26 Haziran 2011 Pazar

Kesriye Fotoğrafçısı Papazoğlu

Hemen hiç Türk nüfus barındırmadığı halde bugün dünyanın hala Osmanlı kalabilmiş tek şehridir, belki de Kastorya... Osmanlılar'ın Kesriye dedikleri bu dünyalar güzeli kent, yemyeşil ormanlar ile billur gibi bir göl manzarası arasında sıkışmış tarihi binalardan müteşekkil küçük bir cennettir adeta.

Balkan Harbi sonrası bölgenin elimizden çıkmasıyla beraber Yunan topraklarına katılan bu kent, altı yüzyıl boyunca çeşitli etnik ve dini toplulukların kardeşçe yaşadıkları bir vaha gibiymiş. Müslüman, Ortodoks ve Musevi cemaatlerinin özgürce ibadet ettikleri, Türk, Rum, Arnavut, Makedon, Bulgar, Yahudi ve diğer etnik gurupların bir kültür mozayiği oluşturdukları Kesriye kenti, Osmanlı'nın Balkanlar'daki bir sayfiye yeri olarak tanınırmış.

Bugün Yunanistan'ın kuzey batısında, Arnavutluk sınırına yakın bir yerde kalan Kastorya, coğrafyası bakımından bizim Sinop'u bir hayli andıyor. Sinop nasıl Karadeniz'e açılan bir yarım adaya kurulmuşsa, Kesriye'nin merkezi de göle doğru uç vermiş bir yarımadaya yerleşmiş... Zaten tesadüf mü bilinmez, mübadele ile Sinop'tan ayrılan Ortodoksların çoğu da bu kentin civarında iskan edilmişler...

 Yunanlılar, Osmanlı'dan kalma bilhassa dini yapıların en önemlilerini perişan etmişler. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamseinde sözü edilen ve muhtemelen beşyüz yaşında olan Gazi Evrenos Camii, mübadeleden sonra 1927'de yıkılmış, yerine bir bazilika inşaa edilmiş. İki büyük Bektaşi dergahı, Kasım Baba ve Aydın Baba Tekkeleri ise 1950'lerde yıkılmış... Buna karşın kent merkezindeki Kurşunlu Camii, Medrese, Hamam ve pek çok tarihi konak hala ayakta duruyor.

Bu kentin Osmanlı'dan çıkmadan önceki son yılları hakkında Türk ve Yunan kayıtlarında müthiş bilgiler var... Sosyal hayat, siyasal yapı, mimari durum, ekonomi ve Makedonya sorunu hakkında araştırılsa gün yüzüne çıkmamış bir bilgi deryasına girilir. Lakin onca kayıt kuyudatın içinden en vurucu olanları, talihsiz bir Kesriyeli fotoğrafçı olan Leonidas Papazoğlu'ndan kalan eserler olsa gerek...

1872'de Kesriye'de dünyaya gelen Papazoğlu, ailesi ile birlikte İstanbul'a yerleştikten sonra fotoğrafçılığa merak sarıyor. İstanbul'da öğrendiği bu sanatını, daha sonra memleketine taşıyıp kentin tek fotoğrafçısı olarak hizmet veriyor. Doğal olarak bölgenin tüm dinamiklerini fotoğraflama olanağı buluyor.

1918'de Dünya Savaşı başlarında dünyayı adeta perişan eden İspanyol Gribine kurban olarak genç yaşta vefat eden Papazoğlu devasa arşivi, evinde sahipsiz kaldı. Zamanın yıpratıcılığı bir tarafa, bölgede cama ihtiyaç duyan her kes talihsiz fotoğrafçının arşivindeki cam negatiflere dadandı. Hatta kilisenin fenerleri kırıldığında bu cam negatifler kullanılıyordu.

Bu şekilde çok sayıda kıymetli eseri kaybolan Papazoğlu'na bir darbe de 1993'te evini restore etmek isteyen kızından gelmiş. Bir kamyon dolusu negatifi çöpe atılan Papazoğlu'ndan yaklaşık 2500 tanesini son anda Yunanlı fotoğraf bilimci Yorgo Golombias kurtarmayı başardı.

Papazoğlu'nun fotoğrafları incelendiğinde, o dönem birbiriyle kanlı bıçaklı olan kişilere hizmet ettiğini görüyoruz. Misal, kentin Papazı olan ve daha sonra Makedonya'daki Bulgar – Rum nüfuz mücadelesinde Rum çetelerini gizlice yönlendirdiği için Ruslar'ın baskısıyla uzaklaştırılarak Amasya metropolitliğine atanan Germanyos'a ait fotoğrafları çektiği kadar onun düşmanı Bulgar çetecilerin de fotoğraflarını çektiğini görüyoruz. Çektiği fotoğraflar arasında Bulgar çetecilerin öldürdüğü bir Rum öğretmenin dehşet verici görüntüsü de var üstelik!

Kentteki tüm dini cemaat liderlerine ait resimler çeken Papazoğlu'nun Kesriye Müftüsü ve küçük kızını gösteren bir hayli ilginç bir fotoğrafı da bulunuyor.

