31 Ekim 2018 Çarşamba

Kırdan Kente Beyin Göçü


Başlık elbette dikkatinizi çekmiştir ve “bu ne iş, biz beyin göçünü geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru olduğunu biliyorduk, bu da nereden çıktı” diyebilirsiniz. Evet, doğru biliyorsunuz, fakat biraz eksik biliyorsunuz. Yıllar önce Muğla’nın Ula kazası ile ilgili araştırmasında ABD’li bilim İnsanı Peter Benedict Ula kasabasının geri kalmasını kırdan kente beyin göçüne bağlamış ve kitabının sonuç kısmında şöyle bir tespitte bulunmuştur; “Çok bilinenin aksine beyin göçü sadece geri kalmış ülkelerden gelişmiş ülkelere olmaz. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde kırsal kesimin geri kalmasının arkasında yatan asıl nedenlerin biri de kırdan kente beyin göçü yani nitelikli insan göçüdür”.

Şimdi konuyu biraz açalım. Türkiye’de özellikle 1980’lerden sonra yoğun bir kırdan kente göç süreci yaşanmış, bu süreç 1990’larda zirve yaparak, 2000’li yıllarda azalma eğilimine girse de halen devam etmektedir. 2000’li yıllarda göçün yavaşlaması kırın kendini toparlaması ve geçim şartlarının iyileşmesinden ziyade, kırda göç edecek “aktif nüfus” kalmamasıyla ilgilidir.

Kırdan kente göç sürecinde etkili olan faktörleri biz (her biri ayrı bir yazı konusu olduğundan burada ayrıntıya girmiyoruz); itici, iletici, çekici ve siyasi faktörler olarak dört başlık altında ele alıyoruz.  Bu süreçler sonucunda da kırlar boşalıyor.

Göçlerle ilgili teorik yayınlarda temel bir madde vardır. O da “göçe katılan nüfus aktif nüfustur (bunun devamında geride kalan nüfus da pasif nüfustur)”. Burada aktif nüfustan kasıt; girişimci, maceraperest, geri gelmeyi düşünmediğinden gittiği yerde tutunmak zorunda olan, parası varsa parasına, yoksa bilgisi veya becerisine, yoksa sağlığına ve beden gücüne güvenen, genç dinamik insanlardır. Bilgi ve beceri ile genç ve dinamik olma bir araya geldiğinde “aktif beyin gücü” karşımıza çıkmaktadır.

Bu kısa açıklamaların ardından Türkiye kırlarına gelelim. Ülkemizde kırdan kente göç süreci ile kırlar aktif, genç ve dinamik nüfuslarını şehirler lehine kaybetmektedirler. Bu süreç sonucunda Türkiye kırları son yıllarda büyük bir çöküş yaşamaktadır. Biz bu çöküşü tarımsal ve hayvansal üretimimizin düşmesinden ve bu ürünlerin fiyatlarının bir türlü aşağı çekilememesinden, ithalat yoluyla tarımsal ürün açığımızın giderilmeye çalışılmasından net olarak anlıyoruz. Bu arada Hükümetlerimizin de giderek artan sayıda çeşitli teşvikler, sübvansiyonlar ve daha birçok uygulama ile kırsal kesime destek verdiğini fakat ne hikmetse (hayvancılık ve et üretimi örneğindeki gibi) bu teşviklerin bir işe yaramadığını da görüyoruz.

Bugüne kadarki; gübre, tohum, ilaç, mazot yardımı, 1000 köye 1000 ziraat mühendisi vb maddi, manevi ve ilmi anlamda tarımsal desteklerden netice alınamaması, bunlara ilave olarak son yıllarda devreye giren; miras yoluyla tarım topraklarında bölünmenin önlenmesi, devlet arazilerinin kiraya verilmesi, yeni hal yasası vd. uygulamalardan da olumlu bir netice alınıp alınamayacağı hususları da aslında tamamen kırdaki “aktif beyin gücü”yle alakalı bir durumdur.

Yine bilindiği üzere artık köylü üretecek, Devlet (Tekel) satın alacak aşaması çoktaaan geride kaldı. Artık köylülük yok, (ihtiyacı dışında) artı ürün elde edip bunu pazarlama anlamında tarımsal üretim ancak çiftçi olmakla mümkün. Çiftçi; toprağına bakacak, koruyacak, kimyasallarla onu sömürmeyecek, yetmez, toprağını ilanihaye çocuklarına ve torunlarına miras olarak bırakacak bir düşünüce yapısına sahip olacak. Bunlar da yetmez; yetiştirdiği mahsule talep var mı? Pazar şartlarını araştıracak, içerde (başka bölge ve yörelerde) mahsulüne rakip var mı? Ürettiği mahsulün fiyatı, bundan elde ettiği gelir giderini karşılıyor mu? Dış piyasalar ve ithalat rejimi onun mahsulünü etkiliyor mu, bunları da bilecek. Uzun lafın kısası köyde kalan kişiler çiftçilik yapmak istiyorsa (çünkü Devlet bunun için teşvik veriyor, destekleme alımları yapıyor, sübvansiyonlar uyguluyor), bütün bunları takip etmek, bilmek ve yapmak zorunda. Artık kafasına göre talep olmayan mahsulü yetiştirip, pazar bulamayınca da “nerde bu devlet nerde bu millet” deme lüksüne sahip değil.

Şimdi soruyoruz? Kırsal kesimde bu işi yapacak “kafası çalışan aktif nüfus” kaldı mı? Maalesef kalmadı. Kırsal kesimde tabi ki halâ köylü nüfus var. Kim bu köylüler? Gurbetçilik yapmış emekli maaşı olanlar, kıytırık tarım ve hayvancılık işleriyle uğraşanlar, tarlasına fındık dikip hafta sonları ya da yılda birkaç ay uğrayanlar, geri kalanı geçim tipi faaliyet sürdürenler. 

Esas soru şu: Çiftçi nüfus var mı? Yani piyasayı takip eden, arz ve talebe göre üretim yapan, geniş topraklarda makine gücüyle birim alandan daha fazla verim elde etmenin yollarını bilen, nihayetinde marketlerle pazarlık edip uygun fiyata tüketiciye ulaştıran, kısaca köylerimizde bütün bu becerilere sahip olan, dahası köyde geri kalanlara da bu yönde önderlik edebilecek, onları örgütleyebilecek çiftçi nüfus kaldı mı?

