25 Şubat 2019 Pazartesi

Oyunu Rakip Sahada Kurmak Ya da...



İstanbul’da Beşiktaş saldırısının ardından gelen Kayseri saldırısı yine içimizi yaktı. Şehitlerimize rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Katiller ve arkasındaki güçleri lanetliyorum. Bu vesile ile yapmış olduğum analizi siz değerli dostlarımla / okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Bugünü anlamak için biraz geriye gitmemiz, tarihe bakmamız gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden 100 yıl geçti. Osmanlı'ya dayatılan Sevr Antlaşmasında güneyimizde (dindaşımız Müslümanlarla bağımızı kesmek için) sınır boyunca bir Kürdistan, doğumuzda da (soydaşlarımız Türklerle bağımızı kesmek için) bir Ermenistan öngörülüyordu. Batımız Batılı ülkelerle zaten kuşatılmıştı. Hedeflenen; Batının kontrolünde küçük ve izole edilmiş bir Türk toprağıydı.

Kurtuluş Savaşı ve Lozan'ın ardından Sevr'in tarihe gömüldüğünü sanmıştık. Öyle zannedildi/zannettirildi. Bu arada Sovyetler Birliği ortaya çıktı. “Yaşasın halkların kardeşliği” nidaları arasında sınırımızdaki (Ahıskalılar) ve Karadeniz’in karşı kıyısındaki (Kırım Tatarı) Türkler sürgün edilerek bunlarla Anadolu’nun teması kesilirken, doğumuzda Ermenistan kuruldu. Nahcivan bizden tarafta kalsa da aradan hançer gibi bir Ermeni kuyruğu kuzeyden güneye uzatılıp İran sınırı ile birleştirildi. İran zaten ezelî düşmanlığından ötürü bize geçit vermezdi. Böylece  doğu sınırlarımızda işlem tamamdı.

Yıllar sonra 2000'li yıllara gelindiğinde bile 50 km genişliğindeki Ermenistan toprağını geçemediğimiz için Azerbaycan ile aramızda inşa edilen petrol boru hattı (BTC) daha kuzeyden dolaştırılarak ve yol uzatılarak Gürcistan üzerinden geçirildi. Yeni inşa edilmekte olan demiryolunun güzergahı da yine kestirmeden Nahçivan-Azerbaycan üzerinden değil, kuzeyden Gürcistan üzerinden oldu. Türk Cumhuriyetlerinden Türkiye'ye gelecek enerji (boru) hatları ve demiryolu Gürcistan'la iyi geçinmemize bağlıydı. Gürcistan'la iyi geçinmek demek (arkasındaki açık devletler / Batılı ülkeler) ve (derin devlet / Rusya ile) iyi geçinmek, denileni kabul etmek, asla onların aleyhine bizim lehimize olacak bir maceraya girmemek demekti. Yani Türk Cumhuriyetleri ile her türlü ilişkimiz Batı ya da Rusya'nın kontrolünde ve onların izin verdiği kadardır. Hatırlayın tıpkı Suriye’de Esat’la olduğu gibi, Gürcistan’da da Şarkaşvili ile dost olmuştuk ve neredeyse aradan sınır kalkacaktı. Rusya Gürcistan’a girdi ve BTC Boru Hattı üzerinde yaptığı basın açıklaması ile mesajını verdi. O günden beri Rusya’nın izin verdiği kadar diyaloğumuz devam ediyor, onun izin verdiği kadar Azerbaycan’a, Kafkaslara ve daha ilerisine geçiş yapabiliyoruz. Gürcistan’la eski samimiyetin yerinde yeller esiyor.

Ve günümüze geldik. Doğuda biten, Güneyimizde yarım kalan işlemin tamamlanması için Düvel-i Muazzama tarafından düğmeye basıldı. Savaş, kargaşa, kaos derken güney sınırımız boyunca (100 yıl önce planlanan ve yarım kalan) Kürdistan için harekete geçildi. Tıpkı Gürcistan'daki gibi küfür tek millet. Güneyimizden kuşatma projesinde Batı bir yanda Rusya diğer yanda ağlarını örmekteler.