HELALLEŞME

Sayın Başbakanın meşhur balkon konuşmasından sonra helalleşme modası başladı. Gerçi bazıları "hesaplaşmadan helalleşme olmaz" diyorlar ama benim mizacım buna pek müsait değil... Savaş baltalarını gömen tüm kavgadaşlarımla helalleşip yeni beyaz sayfa açmayı her daim tercih ederim. Bu vesile ile ben de:

BİR: Derneklerimizi kişisel siyasi amaçlarına basamak yapmak isteyen genç ve yaşlı tüm dinazorlara,

İKİ: Kültürümüze hizmet etmekten başka hiçbir derdimiz olmadığı halde önümüzü kesmek için ellerinden geleni yapan İrlandalı Mübadillere,

ÜÇ: Türk Milliyetçiliği ve Atatürk ilkeleri konusunda yazdıklarımız ortadayken makasladıkları iki satırı çarpıtan ve bunları üşenmeden her tarafa kusan zat-ı Ali'lere,

DÖRT: Bu camiaya tek kuruşluk maddi ve manevi hayrı dokunmadıkları halde akıl vermeye bayılan çok bilmişlere,

BEŞ: Kendi aile tarihlerinden bihaber tatlı su mübadillerine,

ALTI: Asla mikro milliyetçilik yapmadığımız halde bizi kendileri gibi ırkçı zannederek önümüze engeller çıkartan gizli kafatasçılara olan birikmiş haklarımı helal ediyorum.

OLDU DA BİTTİ MAAŞALLAH!
Geçen hafta Tekkeköy Belediye reisimiz Hayati TEKİN evlatlarını sünnet ettirdi. Düğün salonundaki sünnet töreninde yok yoktu: Mevlüt okundu, ikramlar yapıldı, eğlence de eksik bırakılmadı. Başkan TEKİN ve eşinin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Her siyasi görüşten binlerce seveni de başkanı yalnız bırakmadı.

Bizler de vazifemizi yapalım ve TEKİN çiftinin evlatları Cantuğ ile Özgür'ü tebrik edelim. Başka mürrüvetlerini de görürüz inşallah!

ALAÇAM MÜBADELE MÜZESİ 24 TEMMUZ'DA AÇILACAK MI?
Alaçam Mübadele Müzesi bir iki rötuş dışında hizmete hazır. İki yüzün üzerinde özgün parça müzeye yerleştirildi. Müzenin açılışı için Lozan Anlaşmasının yıldönümü olan 24 temmuz tarihi düşünülüyor. Elbette karar alınması için hükümetin kurulması, yeni kültür bakanının belli olması ve öngörülen tarihi uygun bulması gerekiyor; ama düşünülen tarih 24 Temmuz...

Bu tarihin mübadelenin onaylandığı bir anlaşmanın yıldönümü ile örtüşmesi elbette güzel; lakin benim minik bir endişem var. Malum bu sene yazın yarısı ağustosta Ramazanla çakışıyor. Ahali de tatil için temmuz ayını seçecek. Dolayısıyla açılış bir sönük kalabilir. Oysa eminim ki eylül ayının ikinci yarısına ya da ekim başlarına bırakılırsa açılışa binlerce kişi katılmak isteyecektir.

Bize düşen sadece hatırlatmak...

26.06.2011
/Mümin BOZKURT

19 Haziran 2011 Pazar

Efendi Kimdir, Bey Kimdir, Ağa Kime Derler?

Hani genel kabul görmüş bir tabirdir, "Türkçe lastik gibidir, nereye çekersen oraya gider." derler ya tas tamam doğrudur, ama eksiktir. Zira bizim dilimiz, sadece lastiğe değil aynı zamanda kelimelerin anlamlarını öğüten bir değirmene de benzer.

Misal, çok değil beş sene önce makbul –hatta milli bir kelime olan "Ergenekon" kelimesi, malum davaların ardından cüzzamlı sözcüklerin arasında yerini alıverdi.

Türkçe kelimelerdeki bu hızlı anlam kaymalarının nedeni Türk milletinin yadsınamaz dinamizmi midir, yoksa inanılmaz bir hızla değişen dünya mıdır bilinmez; ancak şurası bir gerçek ki bu tür anlam kaymalarına yerel ağızlarda çok daha fazla rastlıyoruz. Bu devenimden Rumeli Türkçesi'nin de fazlasıyla etkilendiğine şüphe yok.

Memlekette (Rumeli'nde) çok kullanıldığı halde yeni nesillerin, hatta yaşı otuzun altında olanların pek azının gerçek anlamlarını bilmediği dört sözcüğü örnek vereceğim size: Efendi, bey, ağa ve kahya...

Sözün gelişi, bugün birisine "Bilmemkim Efendi..." desek ne gelir aklınıza? Bazen kapıcıya sesleniriz böyle, "Murtaza Efendi iki ekmek, bir kola getir..." filan diye. Hatta modern çağlarda bazen "küçümser gibi" bir anlam yüklemek için de "efendi" kelimesini kullanır olduk. Başbakanımız, siyasi rakiplerine yüklenirken "Kemal Efendi, freni patkamış kamyon gibi..." demiyor mu mesela?

Peki "bey" diye kime diyoruz şimdi? Aslında değer verdiğimiz, ya da pek tanımadığımız adamlardan söz ederken kullanıyoruz bu tabiri... Hasan Bey, Hüseyin Bey, müdür bey, memur bey gibi... Bayanlar için kullandığımız "hanım" kelimesinin erkek versiyonu bir yerde...

"Ağa" kelimesi ise artık aşiret dizilerinden kalma bir alışkanlıkla anlam buluyor artık. Kendisine zoraki bağlı bir gurubun despot lideri manasında algılıyoruz bu kelimeyi.

"Kahya" kelimesi ise neredeyse unutur oldu. Daralmış bir manayla, "yarış atlarına bakan adam" gibi bir kalıba sığdırılmaya başlandı artık.

