşvik eder. Ortaya çıkan sanat yapıtları bir yandan o ulusun yaratıcılığını temsil ederken; bir yandan da ulusal gurur vesilesi olurlar. Ayrıca sanat, toplumsal olayları yorumlamak için farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Bu açı çok daha toleranslı ve özgürlükçüdür. Sanat katı kurallar tanımadığı için değişime ve gelişime hep açık olmuştur. Dolayısıyla milletlerin tarih içinde geçirdikleri evrim, büyük ölçüde sanat sayesinde olmuştur."

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; "Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir." diyor. Bugün bir "emekliler kasabası" görünümünde olan Alaçam'ımızın açmazlarından biri de bu olsa gerek.
/Çetin KOŞAR
07 Temmuz 2011





5 Temmuz 2011 Salı

Kim Nerenin Sahibi?

Kentler; toplu yaşam arenalarıdır. Gerek tarihi bir geçmişe dayalı olarak yaşayan, gerekse çoğalan insan kümelerinin mekân tuttukları yerlerde biriken insanların belirli standartlarla yaşadıkları yerlerdir Kentler. İnsanlar birlikte yaşamak zorunda oldukları mekânların her türlü kullanımlarını belirli normlara kanunlara bağlamaları belirli mecburiyetlerden sonra vuku bulmuştur. Ancak, genelde insan anatomisi kişiden kişiye türlü çeşitli değişkenlikler gösterdiği için her kesin kabul ve olabilirlik ölçüsü de aynı olmamaktadır. Toplumun büyük bir kesimi, mer’i kuralları bir mecburiyet, gereklilik ve şart olarak kabul etseler bile küçük bir azınlık zaman zaman yasakları bir köşesinden delmek ve başkaldırmak gibi direnç temayüllerini adeta hak gibi algılamaktadırlar.

Kent yaşamının ilk müdavimleri, tarihi bir nesep olgusu içinde kuşaktan kuşağa devam eden bir yaşantının ilk sınıfıdır.  Ataları o coğrafyayı mekân tuttukları için, onlardan türeyen alt nesil o iklime o bölgeye adeta raptolmuşlardır. Yaşamsal zorunluluk içindebir diğer bölge ve yerleşime göç etseler dahi, Onların Sivaslılığı, Sinopluluğu, Trabzonluluğu yakalarından düşmemekte hatta gurur vesilesi bile olmaktadır. Zaman zaman bulundukları bölge özelliklerine ilaveten kendi örflerini oraya taşımak sanki yaşamsal bir kural gibi algılanmaktadır. Büyük Metropollerde bir Kiğı, bir Zara, bir Alucra, bir Çemişkezek yaşatmak işte bu direnişin bir neticesi gibi de düşünülebilir.

Kırsaldan göç ederek, şehrin belirli bölümlerinde yoğunlaşan, kendi komşuluk ünitelerini kurarak kendi bakkalından alışveriş eden, kendi hemşeri zanaatkârını evinin ihtiyaçlarına çağıran yeni şehirli çoğu zaman da kent merkezinin kullanımlarında sıkıntı yaşamaktadır.

Bir bölgede büyük tüccar kesimi kadar küçük ticaret yapanlar da, kentin alışveriş yaptıkları ada ve bölgesinin hâkimiyetini de ellerine geçirmektedirler. Bir kafe, bir restoran masa ve sandalyesini kaldırıma atarak müşteri kabul etmekten zevk alır duruma gelmiş olduğu gibi, bir hırdavatçı, bir manav, bir elektrikçi de malının teşhirini ve satışını kaldırımda yapmaktan hiç mi hiç gocunmamaktadır. Kentin her bölgesini birilerinin pervasızca kullanması maharet sayılmaktadır adeta. İnsanlar, kentin hangi bölgesinin kime ait olduğunu bilememektedirler artık. Kaldırım kime aittir, kimin kullanımına tahsislidir, yol yayanın mıdır, taşıtın mıdır? Seyyar arabası tam da köşe başında araçların dönüş yaptığı noktada, satış yapmakta haklı mıdır? İki tekeri kaldırımda, iki tekeri yolda olan araç nizami mi durmaktadır, buranın sahibi kimdir kim denetleyecektir? Her davranışa, bir ceza sistemi mi yoksa başka bir yaptırım mı gereklidir?

  Yolların ve kaldırımların kullanımı, kullanıcılarının kendi kurallarıyla yavaş yavaş meşrulaşırken şimdide koca meydanlar dahi kişilerin hegemonyalarına yenik düşmektedirler. Şehrimizde bile toptan ticaretin ağırlıklı olarak yapıldığı Saathane Meydanı, yaya kullanımından ziyade araç park yeri olarak parsellenmişken hemen yüz adım ötesindeki Buğday Pazarı Meydanının durumu daha da vahimdir. Son derece yoğun bir araç parkı koca meydana hâkim olmuştur ki, Yüzüncü yıl Bulvarından başka Doğu Batı bağlantısını yapacak başkaca bir arter olmadığı için bu bölgeden geçenler, İskele Caddesini bin güçlükle aşabilmektedirler. Allah muhafaza, sakat, alil, yaşlı bir kişi bu bölgeden yalnız ve refakat edeni olmaksızın geçmeye kalkarsa yeni bir sakatlık haline tekrar maruz kalması işten değildir. Yaya yürürken, koskocaman otobüsleriensenizin dibinde ve standartı olmayan kaldırımların hemen sıfırında görebilirsiniz.

Kastettiğimiz her an elinde ceza tutanağı olan bir görevliyle yaşamak değildir. Bazı zorunlulukları kendi kent yaşantımızı kolaylaştırmak adına, toplum adına kendimiz belirlemeliyiz. Bana, kendi polisimiz kendi vicdanımız olursa yaşam daha da kolaylaşır gibi geliyor.

İyi haftalar.
05.07.2011
/Sacit ACAR