Güneye (Ortadoğu'ya, Arabistan'a, Afrika'ya) inmek (kutsal topraklara özgürce gidebilmek de buna dahil) en azından bir koridora ihtiyacımız var. Bu bile bize çok görülüyor. Orta Asya Türklerine ulaşmak için nasıl (50 km genişliğindeki Ermeni toprakları Çin Seddinden beter aşılmaz bir duvar olup) Gürcistan'a muhtaçsak (hıristiyan bir ülkedir ve çıkarlarımız çatıştığında elbette ki bizden yana olmayacak), Müslümanlara, İslam ülkelerine, ulaşmak için de yarın bizi Kürtlere (ya da o zaman geldiğinde, cetvelle çizip adını ne koyacaklarsa, o devlete) muhtaç hale getirecekler.

Velhasıl herkesin bildiği futbol maçı örneğinden hareketle; ya oyunu rakip sahada kuracak ve saldırıları en azından orta sahada karşılayıp hücuma geçecek, gol atacak ve galip geleceğiz. Ya da düşmanı sınırda  (defansta / kale çizgisi civarında) kabul edip 90 dakika (önümüzdeki 50-100 yıl) boyunca (eyvah gol yedik / yiyeceğiz / hakem penaltı verdi verecek) diye ölüp ölüp dirileceğiz. Bugün bir kısım medya, muhalefet, kişi ve kurumların “aman kendi sahamızdan çıkmayalım” (başka ülkelerin taprakarında ne işimiz var) mantığı / taktiği ile peş peşe gelen hücumlar karşısında kendi yeri sahamızı savunabilir miyiz? İçe kapanma ve savunmayı sınırlarımıza çekme lüksümüz var mıdır? Bütün bu olanlara ve olacak olanlara razı olabilir miyiz? Bütün bunları bile bile ne işimiz var Suriye’de, Irak’ta diyebilir miyiz?

Şu anda düşmanlarımız kale çizgimiz civarında, yani ceza sahamızda at koşturuyor, bombalarla donattıkları uşaklarını aramızda dolaştırıyorlar. Bütün hakemler onlardan yana, haklı olduğumuz pozisyonda bile aleyhimize düdük çalıyorlar. Mutlaka yenilmemizi istiyorlar. Bulundukları ligde bile olmamızı çekemiyorlar. Sahada galip gelsek masada üstümüzü çiziyorlar. Gol yiyip mağlup olmamız bizim esaretimiz ve ülkemizin mahvolması demek. Bu topu (belayı) kendi ceza sahamızdan (topraklarımızdan) uzak tutmalı, asla kendi yeri sahamıza yaklaştırmamalıyız. Oyunu rakip sahada kurmalı orta sahayı geçmelerine izin vermemeliyiz. En iyi savunma hücumdur düsturu gereği oyunu kurallarına göre oynamalı, düşmanı vatanımızdan uzak (rakip sahada)  tutmalıyız.

Bunun için elbette birlik beraberliğe ihtiyacımız var. Çünkü takım olmalı, takım oyunu oynamalıyız. Yöneticilerimiz bir teknik direktör edasıyla oyunu iyi okumalı, taktik üstünlüğü kaybetmemeli. Futbolcular (askerimiz/polisimiz) antremanlı olmalı ve sahada iyi yer tutmalı, rakibe pozisyon vermemeli, gerektiğinde rakibi rakip sahada, o da olmazsa orta sahada kesin yere sermeli, asla ve kat’a kalemize (vatanımıza) yaklaştırmamalıyız. Seyircimiz, yani bütün millet olarak bizler de tedbiri elden bırakmamalı, bunun bir millî maç olduğunu bilmeli, hep birlikte bütün tribünler; vatan bir, bayrak bir, dil bir, ezan bir nidalarıyla aynı tezahüratı haykırmalı, sonsuza kadar desteğimizin takımımızla birlikte olduğunu dosta düşmana hissettirmeliyiz.