Elbette Türkiye genelinde bu tanıma uygun bir miktar çiftçi nüfus vardır. Bizim bu sorudan kastımız Türkiye yüzölçümü ve toplam nüfusuna göre yeterince çiftçi nüfus var mı? Cevap; bize göre “Yok”.

Peki, kırsal kesimde kooperatifleşerek, ulusal marketlerle pazarlığa oturup mahsulünü değerine tüketiciye ulaştırmak için kırsal kalkınmanın motoru olacak çiftçi birlikleri kurarak, buna üye olup birlikte hareket edecek kadar bilinçli çiftçi nüfus bir köyde, bırakın bir köyü bir ilçenin bütün köyleri bir araya gelse, böyle bir çiftçi örgütlenmesini gerçekleştirecek sayıda kırsal kesimde aktif, kafası çalışan insan kaldı mı? Cevap; bizce yine “Yok”.

İşte Türkiye’de kırdan kente göçün ortaya çıkardığı esas sorun budur; kırın aktif nüfusunu ve beyin gücünü koruyamaması, bunları şehre kaptırması.

Bu gidiş nereye? Kırda aktif nüfusu tutamazsak Türkiye kırları giderek artan bir hızda; kışı şehirde yazı köyde geçiren emeklilerin, gurbete çıkmaya cesareti olmayan pısırık insanların, hayatlarını gurbetteki çocuğundan gelen parayla sürdüren köylülerin, köylerini dinlenme yeri (yazlık) gibi kullanmaya başlayan şehirlilerin mekânı olacak, asıl olan tarımsal üretim hobi olarak yapılacaktır.

Peki, köyde kalan, ya da mevsimlik olarak köye uğrayan böyle bir nüfusla tarımsal kalkınma mümkün mü? Bizce değil. Böyle bir kırsal yapı ile Türkiye’de tarımsal problemler çözülemez, tarımsal üretim arttırılamaz, tarım ürünleri açığının ithalat yoluyla karşılanmasından başka çare kalmaz, dış ticaret açığı bir de bu yüzden kapanmaz.

Çare; tarımsal kesim için aktif nüfusu kırda tutarak, bunların eğitilmesi ve ekonomiye entegre edilmesidir. Tamam köy çocuklarını eğitip köye gönderip toplum önderi yapmaya çalışan Köy Enstitülerinin zamanı geçti ama aradan bunca yıl geçmiş, sormazlar mı; “yerine ne koyduk?”. Cevap; yine “hiç”.

Olaya tarımsal üretim açısından baktığımız için daha kötü bir durumla karşı karşıyayız. Nedir o? Şu anda biz tarımsal kesimdeki çocuklarımızı da şehirli eğitim sisteminden geçiriyoruz, eğitim süreci yoluyla kırdan devşirip şehre gönderiyoruz. Yani babalar oğullarına çiftçiliği benimsetemedikleri gibi, devlet de bu işe (zorunlu eğitim, taşımalı sistem, tarım meslek liselerinin amacından sapması, masa başı çalışan ziraat mühendisleri yetiştirmek gibi acayip gerekçelerle farkında olarak ya da olmayarak) takoz oluyor. Sonuçta çiftçinin çocuğu çiftçi değil, şehirde memur ya da işçi oluyor, babası yaşlanınca onu da şehre yanına alıyor, köyler bir de böyle boşalmaya devam ediyor. Sonra da; “ne olacak halimiz” diyerek sorgulamak ve çözüm aramak yerine, memleket bizim değilmiş gibi “ne olacak bu memleketin hali” diye kenardan serzenişte bulunuyoruz. Yazık, çok yazık.

/Cevdet YILMAZ
31 Ekim 2018

30 Ekim 2018 Salı

Patent, Marka, Coğrafî İşaret ve Endüstri 4.0 II

 Endüstri 4.0 nedir? Gelecekte bizi bekleyen teknolojik bir gelişmeymiş, yakalayamazsak mahvolurmuşuz gibi söylemleri çok duyar olduk. Yaşamadık, görmedik bu yüzden tam olarak ne olduğunu, ne getireceğini bilmiyoruz. Fakat siyasetçilerimizin dilinden düşmüyor, 1, 2, 3. Sanayi Devrimlerini kaçırmışız, bari Endüstri 4.0’ı kaçırmayalım diyorlar. Bilerek mi söylüyorlar, bilmeden mi onu da bilmiyoruz.

Yukarıda patent, marka ve coğrafi işaret konusuna değindik. Bunlardan patent ve markada çok geride kaldık. Coğrafî işaret konusunda birşeyler yapabiliriz gibi görünse de bizim herhangi bir yöremizden o yöreye ait bir ürünü büyük miktarlarda dünyaya satamadığımız takdirde çok da bir kıymeti yok.

2023’e doğru gittiğimiz bu günlerde böylesine bir karamsarlığa kapılmışken yazılım konusu devreye girdi ve dendi ki “elinizde bilgisayar varsa, yabancı ülkelere el açmadan onunla yaptığınız yazılımlar sayesinde bu dünyada siz de kendinize yer bulabilirsiniz”. Önümüzdeki yıllar “endüstri 4.0” dönemidir ve biz bunu aman ha kaçırmayalım.

Evet elimizde bilgisayarlar vardı ve biz (sanayide olduğu gibi; enerji, hammadde, pazar, işçi, sermaye vd. olmasa da) bu denilen yazılımları yetişmiş ve yetişecek beyin gücümüzle yapabilirdik. (Taaa ilkokullardan başlayarak kod yazma becerisi kursları açmaya başladık ya!). Fakat tam havaya girmiştik ki küçük damadın uyarısı konu üzerine bizi tekrar düşünmeye sevk etti. Konu o kadar da basit olmayabilirdi.

ABD’de eğitim gören ve yaptığı İHA ve SİHA’larla ülkemize önemli katkıları olan, bu sayede kim bilir kaç Mehmetçiğin hayatını kurtaran Baykar Makina Teknik Müdürü Selçuk Bayraktar (24.05.2018 tarihli gazetelerde yer alan demecinde) diyor ki; “Endüstri 4.0 Batı’nın yeni sömürme biçimidir ve Endüstri 4.0 ile Türk pazarı bağımlı hale gelecektir”.