Oysa pek az kişi bilir ki, bu dört kelime, bir zamanlar Rumeli Türkçesinin Rodop ve Makedonya ağızlarında insanların statülerini anlatmak için kullanılan özel tabirlerdi.

Örneğin birisine "Efendi" deniyorsa, o kişi muhakkak okumuş bir adamdır. Ya mektep görmüştür, ya medrese okumuştur; ama mutlaka bir tahsil hayatı vardır. Herkesin büyük hürmet gösterdiği bu kimseler, bir anlamda "yarı alim" gibi kabul görülürlerdi. Bir çoğu ya devlet kademesinde, ya da dini müesseselerde mevki – makam sahibi olan "Efendiler" Rumeli coğrafyasının en çok değer verilen insanlarıydı.

"Bey" sıfatı ise, Rumeli Türkleri'nde yöresel zenginleri tanımlamak için kullanılırdı. Genellikle köylerin biraz dışında genişçe çiftlik evleri bulunan beyler, hükümet ve iş dünyasıyla yakın ilişkiler içinde olurdu. Çevre köylerde fakirlere sahip çıkmak, bazen adaleti sağlamak, yöre halkının menfaatlerini korumak beylerin görevleri arasında idi. Tütün alım satım işleri başta olmak üzere bulundukları bölgenin iktisadi işlerinde belirleyici olan beyler, aynı zamanda devlet dairesinde işi olan herkese yol gösterirlerdi. Bu nedenle beyler, kendi bölgelerinde değer verilen, saygı duyulan, hürmet gösterilen kişilerdi. Kimi yerlerde beylerin eşkiyalar ile de temasları olduğu, onları uzak tutmak için para verdikleri de bilinirdi. Mübadele yıllarında birçok köyün hak ve hukukunu korumak da beylere kalmıştır.

"Ağa" (aga) sıfatı, eski Rumeli'de "sözü dinlenen ağır başlı adam" manasına gelirdi. Despot adamlar değildi Rumeli ağaları... Hani "Goca macır" diye bir deyim vardır ya, tam da öyle adamlara ağa denirdi. Hemen her köyde yedi sekiz kişiye yakıştırılan bir sıfattı bu. Öyle yaşla da pek ilgili değildi, aynı ailenin küçük kardeşine ağa yakıştırması yapılırken büyük kardeşine bazen aile dışında kimse ağalık yakıştırmayabilirdi. Sözüne itibar edilen, alim değilse de arif olan, çalışkan kişilerdi ağalar. Zengin olmaları da gerekmezdi. Çok fakir de olsa, eğer etrafında sözlü bir ağırlığı varsa "ağa" olunabiliyordu.

Rumeli'de çok yaygın kullanılan bir sıfat da "kahya" tabiridir. Esasen hayvancılığın (bilhassa küçük baş) çok yaygın olduğu Makedonya bölgesinde her aile kendi sürüsünün kahyasıydı bir anlamda. Belki buradan gelen bir benzetmeyle, ailesi olan, çoluk çocuğu bulunan her erkek için kullanılan ve saygı belirten bir sıfattı kahya...

Belki Hindistan'daki gibi keskin çizgilerle ayrılmış bir kast sistemi yoktu Rumeli'nde... Veyahut Doğu – Güneydoğu Anadolu'daki aşiret tarzı, veya Orta Anadolu'daki cemaatvari bir toplumsal tabakalaşmadan da söz etmek mümkün değildi.

Lakin eskiden Makedonya ve Rodop Rumelisinde insanların toplumsal statüleri, kendilerine verilen dört önemli sıfatla ifade edilebiliyordu...


SEÇİMLER BİTTİ, ŞİMDİ İŞ ZAMANI...

Demokrasi bayramı sona erdi, Türk halkı kahır ekseriyetle Ak Parti'ye "devam et" dedi. Samsun halkı da bu tercihe uydu, büyük bir farkla iktidara destek verdi.

İlk anda "içimizden kimse yok" tepkisi alan Ak Parti listesinin son tahlilde halkın onayını alması bazı iktidar muhaliflerini şaşırttı. Oysa bir dönem daha Ak Parti iktidarının devam edeceğini ön görebiliyordu herkes. Samsunlular, başbakanın yakın ekibindeki isimlerin "daha çok hizmet getirebilecekleri" gerçeğine göre tercih yaptı. Bunu da yadırgamamak lazım.

Sayın Mustafa DEMİR, kurucu il başkanı ve bakanlıkla taçlandırılmış bir milletvekili... Sayın Suat KILIÇ'ın başbakan nazarında itibarının ne kadar yüksek olduğunu bilmeyen yok. Sayın Cemal Yılmaz DEMİR'in başbakanla dostluğu uzun yıllar öncesine dayanıyor ve Ak Parti'nin çekirdek kadrosundan kabul ediliyor. Sayın Tülay BAKIR'ın başbakanın güvenini tesis etmiş olduğu görülüyor. Sayın Çağatay KILIÇ'ı anlatmaya gerek bile yok. Başbakan onu önce özel kalemine, sonra da vekil listesine aldığına göre varın siz hesaplayın itibarını... Sayın Ahmet YENİ'yi listenin en sıkıntılı yerine koyup bir anlamda "sana güveniyorum, zor görev senin..." mesajı veren de Sayın Başbakandır. Samsun halkı, "ustalık dönemi" olarak başlık atılan yeni sayfada sayın başbakan nazarında itibarı olan altı iktidar milletvekilinden daha fazla hizmet bekliyor şimdi.