Düşman kendisi gelmiyor, kiralık /besleme futbolculardan (teröristlerden / paralı askerlerden) oluşan takımı sahaya sürmüş. Bu takımı yensek bile düşmanlarımızın daha sonra başka takımları sahaya sürebileceğini, bu arada hakemlerle de anlaşabileceğini, kurada bile hile yapabileceğini bilmeli,  kurulan her masada olmalı, tedbiri elden bırakmamalıyız. Kısacası, bu coğrafyada kıyamete kadar varolmak istiyorsak bütün dünyanın bildiği bu oyunu iyi oynamalıyız. Bırakın mağlup olmayı, yenilgiyi aklımıza bile getirmemeliyiz. Çünkü biz millet olarak tribünlerde maçı kendi gözlerimizle seyrediyor olsak da bir buçuk milyar insan dışarıdan bizi izliyor, kalpleri bizim için atıyor. Biz kazanırsak onlar kazanacak, biz kaybedersek onlar da kaybedecek. Sorumluluğumuz çok, çok büyük. Bu bayrak yere düşerse başka kaldıracak yok. Bize birşey olmaz demeyelim, gaflet uykusundan uyanalım. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu gider ayak bayrağı bize devretse de, 400 yıllık hakimiyetin ardından Endülüs Emevilerinden bugün İspanya’da tek bir Müslüman Arap’ın kalmamış olması gerçeğini asla ve asla unutmayalım. Allah yâr ve yardımcımız olsun, devletimize milletimize zeval vermesin.

Prof. Dr. Cevdet YILMAZ
19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi
18.12.2016

24 Şubat 2019 Pazar

Kitap ve İnternet


Önceki yazımızda kitabın önemi ve Samsun’da okul kütüphaneleri ve bunların içinde Samsun’a ait “Samsun Kitapları” bölümü olması gerektiğinden bahsetmiştik. Kitap ve internet ilişkisinden bahsederek konuya devam edelim.

Kitap ve kitabın önemi tartışılmaz. Ama Türkiye’de tartışılıyor. Cumhurbaşkanımız Külliye’de 4,5 milyon ciltlik kütüphanenin ardından İstanbul Rami’de 5 milyon ciltlik kütüphanenin müjdesini verirken Türkiye genelinde maalesef bu gayret bir karşılık bulmuyor. Topladıkları vergi ve oluşturdukları bütçe içinde kültür fonu olmasına rağmen belediyelerin çok azı dışında (ki onları tebrik ve takdir ediyorum) kültür ve kütüphane işiyle ilgilenen yok gibi.

Gerekçeleri de hazır; “kitaba, kütüphaneye ne gerek var, her şey internette mevcut”. “Kitap okuyan mı kaldı? Gençler okumayı sevmiyor”. Bunun gibi daha ne bahaneler… Reklam içeren sabun köpüğü dergi ve televizyon programlarına ayırdıkları kaynağın yüzde birini bile kalıcı olan kitaba ayırmıyorlar.

Türkiye genelinde belediyelerin internet sayfalarına giriniz, çoğunluğunda birbirinin kopyası olan yüzeysel bilgilerden başka şey bulamazsınız. Madem kitabın önemi yok, o halde belediyeler internet sayfalarında gerekli bilgiyi bulundursalar ya! Anlayamadıkları şu; bilimsel ve kültürel yayınlara destek olup kendi yöreleri ile ilgili araştırmaları desteklediklerinde ve yapılan bilimsel çalışmaların yayınlanmasına katkıda bulunduklarında hem yönettikleri yerin özelliklerini öğrenecekler hem de bu bilgilerden projeksiyon yaparak geleceğe yönelik planlamalarda faydalanacaklar. Bu arada ortaya çıkan bilgi ve belgeleri internet sayfalarında yayınlayarak yereli önceleyen okul ödevlerinde gençlerin başvuru sayfası olacaklarından yeni nesil ile daha kolay iletişim kuracaklar. Ne böyle bir fırsatın varlığından haberdarlar, ne de böyle bir altyapıya ihtiyaç duyuyorlar. Hatırlatmanız durumunda da “bunda ne menfaat var” gözüyle burun kıvırıyorlar. Neticede öne çıkan; varsa yoksa rant, ihale, imar plan tadilatı vd öncelikli (!) konular.