Peki bu nasıl olacakmış, yine kendisinden dinleyelim; “Endüstri 4.0, Toplum 5.0 vb. gibi dışarıdan ithal kavramlar, birilerinin kendi markalarını pazarlaması, pazarı yönlendirmesi ve kontrol altına alması için empoze edilmektedir. Bu tip ithal kavramlar aslında bu işin ön hazırlık aşamasıdır. Sonrasında yabancı standartlar ile tüm teknoloji tabanlı ürünlerin belirli kaynaklardan alınması zorunluluğu oluşturulur. Misal; bir uçak parçası üretmek için bilgisayar kontrollü bir makina alacaksınız. Alanın otoriteleri bu makinanın Endüstri 4.0 standardında olmasını şart koşar. Makinayı alıp fabrikanıza kurarsınız, ancak makina ağ üzerinden dış şebekelere bağlı durumda. Gün olur size derler ki, 'Bu makinayla uçak parçası yapamazsın, bu bizim şartlarımıza aykırı'. Bu durumda makinanızı ağ şebekesinden ayırmayı denersiniz, ancak o durumda da makina çalışamaz hale gelir, zira tüm veri tabloları ve ayarları bu ağa bağımlı olmayı zorunlu kılmaktadır. Yine mesela ülkemizden bir girişim yapay zekâya sahip akıllı araç teknolojisi geliştirmiş olsun. Bunu yurt dışına satışı yapılabilmesi için Endüstri 4.0 şemsiyesi altında yabancı otoritelerden izin alınması gerekecek”.

İşte bu son cümleler çok önemli. Neden? Çünkü Sayın Bayraktar’ın ifadesine göre Endüstri 4.0 bizim gibi gelişmekte olan ülkelerden ziyade, gelişmiş ülkelere hizmet edecek olan bir sistem gibi görünüyor. Peki çare ne? Bayraktar’a göre çare; “Sanayi ve teknolojik alt yapımızın dönüşümü ancak millî kavramlar üzerine inşa edilebilir. Bize başkalarının açık pazarı olmamız ile neticelenecek ve teknolojik açıdan tümüyle dışa bağımlı hale getirecek Almanya’nın Endüstri 4.0’ı, Japonya’nın Toplum 5.0’ı, İngiltere’nin Katapult’u değil, ülkemizi  geliştirme anlamında böyle bir dönüşüm için ‘millî teknoloji hamlesi’ gerek".

Selçuk Bayraktar’ın bu söylemlerinden benim anladığım; Endüstri 4.0’ın patent, marka ve coğrafî İşaretler hegemonyasının bir devamı olduğudur. Gelişmiş ülkeler bu yolla yine gelişmekte olan ülkelerin önünü kesecekler, üstünlüklerini onlara kabul ettirme yollarından biri olarak bu kez 4.0’dan faydalanacaklardır.

Şu anda bile onların yazılımlarını kullandığımız için ne yazdığımızı, internette ne aradığımızı takip etmektedirler. Bugün kendi KOBİ’sinde müstakil üretim yapan bir işletme, (Selçuk Bayraktar’ın ifadelerini doğru kabul edersek), yarın dünyaya açılmak için sistemini 4.0’a entegre ettiğinde, Endüstri 4.0 ile yabancıların takibinde olacak, üretiminin her aşaması izlenebilecektir. Aynen marka ve patentte olduğu gibi, onlara ait zerre miktarı bile olsa bir bilgiyi ya da teknolojiyi asla ve kat’a (parasını vermedikçe, ya da kendi rızaları olmadıkça) kullandırtmayacaklar, gerektiğinde aynı yazılım üzerinden sabote edecekler, ya da mahkemeler yoluyla o işletmeyi kapattıracaklardır. (Nitekim buna benzer bir olayı geçtiğimiz aylarda yaşadık; döviz krizi sürerken uluslararası finans piyasasına entegre olan Halkbank’ın hesaplarına girilerek dövizi aşağı çekildi ve farkına varılıncaya kadar yüzlerce kişi alım yaptı).

Bu durumda kim ne derse desin (bilinen haliyle) Endüstri 4.0, şayet millî yazılımlar geliştirip, millî sanayi hamleleri yapamazsak, halen sömüren ve sömürülen üzerine kurulu dünya düzeninin (gelişmiş ülkeler lehine) devamı için bir araç gibi görünmektedir.

O halde; vakit geçirmeksizin AR-GE’ye önem vermeli, icat ve keşif sayısını arttırmalı, sanayicimiz bunları üretimde kullanmalı, kendi markalarımızı yaratmalı, yöresel zenginliklerimizi tescil etmeli, Endüstri 4.0 için kendi kendimize yeter sistemler üreterek bu dünyada biz de varız diyebilmeliyiz. Bunun için de süper beyinlere, bu beyinleri keşfedecek eğitim sistemine, eğittikten sonra yurtdışına gitmelerini önleyecek, gitse de geri dönmesini sağlayacak millî şuur kazandıracak öğretmenlere ve ailelere ihtiyacımız var. Şu sıralar açıklanan Eğitimde 2023 vizyonu bu istekleri karşılar mı, onu da zaman gösterecektir.

/Cevdet YILMAZ
30 Ekim 2018
http://www.habergazetesi.com.tr/yazarlar/17459/patent-marka-cograf-isaret-ve-endustri-40-ii

29 Ekim 2018 Pazartesi

Patent, Marka, Coğrafî İşaret ve Endüstri 4.0 I


Son ikisi hariç, ilk iki kelimenin manâsını bilmeyen yoktur. Üçüncüsünü birkaç yıldır duyuyoruz, sonuncusunun ne olduğunu henüz kimse anlamış değil. Bu kelimeler ya da terimler öylesine önemli ki, bunların kaynağını, günümüz dünyasındaki önemlerini bilmeden ne bir adım atabilir, ne de dünyada biz de varız diyebiliriz. Şimdi sırayla bakalım:

Osmanlı İmparatorluğu halkının karnını tarımsal üretimle doyuruyor, mevcut zenginliğini de (fütuhat esnasındaki ganimet ve sonrasındaki haraç ve tazminatları bir kenara bırakırsak) ticaretten elde ettiği gelirle sağlıyordu. Osmanlı’ya rakip olan Batı zengin olmak için İpek ve Baharat yollarına alternatif deniz yollarını keşfetti, böylece ticaret denizlere kaydı, Osmanlı kapitülasyonları verse de bir daha eski zengin günlerine dönemedi. Osmanlı çökerken Batı yükselmeye başladı, okyanuslara açıldı, buhar gücünü keşfetti, denizde gemilere, karada trenlere uyguladı. Ulaşım gelişti, hammadde işlendi derken “Sanayi Devrimi”ni gerçekleştirdi ve insan emeğinin yerini makine sesleri aldı.