Muhalefete gelince... Siyasette seçmene küsülmez. Sorunlara çözüm üreten, yapıcı ve denetleyici muhalefet istiyor Samsunlular... İyi muhalefet yapılsın ki seçmen nazarında "bir dahaki sefere bunları denemekte yarar var" fikri oluşsun.

19.06.2011 
/Mümin BOZKURT

12 Haziran 2011 Pazar

Nereden Çıktı Bu Bisiklet Sevdası?

Ladik / Samsun, 19 Haziran 2011

Aslında her şey Samsun Dağcılık Kulübü (SAMDAK)’nün düzenlediği “Vezirköprü Şahinkaya Kanyonu” gezisi esnasında başladı diyebiliriz. 19 Eylül 2010 Pazar günü Şentur otobüsleriyle gitmiştik.

Altınkaya Barajı üzerinde bulunan Şahinkaya Kanyonuna ulaşmak üzere son tepeyi de aşıp ayaklarımızın altında uzayıp giden baraj gölünü gördüğümüzde heyecan doruğa ulaşmıştı. Gurubumuzdaki herkes gördüğü bu manzara karşısında gönlünde yatan aslanı dışa vurmaya başlamıştı. Kimler yoktu ki gezi arkadaşlarımızın arasında; Dağcılar, Fotoğrafçılar, Bisikletliler, Paraşütçüler, Kanocular, Yelkenciler, Sandalcılar…

Otobüsümüz, Baraj Gölüne doğru kıvrıla kıvrıla inen yoldan aşağı ağır ağır inerken herkes kendi hayaline dalmıştı. Kimimiz fotoğraf çekerken, paraşütçüler buradan aşağı yamaç paraşütüyle nasıl ineceğini, kimisi otobüsten inip orman içinden yürüyerek gitmeyi, Kanocu ve Yelkenciler ise baraj gölünde yapılacak sörften, Bisikletçiler ise buradan aşağı çok güzel bir iniş olacağını ballandıra ballandıra anlatıyorlardı.

Bisikletliler Derneği Samsun İl Temsilcisi Eğitimci Tarık TORUN bey ile burada tanışma fırsatı buldum. (Samsun'da Bisiklet Kültürünün gelişimine yaptığı katkıdan dolayı kendisine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.) Tüm yolculuğumuz boyunca onun çevresindeki sohbetlerin konusu şüphesiz BİSİKLET idi. Hep anlatıp duruyordu bisikletin sağlığa ve çevreye ne kadar yararlı bir alet olduğunu. Bu esnada benim aklıma hemen beş yıl önce oğluma aldığım ve bodrum katında kaderine terkedilmiş bisikletimiz geldi.

Gezi dönüşü ilk işim bisikleti evin bodrum katından çıkarıp, bir bisikletçiye götürmek ve  güzel bir bakım yaptırmak oldu ve düştük yollara... 

/Çetin KOŞAR
12 Haziran 2011
http://samsun08.blogcu.com/nereden-cikti-bu-bisiklet-sevdasi/10633131

3 Haziran 2011 Cuma

Çarşamba ve Çevresi Tarihi

Çarşamba yöresi,  M.Ö. 4000 yılından buyana yerleşilen bir yerdir. Hititlerin (M.Ö.1650-1200) hâkimiyetinden sonra, M.Ö.7.yy’da Miletoslu denizcilerin İris adını verdikleri Yeşilırmak kıyısında şimdiki Ordu köyü civarında Miskire adında koloni kurdukları bilinmektedir. M.Ö. 8.yy’da yörede Amazonların yaşadığı rivayet edilmektedir. Ancak bunların İskit kadınları olma ihtimali daha yüksektir. Daha sonra Amasya merkezli Pontus Krallığı (M.Ö.302-71) hakimiyeti yaşayan yöre, Roma İmparatorluğu (M.Ö.71 M.S. 395) ve Bizans (395-1086) gibi devletlerin hakimiyetinde kalmıştır. Ayvacık çevresinde yerleşik İtilbaşı ve Tuna oymağını oluşturan Türklerin 750-925 yılları arasında Kafkasya ve Tuna üzerinden buraya gelmeleri muhtemeldir.  1071 Malazgirt zaferinin ardından Danişmendliler zamanında, 1158 yılında Yağıbasan’ın, Yeşilırmak ve Kızılırmak ağızları arasındaki alanı ele geçirmesine karşın, Bizanslılar yeniden yöreye hâkim oldular. Yöre daha sonra Anadolu Selçukluları Moğol İlhanlı Devleti, Trabzon Rum Devleti ve Taceddinoğulları Beyliği yönetiminde kalmıştır.

Çarşamba Göğceli (Küceli) Mezarlığı’ndaki çivisiz ahşap camii Anadolu Selçuklu dönemine ait olup miladi 1195 ‘de yöreye gelen ilk Müslüman Türkler tarafından yapılmıştır. Aynı özellikleri taşıyan ve 13. asırda yapılan Şeyhabil camii de yöredeki ilk Müslüman Türk eserlerindendir.

Taceddinoğulları Canik-i Göl, yani Terme ve Arım(bugünkü Çarşamba ve Ayvacık ile Salıpazarı, Tekkeköy ve Asarcık’ın bir kısmı,)ın yanında Niksar çevresini yönetmekteydi.

Osmanlı Devleti yöreyi ilk kez Yıldırım Bayezit (1389-1402) zamanında ele geçirmişti. Ankara savaşında Timur’un Yıldırım Bayezit’i yenmesinden sonra Taceddinoğulları yörede yeniden hakim oldular.