Şimdi tarihe bir bakalım; Moğollar geldi Bağdat kütüphanelerini yok ettiler. İslam dünyası hafızasını kaybetti, büyük bir çöküş yaşadı. Bu olay tarihte oldu bitti derken Amerikalılar Irak’a girdi önce kütüphane ve müzeleri yağmaladılar. Fakat aynı ABD’liler dünyadaki tüm yayınları topluyor ve kütüphanelerinde arşivliyorlar. Dertleri ne? Onlarda internet yok mu?!

Bizde ise kitap ve yayının önemi maalesef ihmal ediliyor; bilerek ya da bilmeyerek, gaflet ve delalet, belki de hıyanet neticesi kitap düşmanlığı almış başını gidiyor. Niçin böyle yapıyorsunuz denildiğinde kâğıt israfından bahisle “internette var” deniyor. Bilginin internette olabilmesi için birilerinin bu bilgiyi internete koymak zorunda olduğunu, bunun için de ilgili kişilere belediyelerin kaynaklarından destek sağlama görevini bir türlü kavrayamıyorlar.

Şimdi soruyorum; ey kitabı önemsiz görenler, araştırma ve yayına gerekli desteği vermeyenler, (bir kısmı istisna, onları tebrik ediyorum, çoğunluğu için ise rahatlıkla söyleyebilirim), “ey kitapsız belediyeler”; sizin kültürle ilgili bir kaygınız yok mu, bilgiye ihtiyacınız yok mu? Herşeyi internete havale edince çocuklar nasıl internetin başından kalksın da kitap okusun, çevreyi algılasın, düşünsün, tartışsın, bilgiye farklı kaynaklardan ulaşmayı öğrensin?
Ey yaşadığı yeri merak etmeyen, araştırılması için gerekli desteği esirgeyen yerel yöneticiler; “internetin fişi sizin elinizde mi?” Adamlar yarın internetin fişini çektiklerinde halimiz nice olacak? Daha şimdiden birçok önemli sitenin paralı hale geldiğini görmüyor musunuz? Bilginin para demek olduğunu hâlâ anlamadınız mı?

Bugün mevcut imkanlara rağmen paralı olan bilgi yarın senin üretmediğin bilgi olarak fiyatı ne olacak? Paramız yetecek mi? Dahası ihtiyaç duyduğunuz bilgiye ulaşmak istediğimizde “ilgili internet adresine erişiminiz engellenmiştir” yazısı karşımıza çıktığında halimiz ne olacak?

Tekrar soruyorum; internetin fişi bizim elimizde mi ki, kitaba alternatif olarak sürekli interneti adres gösteriyorsunuz? Adamlar yarın interneti bizim erişimimize kapattıklarında bunun Moğolların Bağdat kütüphanelerindeki kitapları yok etmelerinde farkı ne? Öyle de kitapsız kaldık, böyle de kitapsız kalacağız.

Bu konuda o kadar çok söylenecek söz var ki… Lakin kime ne anlatacaksınız. Ne demiş Mevlâna; “anlayışlı bir yârin/dostun hasretinden öldüm”.

/Cevdet YILMAZ
24 Şubat 2019

22 Şubat 2019 Cuma

Samsun'da Her Okula Bir Samsun Kitaplığı


TÜYAP Beşinci Karadeniz Kitap Fuarı nedeniyle Samsun kültürel anlamda güzel bir hafta geçiriyor. Çok sayıda yayınevi yüzlerce çeşit kitabını sergileyerek okuyucularla buluşturuyor. Kimi gönüllü, kimi zorunlu olarak öğrenciler de gruplar halinde fuarı ziyaret ediyorlar. Büyükler çok talep göstermese de öğrenci yoğunluğu fuara canlılık katıyor. Biz de bu fuar vesilesiyle Samsun, okul, kütüphane, kitap ve öğrenci ilişkisi üzerinde birkaç kelam edelim istedik.