Sanayi Devrimi süresince peş peşe gelen yenilikler, icatlar, keşifler Batılı ülkeler için önem kazandı. Herkes kendi buluşuna sahip çıkarak bunları makinelere ve diğer yeniliklere adapte ettiler. El emeğinin yerini makineyle seri üretim süreci aldı, sermaye çoğaldı, gelir arttı, kâr katlandı. Bu sürecin sonunda bu işe kafa yoran, icat ve keşif yapanların haklarını korumak, aynı zamanda hangi devlete mensupsa onun çıkarına olacak şekilde eski adıyla “alamet-i farika” yeni adıyla “patent” kavramı ortaya çıktı. Artık kimse kendi buluşunu başkasıyla paylaşmıyor, patent kimdeyse ve kişi hangi ülkeye mensupsa onun izniyle o mal üretiliyordu.

Derken ürün (mamül) çeşitliliği artarken, benzerlerin sayısı da çoğaldı. Bu kez her ülke firma bazında ürettiği mamulü “tescil” ederek koruma altına almaya başladı. Piyasada tutulan ve talep gören bir mamulü başkasının taklit etmesine izin vermedi. Bunun sonucunda “trade mark”, diğer adıyla “ticari marka”lar ortaya çıktı.  (Bu arada yazılan eserler için de ”telif hakları” devreye girdi, onu da başka bir yazıda ele alırız).

Yakın yıllara kadar patent ve marka hayatımızda öylesine etkin oldu ki adeta kutsal kitap derecesinde taklit edilemez, emsali yapılamaz, izinsiz asla ve kat’a çoğaltılamaz gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Zamanla alıştık (ya da alıştırdılar), demek ki bu iş böyleymiş, icat eden ile markayı geliştiren bunlar üzerinde her türlü hakka sahipmiş, aman ha taklit edersek başımıza ne iş gelir diyerek korkmaya başladık. Bir kısım vatandaşımızın her şeyi göze alarak yaptıkları taklitleri merdiven altı üretim deyip küçümsedik. Bazen de aynı kalitede malın yerli taklidini bırakıp, verdiğimiz paranın döviz olarak yurtdışına gittiğini bile bile) sırf orjinalini almak zorundayız diye,  3-5 kat para vermeye razı olduk.  Çare; kendimiz icat etmeli, markamızı biz oluşturmalıydık fakat atı alan çoktaaaan Üsküdar’a varmıştı.

Geçmişte Japonya, sonra Kore ve Çin Batılı mamulleri taklit ederek çok önemli mesafe kat ettiler. Tam biz de o yola girmişken aniden kuşatıldık ve bize şu anda bir milim adım attırmıyorlar. Uluslararası anlaşmalar ve koruma kanunları neticesinde bırakın yurtdışında üretilen bir mamulü taklit etmeyi, Türkiye’de üretilip üzerine yabancı marka vurulan bir pantolonun ismi bile taklit edilse, o ürünün satıldığı dükkân basılıp esnafımız cezalandırılabiliyor, malları müsadere edilebiliyor. 50 yıldır ürettiğiniz arabaya Tofaş da deseniz, Anadol’da deseniz bir yerinde FIAT, ya da Ford yazmak zorundasınız. Onların izin verdiği kısımları izin verdikleri oranda üretebilirsiniz.

Derken, birkaç yıl öncesinde Yunanlıların Antep baklavasını “Yunan tatlısı” gibi tescil ettirme girişimleri üzerine “coğrafî işaret” kavramı ile tanıştık. Aslında bu kavram Türkçeye yanlış tercüme edilmişti. Doğrusu “nesi meşhur” anlamına gelen bir kelime olması gerekirdi. Neyse zaman içinde öğrendik ki Avrupa’da bazı yerler kendilerine has mamul ya da üretim şekilleri ile tanınmıştı. Bunların icat, keşif ve markayla alakası yoktu ama, o yerin adının duyulmasını sağlayan bir şeydi. Örnek; Fransa’nın rokfor peyniri, falan yerin ayakkabısı, filan yerin porseleni, İsviçre’nin çakısı gibi.

Misal; bunlardan Rokfor küflü bir peynir çeşidi olup Fransa’da Roquefort kasabasına özgüdür. Coğrafî işaretten kasıt;  Rokfor peyniri Fransa’nın Rokfor kasabasında yapılıyorsa bu ürün oranındır ve Avrupa, ya da dünyanın başka yerinde Rokfor adı taklit edilerek bu peynir üretilemez. Bu isim sadece o yöreye aittir ve (ortada kişi ve şirket olmasa da) oradaki insanların el emekleri, göz nuruyla yarattıkları, dünyaya tanıttıkları bir lezzet olarak kabul edilecek, dünyadan bir talep gelirse o yöre insanı satacak, (işin özü) para o yöreye gidecektir.

Görüldüğü gibi “coğrafi işaretler” bizde; “Kayseri pastırması, Bafra pidesi, Malatya kayısısı” gibi basite alınıp dalga geçilen bir konu iken, Batılı ülkeler coğrafi işaretleri tıpkı patent ve marka tescili yaklaşımıyla çok ciddi olarak ele almışlar ve kendi insanlarının lehine düzenlemeler yaparak bunu da dünyaya kabul ettirmişlerdir. Böylece bu ürünlerin taklidini ve başka yerde izinsiz üretimini yasaklama yoluna giderek (patent ve marka yoluyla gelen üstünlük ve paralara ek olarak) bu yolla elde edilecek hasılatı da yine kendi ülkelerine yönlendirmişlerdir.

Şimdi geldik son olarak endüstri 4.0’a.