Fetret Devrinde(1402-1413) Amasya’yı merkez edinen Çelebi Mehmet Osmanlı Ülkesini yeniden birleştirmeye çalışırken, beylikler arasındaki iktidar mücadelesi devam etmekte idi.  Çarşamba yöresini ellerinde bulunduran Taceddinoğlu Alpaslanoğlu Gazi Hasan Bey ve kardeşi Mehmet Yavuz Bey’dir. Mehmet Yavuz Osmanlının Çarşamba Beyi iken 1422’den sonraki bir tarihte burada öldü.1422 tarihli vakfı mevcuttur. Hasan Bey 1423-1425 yıllarında Osmanlının Canik Sancak Beyi  olarak Taceddinoğullarının son temsilcisidir.

Taceddinoğulları Trabzon Rum devleti ile savaşmışlar, yörenin Türkleşmesi ve İslamlaşmasında en önemli güç olmuşlardır. Taceddinoğulları Karadeniz sahilindeki en büyük beyliklerden biridir. O sıralarda bazılarının imparatorluk diye adlandırdığı Trabzon Rum Devletinin 4000 askeri varken Taceddinoğulları’nın 12000 askeri vardı. Taceddinoğulları zaman zaman Trabzon Rum Devleti ile zaman zamanda doğu komşusu Hacıemiroğulları Beyliği ile mücadele etmişlerdir.

Taceddinoğlu Gazi Hasan Bey’in Ordu Köyü Kale mezarlığında Yeşilırmağı gören bir türbesi mevcuttur. Tacettinoğlu Hasan Gazi’nin 1424 tarihli vakfıyesinden  aynı köy Kılcanlı Mahallesindeki caminin kendisi tarafından yaptırıldığı ve Ordu , Kurtahmetli , Boyacılı, Kumköy ve Cayvar köylerindeki arazilerinin gelirlerini bu camiye vakfettiği anlaşılmaktadır.

Taceddinoğulları daha sonra Osmanlı hakimiyetini tanıdılar. Osmanlıların bir müddet Canik(Samsun) Sancak beyliğini yaptılar. Tacettinoğulları’nın yönetim merkezi Niksar’dan sonra Ordu Köyü daha sonrada  Eskiyurt denilen bugünkü Sarıcalı mahallesi olmuştur. Daha sonra Canik Sancak Beyleri merkezden atanmaya başlayınca Taceddin oğulları’nın yöredeki etkinliği azalmıştır.

Yöre Osmanlı döneminde başlangıçtan itibaren Amasya-Tokat-Sivas merkezi etrafında kurulan Rum Beylerbeyliği(eyaleti) içinde yeralmıştır. 19.yüzyılın ikinci yarısındaki düzenleme ile Trabzon Vilayeti’ne bağlanıncaya kadar Rum, daha sonraki adıyla Sivas vilayetine bağlı kalmıştır.

Bugünkü Çarşamba ile Terme çevresi yakın zamanda onlardan ayrılarak kaza olan Salıpazarı, Ayvacık, Tekkeköy ve Asarcık 15.yy’da Canit-i Göl yada Gölcanik olarak bilinmekteydi.Tarihçi Bıjışkyan Çarşamba’nın bulunduğu yerin göl olduğu ve daha sonra nehrin yatak değiştirerek denize ulaştığı bilgisini  vermektedir. 16. asırda bu yöre Arım ve Terme kazaları olarak bilinmektedir. 1300 yıllarda kurulduğu rivayet edilen Çarşamba pazarı 1455 tarihli tahrir defterlerinde mevcuttur. Çarşamba ( ilk zamanlar söylenişi Ceharşenbe: Farsca haftanın 4.günü) günleri kurulan pazar daha sonra etrafında oluşan kasabanın ve kazanın (ilçenin) adı olacaktır. Çarşamba pazarı etrafında Hassabağçe, Kücelü, Kuştoğanlı, Sarıcalı ve Sungurlu köyleri mevcuttu. Buralar daha sonra mahalle olmuşlardır.

 Bugünkü Çarşamba, Ayvacık, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerini kapsayan alan 15.ve 16.yy’da Osmanlı Devleti’nin Canik sancağına bağlı Arım kazasını oluşturuyordu.  17.yy’da ise Arım kazası (Çarşamba’nın doğu yakası ile bir kısım Salıpazarı köyleri), Ayvacık (Çarşamba’nın Beyyenice ‘den itibaren güneybatı köyleri), Ökse( Çarşamba’nın Sarıcalı’dan başlayan kuzey batı köyleri ile Tekkeköy’ün bir kısım köyleri) kazalarının bağlı olduğu merkez kazası idi ve bu durum Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. Çarşamba Arım kazasına bağlı bir kasabadır.

Arım (Çarşamba)yöresinin Osmanlı tarihindeki önemli rollerinden biri de tersane-i amirenin bazı ihtiyaçlarının buradan karşılanmasıdır. Kereste ihtiyacının karşılanması yanında en önemli fonksiyonu, kendir üretimidir. Kendir, kenevir sapından çıkarılan lif olup gemilerin halat ve bezlerinin yapımında hammadde idi. Bu nedenle buradaki köyler “Kendir Hasları” adı altında “ocaklık” tarikiyle Tersane-i amire hizmetine bağlanmıştır. Yöredeki köylerin çoğu kendir has’ı (Has: Osmanlı toprak sisteminde padişaha ve yakınlarına ait topraklara denir.)idi.