Samsun’da hemen hemen bütün okullarımızda bir okul kitaplığı var. Var da, acaba nasıllar? Müsaadenizle bir göz atalım;

Bunlar genellikle ya bodrum katında ya da izbe bir yerde. Nedeni ise sınıf ihtiyacı. Normal havadar ve ferah katlar sınıf olarak ayrılınca kütüphane yapacak yer kalmıyor. Zemin katlardaki sığınak olması gereken yerler bazen kütüphane oluveriyor. Lafı uzatmaya gerek yok. Bunu şunun için söylüyorum; okul kütüphanelerimizin albenisi yok, sevimliliği yok, içaçıcı değiller. Hiçbir öğrencinin boş vaktinde aman kütüphaneye gideyim, orası güzel, vaktimi orada kitaplar arasında geçireyim demesi mümkün değil.

Öğrencilerin boş vakti yok. Servisle gelip, servisle gidiyorlar. Boş geçen derse de gürültü yapmasınlar diye müdür birini, misal nöbetçi öğretmeni görevlendiriyor. 10 Dakika teneffüsün neresinde öğrenci kütüphaneye gidecek? Demem o ki okulda kütüphane var, öğrenci var, öğrencinin kütüphaneye gidecek zaman aralığı yok. Kütüphaneler boş ve loş.

Okulda kütüphane var, lâkin aman Allah’ım ne kütüphane! Fî tarihinde gazetelerin verdiği 20-30 ciltlik ansiklopediler baş köşede. Kimse açıp bakmadığı için toz ve örümcek bağlamış. Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ne kadar ıvır zıvır kitap varsa kütüphanede. Çünkü seçicilik yok, zaten kim, hangi kitabı seçecek ki? Üzerinde mutabık olduğumuz 100 Temel Eser’in bile cılkı çıkmış, özetin özeti olmuş. Bazı yayınevleri de kendi kitaplarının üzerine 100 Temel eser yazarak okullara sızma yoluna gitmiş. Geri kalanı evden atılan ve geri dönüşüme gitmesi gerekenler. Bu arada hazırlık test kitapları baş köşede, zaten en çok ilgi görenler de onlar.

Okullarımızdaki kütüphaneler asla kütüphane değil, rafları kitapla dolu “kitaplık” o kadar. Hemen hiçbirinde konulara göre bir tasnif yok. Hangi yaş grubuna hitap ettikleri de belli değil. Ne işe yarıyor derseniz “kütüphane” kavramını daha hayatın başında gençlerin kafasında bitiriyor. Okul kütüphanesine bir kere giden gencin, ileri hayatında bir kütüphaneyi merak etmesi ve ondan yararlanmayı düşünmesi bizce mümkün değil.

Bu kadar eleştiriden sonra yine de istiyoruz ki başta yaşadığımız Samsun şehri olmak üzere, her okulumuzda mevcut okul kitaplıklarının bir bölümü o il’e ait olsun. Millî Eğitim’in müfredatında zaten yaşanılan ilin tanıtılmasına yönelik tavsiyeler var. Fakat okul müfredat kitapları ülke genelinde tek tip hazırlandığı için yerel özellikler ihmal ediliyor. Yerel bilgi öğretmenin insafına bırakılmış. Peki öğretmenlerin bizzat kendileri başta olmak üzere, ödev verdiklerinde yaşanılan/bulunulan il, ilçe veya şehir ve kasabaya ait bilgiler nereden temin edilecek? İşte o yok. Okul kütüphanesinde o şehre ait birkaç kitap varsa bile diğerlerinin arasında kaybolup gitmiş. Kütüphanede bir düzen yok ki, onu da kim arayıp bulacak?

Gerek bu ihtiyacın kolay yoldan giderilmesi, gerekse öğretmen ve öğrencilerin yaşadıkları yer hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmaları ve bu yönde meraklarının giderilmesi için okul kütüphanelerinde mutlaka ayrı bir bölüm/kitaplık/raf olmalıdır.  Kendi adıma ben bunu Samsun’da Atakum Anadolu Lisesi ve 19 Mayıs Anadolu Lisesi’nde idarecilerimizin de desteğiyle yapmaya çalıştım. Umarım devamı gelir ve çocuklarımız yaşadıkları yerin farkına varırlar. 

O halde Samsun için sloganımız “Samsun’da her okula bir Samsun Kitaplığı” olsun. Resmî kurumlar, belediyeler, veliler ve öğrencilerin desteği ile bu kitaplıkları zenginleştirelim. En azından yaşadığımız şehri bu yolla tanıyalım. Tanırsak sever, seversek bu şehirde yaşar ve nihayet“gerçek Samsunlu” oluruz.