/Cevdet YILMAZ
29 Ekim 2018

22 Ekim 2018 Pazartesi

100.Yıl, Patrik ve Karadeniz’de Rum Köyleri (!)


2019 Millî Mücadele’nin yüzüncü yılı. Bu tarih Samsun için çok önemli ve 100 yılda bir gelen fırsat aynı zamanda. Samsun Kültür Sanat Platformu Derneği olarak (Prof. Dr Metin Eker başkanlığında) Samsun Valiliği ve Samsun Büyükşehir Belediyesi nezdinde (destek isteme anlamında), bir yıldan az bir süre kala bu önemli tarihte neler yapmamız gerektiğini anlatmaya çalıştık. Misal; gelecek yıl Samsun Türk Dünyası Başkenti olmaya aday olabilir, böylece Türk Dünyası nezdinde Türkiye’nin kurtuluşa giden yolda Samsun’un önemi ve önderliği pekiştirilmiş olur, Samsun’u Türk dünyası nezdinde tanıtırız gibi hayaller kurduk, girişimlerde bulunduk. Lakin netice alamadık derken bir şans doğdu ve Cumhurbaşkanımız himayelerinde bir taahhüt alındığını medyadan öğrendik. Sonucunu bekleyip göreceğiz.

Dost uyur, düşman uyumazmış. Biz Millî Mücadelenin 100. yılı derken (yine medyadan öğrendiğimize göre) Yunanlılar da meğer o günü bekliyorlar, gizli gizli hazırlık yapıyorlarmış. Onların iddiası ve hazırlığı da “Pontus Soykırımı”nın 100. yılıymış. Soykırım masalını tüm dünyaya yutturan Ermenilerden cesaret alan Rumlar nasıl olsa Türkler balık hafızalı, eskiyi çoktan unutmuşlardır diyerek harekete geçmişler bile. Yöneticilerimiz sağ olsunlar bir huzursuzluk çıkmasın, duyulana kadar canımız gereksiz sıkılmasın diye Fener Rum Patriği’nin 16 Ekim 2018’deki Samsun ve Bafra ziyaretini gizli tutsalar da, mızrak çuvala sığmadı ve patriğin ziyaretinden haberdar olduk. Patrik Samsun’a gelmiş, Bafra’ya gitmiş, yıkık bir kilisede ayin yapmış / dua etmiş. Samsun’da ve tam 100. yılın arifesinde bu ne tesadüftür, nasıl bir iştir diye elbette işkillendik. Bafra’nın Çağşur (Esençay) köyünde katliama uğrayanlar Türkler, Türkleri katledenler de Rumlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=MgQqAfX9ais ). Patrik o kadar yolu bizim şehitlerimize dua etmek için gelmeyeceğine göre (öyle olsa köyün camisinde mevlit okutur, bizim din görevlimizi de yanına çağırır gazetecilere dönüp çekin bir  Ramazan ayı iftar pozu derdi, biz de ezelden kandırılmaya alışık olduğumuz için yaşasın dostluk derdik!). Lakin, güzide basınımız da atlatılmış olmalı ki hangi niyetle oraya gitti, ajandası neydi anlamadık. Anladığımız bir şey varsa o da (girişte belirttiğim gibi) biz 100. yılı kültür - sanat etkinlikleri ile (sazlı-sözlü) kutlamayı düşünürken, Rumların farklı bir hazırlık içinde olduğunu görmüş olduk.

Şimdi konu başlığına gelelim. Mübadeleden önce Rumlar nerelerde yaşıyordu? Şehirleri biliyoruz, bir miktar nüfus (Samsun’da olduğu gibi) şehirde belli mahallelerde yaşıyordu. Misal Kadıköy’de. Fakat köylerdeki durum neydi?  Bu soru çok önemli. Şimdi coğrafyacı gözüyle meseleyi açalım;

Samsun’dan başlayarak Sinop, Kastamonu, Bolu, Sakarya ekseninde köyler mahallelerden meydana gelir. Bir muhtarlık en az 3, bazen 5, bazen 7-8 mahallenin birleşimiyle oluşur. Mahalleler arasında da 1-2 km mesafe vardır. Böylece muhtarlık anlamında bir köyün dış sınırları 5-6 km çapında olabilir ve mahalleler bu daire içinde gelişigüzel dağılmıştır.

Diğer yandan Türkiye’de ve Türkçede “köy” kavramı çok geniştir. İstanbul’dan Samsun’a gelen birisi ‘nereye gidiyorsun’ sorusuna ‘köye gidiyorum’ der. Samsun’dan ilçesi Ayvacık’a gidene sorarsanız yine köye gidiyorum, ilçe merkezinden A köyüne gidiyorsa yine köye gidiyorum, A köyünün herhangi bir mahallesine gittiğinde yine köye gidiyorum. Nihayet köy içinde 7-8 haneden; yukarıda olan aşağıdakine giderse aşağı köye, aşağıdaki yukarı giderse yukarı köye gidiyorum der. (İstanbul’daki milyon nüfuslu Kadıköy’ü, Bakırköy’ü, Samsun’da Tekkeköy’deki Lojistik köyü, Antalya’daki tatil köylerini saymıyoruz bile). Bizde köy kavramı böyle bir şey.

Sözün kısası bölgemizde ve ilimizde muhtarlık anlamında 1 köy 5-6 mahalleden meydana gelir ve biz mahallelere, hatta mahalleden de uzakta tek başına bir meskene bile köy diyoruz. Mübadele öncesine gidersek, 5 mahalleli bir köyün 1 veya 2 mahallesi Rum olabilir. Misal A köyü 5 mahalle, 100 hane ve yaklaşık 500 nüfusa sahiptir. A köyünün 1 mahallesi Rum’dur ve 20 hanede 100 kişi yaşamaktadır. Şimdi dikkat; içten bakıldığında A köyünün bir mahallesi Rum’dur, dıştan / uzaktan bakıldığında ise Rumlar A köyünde yaşamaktadır. Lütfen bu nüansa dikkat edin, çünkü konunun özü burası.

Bu şekilde misal, Bafra’nın 20 köyünde Rumlar yaşamaktadır. İçten bakıldığında bu 20 köyün her biri birkaç mahalleden meydana gelmekte ve bunların bir ya da iki mahallesinde Rum nüfus varken, dıştan bakıldığında ise (idari açıdan diyelim) Bafra’nın 20 köyünde Rum vardır.