Osmanlı döneminde Suriye, Adana, Yozgat ve Ankara üzerinden yöreye gelen Karayaka Yörük aşireti önce Araplu Köyü ve çevresine daha sonra Kurtahmetli, Allı, Köklük, Vakıf köprü,  Kumtepe köylerine yerleştiler.  Bir kısmı daha sonra Bafra’ya yerleşti. Bir kısmı da Erbaa’ya giderek Karayaka kasabasını kurdular.

Yöreye 1710 dan itibaren Hemşin’den gelen Ermeniler Sungurlu mahallesine ve yirmiye yakın köye yerleştiler.

Yöre 1750’li yıllara kadar merkezden atanan sancak beyleri tarafından yönetilmiştir. Sonra yörede etkili olan ayanlar (Ayan: güçlü ve ileri gelen kişi) idareyi ele aldılar. Önce Canikli ailesinden Canikli Süleyman Paşa, Canikli Hacı Ali Paşa, Battal Hüseyin Paşa,  Hayrettin Paşa (mezarı Rahtıvan camii haziresindedir.) ve Tayyar Paşa yöreyi yönetmiştir. Tayyar Paşa Çarşamba’da Medrese, Kütüphane, okul yaptırmıştır. Şu an Sungurlu mahallesinde Tayyar Paşa Sokağı mevcuttur. Tayyar Paşa Sadaret Kaymakamlığına kadar yükselmiştir. Tayyar Paşa’dan sonra Canikli ailesinin etkinliği azalmış ve yerine Hazinedarzadeler etkili olmuştur.

Kırımın zahire ihtiyacı çoğu zaman Çarşamba ovasından sağlanmıştır. 18.yy’ın ikinci yarısında Kırım’da savaşan askerlerin çoğu Çarşambalıdır.     

Yrd. Doç.Dr. Abdullah Bay Canik muhassıllığı için yapılan siyasi mücadeleler adlı makalesinde: Hazinedarzâde Süleyman Paşa’ya ait vakıf kayıtları incelendiğinde, ailenin çıkış yerinin ve menşeinin Çarşamba kazasındaki Kurd Ahmetlü köyü olduğu anlaşılmaktadır.

Hazinedarzâde Süleyman Bey’den önce de aile Çarşamba yöresinin nüfuzlu ailelerindendi. 1793 yılına ait bir belgeye göre, Ünye âyanından Canikli Genç Mustafa Ağa’nın mütegallibe hareketlerinin önlenmesi için “Karahisar Mütesellimi Halidzâde ve Canik sancağında Hazinedarzâde Mustafa Ağa’ya başka başka evâmir-i âliyye” gönderilmiş ve Canik muhassılı Osman Ağa yanında görevlendirilmişlerdir.

Yine Kasım 1793’te Trabzon eşkıyasının çıkardığı ayaklanmanın bastırılması için Fatsa âyanı Canikli Süleyman Paşazade Mehmed Paşa’nın oğlu Mir Ahmed Bey’in topladığı üç bin askere Hazinedarzâde Mustafa Ağa sergerde tayin edildi Süleyman Ağa’nın diğer kardeşi Hazinedarzâde Emin Ağa da eşkiyaları tenkil faaliyetlerinde görevlendirilmiştir.

Çay Mahallesini şehrin merkezi yapan ve hükümet konağını buraya getiren Süleyman Paşa’dır.

Hazinedarzade Süleyman Paşa’nın mezarı Rahtvan Camii haziresinde olduğu gibi, eşlerine, çocuklarına ve torunlarına ait mezarlar da buradadır.

Kurt Ahmetli köyü Paşa mezarlığında da Süleyman Paşa’nın eşine ve yakınlarına ait mezarlar mevcuttur. Yine aynı köyde Osman Bey adlı mera mevcuttur. Osman Paşa Çarşamba doğumludur.. Mezarı Trabzonda’dır.

1834 tarihli ilk nüfus sayım defterine baktığımızda: Çarşamba Çay mahallesinde Çarşamba ayanı devletlü Osmanpaşazade Süleyman Bey ve taifesi diye  bir bölüm mevcuttur.

Süleyman Paşa ve küçük oğlu Abdullah Paşa (mezarı İstanbul Cihangir’dedir) Çarşamba da cami yaptırmışlardır. Süleyman Paşa, Osman Paşa ve Abdullah Paşa Canik sancak yöneticiliği ve vezir rütbesiyle Trabzon eyalet valiliği yapmışlardır.  Bu dönemde Çarşamba ticarette çok gelişmiş, Canik Sancağı ve Trabzon Eyaleti Hazinedaroğulları tarafından çoğu zaman buradan yönetilmiştir. 

1826’ da Orta mahallede Rumlar tarafından iki bedestan (kapalı çarşı) yapılmıştır.

Kırım Savaşı sonrası yöreye Çarlık Rusya’sından Çerkez ve Gürcü göçü başlamış ve 1864-1869 yıllarında yoğunlaşmıştır. Daha sonraki yıllarda da siyasi amaçlı olarak Çarlık Rusya’sından yöreye Rumların göçü başlamıştır.

Aynı yıllarda salgın sıtma hastalığı ölümlere neden olmuştur. 1895’de kuraklık nedeniyle Çarşamba’da büyük bir kıtlık yaşanmıştır

20.yüzyıl başlarında bilhassa Ermeni ve Rum çeteleri yörede asayişin bozulmasına sebep oldular. Ermeniler yöreden uzaklaştırıldılar.  Yunanistan’la yapılan mübadele anlaşması ile de yöredeki Rumlarla Yunanistan’daki  Türkler yer değiştirdiler..