/Cevdet YILMAZ
22 Şubat 2019

9 Şubat 2019 Cumartesi

Türkiye'de Şehirlerin Yatay Büyümesi Mümkün Mü?


Türkiye’de hızlı kentleşmeden kaynaklanan çok önemli bir şehircilik problemimiz var. Batı ülkelerinde Sanayi Devrimi’yle birlikte kentlerde endüstrinin gelişmesi ve artan işgücü talebine bağlı olarak kırdan yavaş yavaş çekilen nüfus kayda değer bir sorun oluşturmazken bizde böyle olmadı. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, şehirlerimiz sanayiden ziyade hizmet sektörünün ihtiyacı ve altyapı inşaa faaliyetleriyle kırdan nüfus çekmeye başlamıştır.

Özellikle 1950’li yıllardan itibaren kırdan kente yoğun göç dalgası ile karşı karşıya kalan şehirlerimiz hızlı ve plansız büyümüşler, üretilen konut miktarı gelenlerin taleplerini karşılayamayınca büyük şehirlerimiz kısa zamanda gecekondularla çevrilmiştir. Yıllar geçmiş konut sorunu çözülememiş, fakat şehirleri kuşatan gecekondular imar aflarıyla yasal hale getirilmiştir.

Her imar affı kaçak yapılaşmayı körüklemiş, plansız kentleşme ve gecekondulaşma altyapısı olmayan yüksek binaları teşvik etmiş, ardarda gelen depremler bu sağlıksız kentleşmeyi yüzümüze çarpsa da, nihayet birkaç gün önce İstanbul Kartal’daki binanın çöküşünde olduğu gibi ders almak mümkün olmamıştır.

İşte tam bu süreçte Cumhurbaşkanımızın geçen yıl verdiği beyanatın devamı olarak  Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesi doğrultusunda bir açıklama yapmış ve bundan böyle Türkiye kentlerinin dikey değil, yatay büyüyeceğini belirtmiştir.

Peki bu mümkün mü? Hadi tartışalım…

Türkiye'nin arazi varlığı yatay mimariye uygun değildir. Türkiye’deki şehirlerin büyük kısmı (neredeyse tamamı) tarımdan geçiş yapmıştır. Yani önce köy, sonra kasaba, sonra şehir olmuştur. Seydişehir, Aliağa gibi istisnalar hariç doğrudan sanayi kurulduktan sonra gelişen şehir sayısı çok azdır, bunlara belki birkaç tane de maden şehri eklenebilir. Geri kalanlar tarımsal üretim, sonra pazar, sonra şehir haline gelmiştir. Bu nedenle hemen yakınımızdaki Bafra ve Çarşamba örneğinden hareketle Adana, Konya, Manisa, Eskişehir, Adapazarı, Düzce, Bolu, Salihli, Turgutlu ve daha nice şehirlerimiz ovaların merkezinde kurulmuş ve tarımsal verimliliği yüksek topraklar üzerinde genişlemiştir.

Bu tespitler doğrultusunda bu tür şehirlerde yatay büyüme nasıl ve nereye doğru olacaktır? Cevap; çevredeki tarım alanlarına doğru. Yani şehir ne kadar yatay büyürse o kadar tarım alanı işgal edilecek. Eeee, peki hani tarım alanlarını koruma altına almıştık? Hani sanayiye bile açmayacaktık?

Coğrafya bilim insanı olarak hatırlatalım istedik; Türkiye yaklaşık 780.000 km2 yüzölçümüne sahiptir. Bunun ancak 250.000 km2si yani üçte biri tarıma elverişlidir. Bu alanın da yarısından fazlası eğim, iklim şartları vb nedenlerle sulamalı, makineli modern tarıma uygun değildir. Türkiye toplam yüzölçümünün üçte ikisi yani geri kalan arazimiz dağlık, engebelik, ormanlık vd tarım dışı arazilerden oluşmaktadır.