Sonra zaman geçti, mübadele oldu, Rumlar gitti, Türkler geldi. Geçmişe dönüp baktığımızda Bafra’nın A, B, C köylerinin birer mahallesinde Rumlar yaşarken, biz birden bire, sırf bilgisizliğimizden ve gafletimizden dolayı toptancı oluverdik ve “Bafra’nın A, B, C köyleri Rum köyleriydi” demeye başladık. Kendi kendimize tekrar ederek zihnimize de böyle yerleştirdik. Dahası Ermeniler köyleri terk etmiş, şehirlere yerleşmiş, aradan 100 yıl geçmiş, biz şimdi dönüp o köyler için de (tıpkı Rum köyüydü der gibi) Ermeni köyüydü, Süryani köyüydü diyoruz. Yaşamışlar, gitmişler demeyi bilmiyoruz, lafın nereye gittiğinden de haberimiz yok. (Yakında dedesini unutan, -babaları geçim sıkıntısından dolayı köyü bırakıp İstanbul’a göç ettiği için İstanbul’da doğup büyüyen- torunlar bir zaman sonra kendi köylerine dönüp “dedem bu köyde yaşıyormuş, dedeme ne yaptınız?” derse şaşırmayın, çünkü bu kafa bizi oraya doğru götürüyor).

Bafra’da olduğu gibi Sinop’ta da, daha batıdaki illerde de bir kısım köylerde Rumlar yaşamıştır, bu doğrudur. Bu köylerin çok azında, belki birkaç tanesinde köyün tamamı (mahalleleri ile birlikte) Rum nüfus olabilir bu da doğrudur. Fakat diğerlerinde, yani 5 mahalleli bir köyün bir mahallesi Rum olabilir ve 500 nüfus içinde 100 nüfus Rum’dur. Şimdi biz aynı toptancı yaklaşımla ve aradan geçen zaman içinde toplumsal hafızamız zayıfladığı, hainlerin yazılarını da referans almaya başladığımız için, 5 mahallesinden 1 tanesi Rum olan köyler için; “şu şu köylerde Rumlar yaşıyordu” yerine, “şu şu köyler Rum köyüydü” demeye başladık. Durup dururken, hiç te gereği yokken hepsini silme Rum köyü yaptık. Ve zaman geçti bu günlere geldik, şimdi (arkalarına dünyayı alıp) bize soruyorlar (ve demedi demeyin) soracaklar; A köyünde 500 nüfus vardı. Siz de kabul ediyorsunuz ki o köy Rum köyüdür, eee,  100 kişi mübadeleyle gitti (kayıtları var), peki geri kalan 400 Rum ne oldu? İşin püf noktası işte burası…

Gaflete bakın ki (şayet kasten böyle yönlendirildiysek, ihanete bakın ki)  biz bu köylerdeki geri kalan ve çoğunluğu oluşturanların Türk olduğunu unuttuk. O köylerin karma nüfusa sahip olduğunu görmezden geldik, bir mahallesinde Rumlar yaşıyor diye (zaman içinde) köyün tamamını Rum köyü yaptık, sonuç? “Geri kalan Rumlar ne oldu? Bu Rumlara ne yaptınız?”

Görünen o ki soykırım iddialarının bir kısmını bu teze dayandıracaklar ve bizden hesap sormaya kalkacaklar. Çünkü mübadele ile gidenler gitti, asiler/suçlular cezasını buldu, bu takdirde soykırım kime yapıldı? Ya da (bildiğimiz kadarıyla ellerinde başka malzeme olmadığına göre) soykırım iddiasının altını neyle dolduracaklar? Bu adamlar 100. Yılı festival yapmak için beklemiyorlar, mutlaka bir niyetleri var, peki ne? Ne yapacaklar? Naçizane benim görüşüme göre saldıracakları alanlardan biri bu, diğerlerini zaman içinde göreceğiz.

Değerli okuyucular, herkesten alim olmasını bekleyemezsiniz. Fakat arif olmak için alim olmaya gerek yoktur. Tehlike kapıdadır. Haklıyken haksız duruma düşebiliriz. (Ermeni soykırım masalı buna güzel bir örnektir. Ne kadar mesafe alındığı da malumdur. Neredeyse tazminat isteme safhasına geçmek üzereler).

Biz bize bakalım. Diyoruz ki; yöneticilerimiz yönettikleri ilin, ilçenin, şehrin, kasabanın, köyün özelliklerini, hassasiyetlerini bilmek zorundadır. Sayın cumhurbaşkanımızın talimatıyla 81 il’e en az 1 üniversite kurulurken bu üniversitelerin bir görevi de yerel özellikleri araştırmaları ve yöneticilere ve ilgililere bilgi altyapısını hazırlamalarıdır. Maalesef üniversitelerimiz bu duyarlılıkta olmadıkları gibi, “bilim fendir, sosyal bilimler bilim değildir” diyecek kadar cahil üniversite hocalarının, projelere destek verirken Fen Bilimlerini kayırıp Sosyal Bilimleri yok farz eden, projelerine destek olmayan, onların bu tür çalışmalarına destek olmadıkları gibi bunları fasa fiso gören rektörlerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Üniversite böyle de, ya şehir ve toplum? Her şeyi en iyi bilen idarecilerimizin de yönettikleri yerlerin özelliklerinden çoğu zaman haberdar olmadıklarını görüyoruz. Dil sürçmesi olmuştur diye geçiştirdiğimiz nice saçmalıklarına şahit oluyoruz. Araştırmazlar, gerek de duymazlar, istisnalar hariç yapılan araştırmalara destek vermezler, kısaca (bölgesi ile ilgili kültür yayınları yoktur, destek de olmazlar anlamında) çoğu kitapsızdır ve kültür deyince bilgi değil festival akıllarına gelir. Burada, iki üç yıl gibi kısa aralıklarla yer değiştiren, gelir gelmez ne zaman tayini çıkacağı belli olmayan mülkî amirleri fazla suçlayamayız, fakat (en az 4 yıl görevde kalan ve hayatı o yerde geçen) belediye başkanlarının, o bölgenin vekillerinin ve diğer yerel idarecilerin bu şuurda olmalarını beklemek en doğal hakkımızdır.