Hazinedarzade Osman Paşa’nın konağı 1920’de yanmış ve konakta başlayan yangın hükümet konağına da sıçramış tapu, nüfus ve diğer kayıtların çoğu yanmıştır.

1924 yılında temelini bizzat Atatürk’ün attığı Samsun Çarşamba demiryolu yapılmıştır. 1930 ‘da Atatürk Çarşamba Türkocağını ziyaretinde “ Çarşamba’da gördüğüm gençlik iftihara layıktır.” demiştir. 1931’de Yeşilırmak üzerine köprü yapılmıştır.

Yaralanılan Kaynaklar:
1.15. yy’dan 17.yy’la Samsun yöresi: Prof.Dr. Mehmet ÖZ
2. Tacüddinoğulları Beyliğinden Günümüze Açılan Pencere Ordu köyü. Emine Yılmaz     
3.Defter-i Liva-i Canik . Doç.Dr. Mehmet Yavuz Erler 
4.Samsun Yöresinde Bulunan Ahşap Camiler. Prof.Dr. Yılmaz Can
5.Canik Muhassıllığı İçin Yapılan Siyasi Mücadeleler. Yrd.Doç.Dr. Abdullah Bay
6.Rahtvan Camii Haziresindeki Mezar Taşları.     Yrd.Doç.Dr.Recep Gün
7. Ali Fuat Başgil ve Çarşamba Sempozyumu- 2010  notları. DoçDr.Osman Köse
8. Ali Fuat Başgil ve Çarşamba Sempozyumu-2010 notları. Yrd.Doç.Dr.Pelin İskender
9.Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 21. Kemal Arı
10.Ali Fuat Başgil ve Çarşamba Sempozyumu-2011 notları. Doç.Dr.İbrahimTellioğlu

 /Av. Safa TEMİZ
03.06.2011                                                                                                             
http://www.haberexpres.com.tr/carsamba-ve-cevresi-tarihi-341yy.htm

Bizim Evin Yolları

Atakum’da, Türkiş yol ayrımından, Atakum Teknik Liseye kadar ister kendi aracınızla, isterseniz belediye otobüsüyle servis yolundan küçük bir seyahat edin. Bu seyahat sizin çok da zamanınızı almayacaktır. 2 Km.lik bu hattı çok kısa bir zaman diliminde geçersiniz! Ama daha sonra, ne Samsun’u bir Büyükşehir, ne de Atakum’u bu büyükşehrin en büyük ilçesi olduğunu kabul edebilirsiniz. Böyle bir yolun, modern bir kente uygunluğu konusunda kafanızda türlü çeşitli soru işaretleri oluşur. Hatta böyle bir görüntünün sorumlusunun kim olduğunu düşünür durursunuz.

Ben bu yöndeki güzergâha biraz dikkat çekmek istiyorum. Ama, Türkiş yol ayrımından Bafra yönünde Atakent’e kadar da gitseniz bozuk, yamalı ve de bozulmuş bir asfalt kaplama manzarası değişmeyecektir. Hele yağmur ve yağışlı havalarda su birikintileri arasında bir gölcükler bölgesinden geçtiğinizi bile düşünürsünüz.

Birkaç ay önce yine Atakum’un sahil bandındaki Adnan Menderes Bulvarının da durumunun aynı olduğunu kent vitrini sayılan, üstelik Turizm iddialarının çok ca seslendirildiği bu muhteşem kumsal kenarındaki yolun da içler acısı durumda olduğunu yazmıştım. Uzunca bir zaman geçmesine rağmen göze görünür önemli bir düzelme de göremiyorum. Hem de turizm sezonuna girilmek üzere olan şu günlerde bile.

Servis yolu olarak adlandırılan bu ikinci yol öyle sıradan kuş uçmaz kervan geçmez özelliklerinde olan bir yol da değil üstelik. Üzerinde DSİ gibi, İller Bankası gibi Kamu Kurumları bölge müdürlükleri ile en az 8 adet banka şubesi, bir yüksek öğrenci yurdu, büyük bir hipermarket,  ve yoğun bir yerleşim bulunuyor. Günün ve gecenin her saatinde yoğunluğu hiç azalmayan Atakum Servis yolu her kimin kontrolünde ise üzerine vazife edinecek birinin görmesini beklemektedir. Üzerinde herhangi bir arabayla gidenlerin, araçlarının oynamayan vidası kalmadığı gibi bel ve boyun fıtığı olanların ise bu yola çıkmamaları ısrarla tavsiye olunur.

Şimdi biliyorum ki görev konusunda Karayolları, Büyükşehir veya İlçe Belediyelerinin sorumluluk sahalarında olup olmaması söz konusu edilecektir ama önemli olan bu bölgenin şah damarının çalışmasıdır.

Bugünlerde şehrin tüm yollarında müthiş bir asfalt kesme, kablo kanalı döşeme gibi insanların tamamını rahatsız eden program yürütülüyor. Nerede ne zaman olduğunu sadece yetkililerinin bildiği bir program bazı yolları zamanlı zamansız trafiğe kapatmaktadır. Kapanan yollarda mevcut yol arazlarına bir de bu çalışmalar tuz biber ekmektedir ki, şehir yaşayanları bu tür çalışmalardan illallah demişlerdir artık. Yolu bir gün Elektrik İdaresi kapatırsa, yarın Posta idaresi, öbür gün Belediye bir çalışma yapmaktadır ki ömür bitmekte, ama yol çalışmaları kesinlikle bitmemektedir. Bu çalışmaların yapıldığı yerdeki ameliyat dikişleri bir türlü iyileşmemekte, görüldüğü gibi, hatta kalıcı bile olmaktadır.    