Diyoruz ki; mevcut şehirlerimizin çok büyük kısmı tarım arazilerinin merkezlerine kurulduklarına göre bunların yatay yönde büyümesi demek en verimli tarım arazilerimizin şehirler tarafından işgal edilmesi demektir.  Karadeniz, Akdeniz ve Ege sahilleri boyunca uzanan şehirlerin yatay yönde nereye doğru gelişeceğini sormuyorum bile.  Bu yüzden 10-15 katlı binalar olmasın ama 4-5 kat da olsa şehirlerimiz daha dar alanda ve dikey olarak gelişmelidir.

Burada şunu hemen belirtelim ki; yatay yapılaşma olmamalı, insanlar tek tatlı bahçeli evlerde oturmamalı diye bir derdimiz yok. Keşke şehirlerimiz merkezi iş alanları dışında Batı ülkelerinde olduğu gibi bahçeli evlerden meydana gelse.  Bizim derdimiz; “topraklarımız kıt ve bu kıt arazilerimizi yatay yönde büyüyen şehirlere kurban etmeyelim. O kadar bol toprağımız yok”.

Bu konu başka nasıl anlatılabilir? Yöneticilerimize danışmanlık yapanların hiç mi Coğrafya bilgisi yok? Hiç mi Türkiye Coğrafyasını tanımıyorlar? Yoksa Amerikalarda tahsil gördüler de Türkiye'yi de ABD gibi 10 milyon km2 alana sahip, milyonlarca km2 düz toprakları olan bir yer mi zannediyorlar?

/Cevdet YILMAZ
09 Şubat 2019

1 Şubat 2019 Cuma

Osmanlıdan Miras; Batıya Kıyak, Bize Zulüm


Ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri vardır; madenleri, enerji kaynakları, toprakları, suları, güneşi, denizi gibi. Bir de beşerî sermayesi vardır; iyi yetişmiş ve nitelikli insan gücü gibi.

Bir ülke ne kadar yeraltı ve yerüstü zenginliğine sahip olursa olsun onu işleyecek, mamul ve mahsule dönüştürecek yetişmiş insan gücü (bilim insanı, teknisyeni, mühendisi) yoksa o ülkenin kalkınması ve gelişmesi mümkün değildir. Bir kısım petrol ve değerli maden zengini Arap ve Afrika ülkeleri gibi.

Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri kıt olsa da yetişmiş insan gücü olan ülkeler ise dışarıdan aldıkları hammaddeyi işleyerek hem kendi ihtiyaçlarını karşılayabilirler hem de ihracat yaparak zenginliklerine zenginlik katabilirler; Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi. Hele hele, Steve Jobs ya da Bill Gates gibi zekâ ve becerileriyle tek başlarına ülkelerine yüz milyarlarca dolar kazandıran dehaları dikkate alırsak beşerî sermayenin önemi daha net görülecektir.

Girizgahtan anlaşılacağı üzere ülkeler ne kadar yeraltı ve yerüstü zenginliğe sahip olurlarsa olsunlar, günümüz dünyasında yetişmiş insan gücünün, yani beşerî sermayenin önemi tartışılmaz.

Osmanlının yükselme dönemine baktığımızda beşerî sermayeye verilen önem hemen dikkati çekmektedir. Bizzat Fatih Sultan Mehmet’in Orta Asya’dan bilim insanı Ali Kuşçu’yu, Bizans’tan Macar asıllı mühendis Urban’ı transfer etmesi buna örnektir.

Atalarımız dünyanın neresinde olursa olsun yetişmiş insan gücünü bulup transfer etmekle kalmamıştır. Onlar sadece kendi toprakları üzerinde değil, komşu topraklardan bile zeki, akıllı çocukları bulup, İstanbul’a getirip eğiterek bunlardan faydalanma hususunda bugün bile dünyaya parmak ısırtan bir sistemi kurup geliştirmişlerdir. Geçmişte eşine az rastlanır bu uygulamanın adı “Devşirme Sistemi”dir.

İşe yarayacağı düşünülen, gelecek vadeden çocukları al, eğit, yönetici, bilim insanı yap, ülkeye hizmet etsinler. Devlet hizmetinde başarı gösterdikçe taltif et, yükselt. Başarısız olduklarında yerlerine iyilerini tayin et, ihanetleri görüldüğünde ise azlet.