Samsun için soralım, gelmiş-geçmiş idarecilerimizin, vekillerimizin, iş adamları, sanatçı ve akademisyenlerimizin, çocuklarımızı yetiştiren bilinç kazandırmalarını ümit ettiğimiz öğretmenlerimizin ne kadarı Samsun’u yeterince tanıyor? Yakın geçmişte bu topraklarda neler yaşandı? Burası nasıl vatanlaştırıldı? Dostumuz kim, düşmanımız kim? Ne kadarı bu şuura sahip? Bugüne gelirsek; Patriği kim davet etti, kim rehberlik etti, niyetini soran oldu mu, onları daha konuşmadık bile. Bu arada çok şükür ülkemizde seyahat özgürlüğü var, Patrik de vatandaşımız sayılır ve istediği yere gider. Biz işin orasında değiliz. Bizim yöneticilerimiz bu işin neresinde? Yaklaşan tehlikenin farkındalar mı? Böyle bir tehdit ve tehlikeye karşı bilim insanlarından yardım almayı düşünürler mi? Sempozyum ve diğer bilimsel etkinliklerle şehirde farkındalık yaratacak, ilgili yönetici ve bürokratlara bilinç kazandıracak faaliyetlere ön ayak olurlar mı? “Şu kadar köyde Rum nüfus vardı” ile “Şu kadar köy Rum köyüydü” söylemi arasındaki farkı fark edebilecek kadar konuya eğilirler mi?

Dahası, Rum’un (kelime anlamının) Roma’dan geldiğini, eski Roma İmparatorluğu topraklarında yaşayanlara Rum (Rûm) dendiğini, Mevlana Celaleddin Rumî adının ve Rumî takvimin aynı kökten geldiği, Anadolu’nun eski adının Rumeli olduğu, Sivas Vilayetinin eski adının bu yüzden Vilayet-i Rum olduğu, (ilimiz Samsun’un merkezi olduğu Canik Sancağı’nın da bir zamanlar bu Vilayet-i Rûm’a bağlı olduğunu), Balkanlar ele geçirilince Anadolu’ya Rumeli dendiğini, hasılı kelam Samsun’daki Rumların Yunan (Helen) anlamındaki Rumlarla bir ilişkisi olmadığını, Roma İmparatorluğu zamanından beri bu topraklarda olduklarını, adamların bizim gafletimiz ve bilgisizliğimizden yararlanarak, sanki mübadeleyle giden Rumlar Yunan vatandaşıymış, sözde soykırıma uğrattığımızı iddia ettikleri de Yunanmış gibi tamamen tarihi gerçeklere aykırı olan daha birçok hususu bu toprakların idarecileri ve bu topraklarda doğup büyüyen, bu bölgenin ekmeğini yiyen kaç kişi farkında?

19 Mayıs 2019’a az kaldı, idarecilerimizin Amazonlarla ilgili mitlere ayırdıkları zamanın ne kadarını bu gerçek gündem için ayırdıklarını hep birlikte göreceğiz. Bu konuda bizi haksız çıkarır, mahcup ederlerse kendilerine ayrıca teşekkür de ederiz. Neyse, biz tarihe not düşmüş olalım. Bu kadar sözden sonra üniversitedeki hocalar bizi uyarmadı demesinler de!  

/Cevdet YILMAZ
22 Ekim 2018

Altı Patlar


Kovboy filmlerinde kullanılan silahın adıdır “Altı Patlar”…  İçindeki mermi sayısını ihtiva eder… Türk filmlerinde de sıklıkla kullanılan Revolver marka silah film icabından olacak altı mermiyle otuz kişiyi yere serer…

Samsunspor’un silahı seri şekilde altı kez patladı, altı isabet kaydetti… Dileğim o dur ki, hedefe isabet eden atışlar seri şekilde sürer… Üç gün arayla maç oynayıp hepsini de kayıpsız geçmek öyle hafife alınacak bir şey değil…  Takdire şayan bir durumdur orta da olan… Ziyadesiyle alkış gerektirir…

Tam kadro, sorunsuz ve iyi bir programla hazırlık kampı yapmanın karşılığını görüyoruz… Taner hoca ve ekibinin, futbolcuların, kısacası herkesin bu memnuniyet verici tabloda fırça izleri var… Zirve mücadelesi içerisinde yer alan Bodrumspor ve Kastamonuspor gibi iki güçlü rakibi devirmek az bir iş değil…

Haftaları kayıpsız geçip kısa sürede liderlik koltuğuna oturmanın heyecanı var üzerimizde…  İlk sıradaki Sarıyer’in yakın bir tarihte, belki de bu hafta koltuk devir töreni yapmasını bekliyoruz… İdeal kadronun artık oluştuğu bir dönemdeyiz…

Görünen o ki, bu kadroya devre arası üç oyuncu takviyesi şarttan da öte bir şey…  İhtiyaç mevkileri kendini belli ediyor…  Arayışlar şimdiden başlatılmalı… Onuncu haftaya geldik… Lig kendini gösterdi…

Aşağıdakiler ve yukarıdakilerin arasında küçük bir orta direk sınıfı var… İşi sıkı tutup, bizden öte yapılan mücadeleleri tepeden izlemeliyiz…  Altı patlar Revolver’i  Türk filmlerindeki gibi yirmi altı kez patlatmalıyız…

/Resul AKÇAY
22.10.2018

17 Ekim 2018 Çarşamba

Beşi Bir Yerde


Var bu iş de bir yanlışlık!...  Biz her daim İzmir’e giderdik… Niye Bodrum’a gönderildik? Ne işimiz olurdu 3.Lig’de? Yahu biz Samsunsporuz, kimler bize bunu reva gördü ?