Bazı yolların Belediyelerce önceden iyi bilinen Arnavut Kaldırımı, karo taş veya kilitli taş sistemiyle kaplanması niçin tercih edilmez anlamakta zorlanıyorum. Hem lokal olarak, onarımı daha kolay hem de bazı yollara ve semtlere özel bir karakter dahi veriyor. Bu gün bazı büyük şehirlerimizde öyle yol ve yokuşlar var ki, hala söylendiklerinde bile o özel dokulu hali öncelikle akla geliyor. Bugün İstanbul da; Arnavutköy, Çengelköy, Kuzguncukta ki birçok sokak bu sevimli kaplamalarıyla ilk anda hatırlanıyorlar.

Bölge ve yerleşim olarak Atakum İlçesi diğer yerleşimlere göre çok daha fazla dikkat çekiyor. Nüfus olarak zaten kalabalık olan ilçenin turistik amaçlı trafiği de oldukça yoğun geçiyor. Şimdi ısınan havalarla birlikte ikinci yerleşimlerin de gidiş gelişleri başlayınca Atakent ten başlayarak Taflan da dâhil olmak üzere bir feryadı figan da oralardan yükselecek. Zira kış şartlarından hırpalanarak çıkan bu semtlerin ana arterleri gibi ara sokaklarında da müthiş yol ve kaplama bozulma sorunları var. Bu günden itibaren yapılacak tespitlerin behemehâl halli, biraz zorunluluğa dönüşecek.

Haydi bakalım Metin Başkan, şimdi senin yollara düşme zamanındır. Öncelikle aylar önce de sözünü ettiğimiz Adnan Menderesin bulvarından başlayarak, şu yol kaplamalarına bir öncelik ver de MODERN ve MUTENA ATAKUM farkını hep birlikte yaşayalım.

İyi Haftalar.
03.06.2011
/Sacit ACAR

2 Haziran 2011 Perşembe

Samsun Öğretmen Zirvesi

Canik Belediyesi'nin katkılarıyla 28 Mayıs 2011 Cumartesi günü Canik Kültür Merkezi'nde SAGEDER (Samsun Gönüllü Eğitimciler Derneği) ile İGEDER(İstanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği)'nin ortaklaşa düzenledikleri "Samsun Öğretmen Zirvesi" gerçekleştirilmiştir.
           
 Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi'nden Prof.Dr. Sn. Selahattin Turan ile İstanbul'dan eğitimci Sn. Muhammet Yılmaz'ın konuşmacı olarak katıldığı konferans eğitimcilerin katılımı ile gerçekleşmiştir.
             
Sn. Turan konuşmasında "eğitimimizin vizyonu" üzerinde yoğunlaşarak Avrupa'dan, ABD ve Japonya'dan örnekler vererek geleceğe yönelik görüşlerini çoğunluğunu eğitimcilerin oluşturduğu dinleyicileriyle paylaşmıştır.
Eğitimci Sn. Yılmaz ise "öğretmen-öğrenci iletişimi" üzerinde durarak eğitim için önemine vurgu yapmıştır.
            
Konferansta işlenen konular aslında eğitimimizin sorun alanlarındandır. Hızla değişen ve küreselleşen dünyamızda değil eğitimin, ulusların –devletlerin bile vizyonları kırılmaya uğramakta, bazı topluluklar ve milletler daha başka milletlere malzeme yapılmaya çalışılmaktadır.
            
Artık eğitimde vizyon uzanımını on yıllarla ifade etmek mümkün olmamaktadır. Türkiye'nin partiler ve şahıslarüstü bir eğitim vizyonu oluşma zamanı çoktan geçiyor. Hitler, Kavgam adlı kitabında " en büyük savunma taarruzdur" demiştir. Burada oluşması gereken vizyonun saldırgan olması için yol göstermiyoruz. Ancak birilerine göre yani, göreceli olmasını arzu etmediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Türkiye'nin tarihi misyonuna, bölgesel ve dünya fonksiyonuna paralel, dışlayıcı ya da saldırgan değil fakat, kuşatıcı olmasını istiyoruz. İlle de zaman açısından bir şey söylemek gerekirse o da " devlet ebed müddetle"  özdeşleşecek şekilde olmalıdır.

Azıcık başını kaldırıp dünyayı okuyan, okuyabilen herkes bilir ki, Batı eğitimi kendisini dönüştüremiyor. Batı’nın şu andaki durumu bugünün değil, temelleri yüzlerce yıl önce atılmış bir birikimin ve deneyimin ürünüdür.
Devletler bir anda yıkılmaz, bir anda yükselmez.

İlk bakışta Kanuni dönemi, Osmanlı’nın doruk noktasıdır. Tarihçiler, bu dönemi aynı zamanda Osmanlı'nın yıkılışının başlangıcı olarak kabul ederler. Hatta merhum N.Fazıl Kanuni için, "doruktaki cüce" demiştir. Şunu ifade etmek istiyoruz: Batı’nın eğitimi, Türkiye’nin gelecek vizyonu için referans olamaz, olmamalıdır da…
            
Başarılı ve yararlı olduğuna inandığımız "Samsun Öğretmen Zirvesi'ni" daha başka konularda tekrarlanması dileğiyle selam ve saygılar…

02.06.2011
/H. Mustafa GENÇ