Devşirme sistemi hakkındaki bilgilere internet ortamından kolayca ulaşmak mümkün olduğundan konunun ayrıntısına girmeyeceğim. Bu makalede dikkat çekmeye çalıştığımız husus; “devşirme sisteminin bugün dünyada bütün hızı ile devam ettiği, fakat bundan artık biz değil, gelişmiş Batılı ülkelerin faydalanmakta olduğu gerçeği”dir.

Başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkeler yetişmiş insan gücümüzü (yetişmelerinde hiçbir masrafa girmeden) var güçleriyle devşiriyorlar. Gelecek vadeden zeki ve akıllı çocuklarımızı alıp gidiyorlar. Osmanlı gibi, ülke ülke dolaşmalarına bile gerek yok, öyle bir sistem kurmuşlar ki, bizzat biz elimizle teslim ediyoruz. Nasıl mı?

Malum olduğu üzere, devşirme amacıyla Balkanları dolaşan Osmanlı askerlerine Sırplar, Rumlar ve diğer nice milletler çocuklarını seve seve teslim ederlermiş. Bunları tarih kitaplarında okuyunca “olur mu öyle şey, niye çocuklarını düşmanları olan Osmanlıya teslim etsinler ki” diye siz de benim gibi inanmak istememiş olabilirsiniz. Bugün yabancı kolejlerin sınavlarına girmek ve o okullara kabul edilmek, ya da yurtdışında bir okulda burslu ya da burssuz okuyabilmek için neler verdiğimizi, kaç takla attığımızı bir düşünün bakalım, fark var mı? Üstelik Osmanlı sisteminde paşa olmak, vezir ve sadrazam olmak, padişaha damat olmak vardı. Peki bugün bizler çocuklarımızı teslim ederken, üstüne para ve bütün servetimizi vermeyi taahhüt ederken beklentimiz ne? 

Önce yüksek lisans ya da doktora yapmaya gönderdiğimiz genç bilim insanlarımızın büyük kısmını kaybettik. Ardından üniversite sınavlarında ilk 1000’e girenleri kaptırmaya başladık. Şimdi ortaöğretim kurumları sınavlarında dereceye girenleri kaptırıyoruz. Bununla kalınsa yine iyi. Daha ilkokul sıralarındayken çeşitli kurum ve kuruluşlar bedava ders ve dershane, parasız eğitim, burs ve proje maskesi altında okullarımızı ziyaret ediyorlar, uyduruk sınavlar yapıp tespit ettikleri çocukları kamplara alıyorlar. Öyle şeyler vadediyorlar ki; “çocuklarınız iyi bir tatil yapacak, yabancı dil öğrenecekler, çok güzel zaman geçirecekler…”. Zehiri altın tasta sunuyorlar. Aileler bilinçli değilse bu güzel teklife hayır demeleri ne mümkün.

Bu değirmene bilerek ya da bilmeyerek su taşıyan ailelerin beklentileri ne? “Biz sürünüyoruz, aman çocuklarımız kendilerini kurtarsın”. Böylece artık “bize değil, düşmanlarımıza hizmet eden, devşirme sistemi”nin taşları döşenmeye başlıyor.

Kimden, neden kurtulacaklar, aileler göz göre göre biricik evlatlarını bu sisteme nasıl ve niçin kurban ediyorlar? Ömürlerinin son zamanlarında bile yanlarında olmayacaklarını göre göre çocuklarının taa Amerikalara gidip oralara yerleşmelerine, yabancılarla evlenmelerine nasıl razı oluyorlar? Bu ülke için bunun ne kadar büyük bir kayıp olduğunu görmeden ve düşünmeden, vatanları ve kendileri adına bu kayıpları nasıl büyük bir gururla içlerine sindirebiliyorlar? Biz bu işin neresindeyiz, devlet ve kurumlar neresinde?

(“Devşirenler”, “Devşirilenler” ve “Devşirilmişlerin Devşirme  Çabaları” ile devam edecek).

/Cevdet YILMAZ
01 Şubat 2019