İsyanım tanrının yazdığına değil, ciğerleri üç otuz kuruş bile yapmayan aciz kulların çizdiği kadere…  Tarih sayfalarını kurcalıyorum, yakın gözlüğümü takarak… Yok, yok, yook!..  Bodrumspor ile ne ligde, ne kupa da, ne de özel maçta karşılaşmışız…  Gazozuna bile maç yapmamışken, şimdi istesek de istemesek de rakibimiz…

Kadere bak bi, bak da hayıflanma…  Gece konakladığımız otelin görevlisi, bıyık altından sırıtarak gevşek gevşek konuşuyor, “Hızınızı alamadınız galiba düştükçe düşüyorsunuz”… Herif haklı, haklı olmasına da tepemi arttırma suçundan işinden olacaktı az kalsın…

Ne idik, ne hale getirildik?  Sadece tatil için geldiğim Bodrum’a  bu sinirle gelip, İzmir marşıyla dönmek en tabi hakkımdı…

Her zamanki gibi maça hızlı başladı Samsunspor… 10.dakika da Oğuz’un füzesiyle öne geçildi… Devre bitimine kadar tipik orta saha mücadelesi vardı… 35.dakika maçın kırılma anıydı, golcü Bahattin kendisine yakışmayanı yaptı, mutlak golü atamadı… Aynı Bahattin benzer bir pozisyonu 46.dakika da yine kullanamadı… Birini atsa malum rakibin direnci kırılacak,  bizler de rahatlayacaktık…

O’nun yapamadığını 50.dakikada Samet yaptı  ve farkı ikiye çıkardı… Furkan’ın yerine ilk kez kaleye geçen Ahmet görevini layıkıyla yaparken başarısını kurtardığı penaltıyla taçlandırdı…

Bu haftaya kadar iyi sonuçlar alarak lige ağırlığını koyan Bodrumspor karşısında rakibe pozisyon vermeden maçı tamamlamak, oyunu forse eden taraf olmak Samsunspor’un gücünü ortaya koyması açısından önemli…

Zirveyi kovalayan bir takımı evinde devirmekte… Kazanmaktan öte takımın ortaya koyduğu mücadele, hırs, akıl dolu futbol beni bir hayli umutlandırdı… Üst üste alınan beş galibiyet rakiplere gözdağı olmuştur…

Bodrum seyahatimizi tatile çeviren tüm takıma selam olsun…

/Resul AKÇAY
17.10.2018

13 Ekim 2018 Cumartesi

On Dakika Yetti


Geçtiğimiz sezon el ele gelmiştik bu lige…  Gelirken sahasında bizi sürpriz bir şekilde yıkmış, o yenilgi sonrası bir daha ayağa kalkamamış ve o malum kaderi yaşamıştık… Antep’in o zamanki enerjik gençleri yine karşımızdaydı…

Ben dâhil, pek çok kişinin içinde, “tarih ya yeniden tekerrür ederse?” endişesi vardı…  “Hiçbir maç masada kazanılmaz, sahada kazanılır.” sözü her daim kulaklarda küpedir…

Geçtiğimiz hafta İnegöl deplasmanından üç puanı söke söke alan ilk on birden sadece Ercan yoktu…  Sakat  olan Ercan’ın yerine Nuri Terliksiz sahadaydı…  Kolay gibi görünen maçı kazanıp yıllar sonra dört de dörtlük bir seri yakalamak isteği vardı… Zorlu Bodrum ve Kastamonu maçları öncesi bir iş kazası yaşamayı kimse arzu etmezdi… Sürprize mahal vermek istemeyen takım maça fırtına gibi başladı…

Skorboard dakikalar henüz On’u gösterirken 2-0’ı gösteriyordu… Son vuruşları yapan Bahattin olurken attıranlar Ramazan ve Oğuz’a da alkışlarımızı göndermek gerek…  Skor üstünlüğü oyun hakimiyetini de beraberinde getirdi…  Tribünler keyiflendikçe, beraberinde coşkulu tezahürat ve şov geldi… Doğrusu görülmeye değerdi…

Bu ligde de VAR Sistemi uygulansaydı. Konuk ekibin zar zor geldiği Samsunspor kalesin de bulduğu gol iptal edilmez sayılırdı… Furkan böylesi şaşkaloz hataları geleneksel hale getirdi… Bakalım nerede canımızı yakacak?

İlla da sahanın yıldızı kimdi? diye bir soru soracak olursanız, kanat bindirmeleriyle konuk ekip savunmasını şaşkına çeviren Erhan Kartal’dı derim…  Darısı Üç gün arayla oynanacak Bodrum ve Kastamonuspor maçlarına diyelim…

/Resul AKÇAY
13.10.2018

8 Ekim 2018 Pazartesi

Dikine Oynayınca


Düştüğümüz hallere bakın…  Stattan başka her şeye benzeyen fiziki şartları arabesk bir ortamda Samsunspor gibi bir takım lig maçı oynuyor… İlkel de öte üç-beş kişilik bir basın tribünün de yazı yazmanın bir ödülü olmalı… Süper kategoride yıllarca mücadele et gel ilçe takımlarıyla üçüncü kategori de çırpın… Hay bu kaderi yazan çizen bize layık gören kullara ne diyeyim?

İnegöl büyük bir ilçe ve takımı da bu ligin klasik seviyesinde… Samsunspor’un adı onlara yetti… Hevesli başladıkları maça ancak 8 dakika tutunabildiler… Samsunspor’un geliştirdiği ilk atakta Kubilay düşürüldü… Topun başına geçen Bahattin ayakta alkışlanacak bir güzellikte topu filelerle buluşturdu…

Ardından sahanın iyilerinden Kubilay, Samet’e ‘ al da at’ dercesine yaptığı servisi genç oyuncu pas geçmedi… Soyunma odasına defansın adam paylaşamamasından kaynaklı gördüğü gol ile tek farklı üstünlükle giden Samsunspor ikinci yarının hemen başında üçüncü golü buldu… Kubilay- Samet ortaklığı yine şık bir golü ortaya çıkardı…

İki takım arasındaki kalite farkının ortaya çıktığı maçın sonunda galibiyet zor olmadı…  Haftalardır oyunu yan pas alışkanlığı yaparak oynayan takım bu kez dikine dikine oynadı… Bol pozisyon üretti çok şut çekti… Bakmayın skorun 3-2 olduğuna ev sahibinin ikinci golü hakemin uyduruk penaltısından kaynaklıydı… Deplasmanda alınan üç puan iyiden de öte bir şey…

Kazanmayı alışkanlık haline getirmek gerek… Alkışlarımı Kubilay çıkarken ayakta alkışlayan İnegöl taraftarlarına göndermek  isterim… Aynı şeyi hakem için söylemek isterdim ama eyyamcıları  oldum olası sevemedim gitti…

/Resul AKÇAY
08.10.2018