3 Ocak 2014 Cuma

Sıddık Akbayır ile Söyleşi-2a


Söyleşi: İskender  Cüre
Yer:   Samsun, Kent Kitabevi 
Zaman: 19.02.2007, Saat: 17. 30- 19. 00 arası

Hocam,  öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz, bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

Benim adıma da ‘dolu’ geçecek bir zaman…   Bu nedenle ben de sana teşekkür ediyorum.

Edebiyata ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?

Edebiyata ilgim ilkokulda başladı. İlkokul öğretmenim Aynur Somuncu, sözel yönü ağır basan, kültür ve sanatla ilgili bir öğretmendi. (Görüyorsunuz, herkes gibi ben de aradan 30 yılı aşkın bir süre geçmesine karşın,  ilkokul öğretmenimin adını unutmuş, unutabilmiş değilim.) O zamanlar yayımlanan Yavrutürk diye bir çocuk dergisi vardı. Orada yayımlanan 4-5 şiirim oldu. Ardından TRT’deki Çocuk Saati’nde birkaç metnim okundu. İlkokul 5. sınıftaki adım ‘şair’di. Ben de Cahit Zarifoğlu gibi ‘Klasik müzik başlar başlamaz kapatılan radyoların yanında büyüdüm.’ Bir de ‘günah’ diye televizyonun girmediği bir evde büyüdüğümü söylemeliyim.  90 yaşında vefat eden babaannemin bu ilkesine hep saygı duyduk. Yani, bir anlamda kitap okumam için uygun bir ortam vardı. Gerçi, sabah okulda herkes akşam televizyonda neler vardı üzerine sohbet ederken ben hep dışarıda kalıyordum ya…

Edebiyata ilgim, ortaokulda da devam etti.  Erzurum Lisesi’nde öğrenciydim, bizim öğrenciliğimizde ortaokul ile lise bir aradaydı. ‘Parasız Yatılı’lar ve ‘gündüzlü’ okuyanlar vardı. Ben, gündüzlülerdendim. Ortaokul 1. sınıftan itibaren Türkçe öğretmenimin yönlendirmesiyle Kültür ve Edebiyat koluna seçildim. Kültür ve Edebiyat koluna seçilince orada duvar gazeteleri, yıllıklar vb. hazırlamak derken kendimi edebiyatın, sanatın ve şiirin iyice içinde buldum. Ortaokul 1. sınıftayken bayram harçlıklarını kitaba yatıran bir çocuktum. Gerçi bu anlamda hâlâ büyümüş sayılmam. Şimdi de maaşımın önemli bir bölümünü kitaba-dergiye yatırıyorum. Liseye geldiğimde, odamın duvarını kaplayan kitaplık raflarıyla zor anlar yaşıyordum.  Kalabalık bir ailede, babaannem odasını benimle paylaşıyordu. Bir yanda sürekli namaz kılan, Kur’ân okuyan bir babaanne, diğer yanda kitap, dergi okuyan, kısık sesle türkü dinleyen bir çocuk…  O yaşlarda okunan her şey, bellekte derin bir iz bırakıyor. Öyle ki zamanla sizin ayrılmaz bir parçanız oluyor. Özellikle, bunların birer okuma, yazma, düşünme eğitimi olduğunu düşünüldüğünde başladığım yerin doğruluğunu ya da yanlışlığını bugün rahatlıkla görebiliyorum.

Ortaokulda ve lisede sayısal yönü daha baskın olan bir öğrenciydim, sınıf arkadaşlarımın büyük bir bölümü sayısal bölümleri tercih ederken ben edebiyatı seçtim.   

Kimlerden etkilendiniz, beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?

İlkokul mezunu bir babanın ve okuryazarlığı ellisinden sonra öğrenmiş bir annenin çocuğuyum. İlkokul mezunu olan babam, çok iyi konuşan, sözün mührünü çözen, politik yönü ağır basan, her zaman günlük bir gazeteye abone olan aydın bir insandır.  Babasız büyüyen bir babanın engin anlayışı, çocukluğum boyunca hep üzerimde oldu. Kereste atölyesinin yazıhanesi her zaman önemli siyasal tartışmaların yaşandığı bir mekândı. Yaz tatillerimi geçirdiğim bu mekânda her zaman küçük de olsa kendime ait bir kütüphanem olurdu.  Her dönemde, okuma listemin değiştiğini söyleyebilirim. Kütüphanemi birkaç kez yenilemem de bunun bir kanıtı…    

Kitabın dışında bir de sinemaya düşkündüm. Önemli sayılabilecek filmleri kaçırmamaya özen gösterirdim. Dadaş Sineması’nda pazartesi günleri yabancı, perşembe günleri yerli filmler oynardı. Haftada iki kez sinemaya bilet kestirirdim. 

Beslendiğim kaynakların en önemlisi okulumun kütüphanesiydi.  Erzurum Lisesi’nde okumanın şansını ‘sanat’la tanışma adına iyi değerlendirdim. Erzurum Lisesi’nden çok önemli yazarlar çıkmıştır. Mesela Fethi Naci, Asım Bezirci ile aynı sıraları paylaştım, biliyordum ki benden 30-40 yıl önce onlar da aynı okulda aynı sıralarda okudular.  Bu iki isim, her zaman benim için önemli birer kılavuz oldular. Okulumuzda büyük bir kütüphane vardı. Kütüphaneden yararlandım, o zamanlar sanat-edebiyat dergilerinden birkaçını takip etmeye başladım. Özellikle Türk Edebiyatı beslendiğim kaynaklardan biriydi ve o zamanlar gerçekten nitelikli bir dergiydi. Varlık, Türk Dili, Mavera, Diriliş gibi dergileri okudum. Dergâh Kitabevi’nde bulduğum Hisar dergisinin eski sayıları oldukça dikkatimi çekti. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir beyefendi Hisar dergisi üzerine benimle ciddi ciddi sohbet ederdi. Hisar ve Hareket dergilerinin eski sayılarını bana çok ucuza verirdi. Birçok kitabımın üzerinde, Osman Kuzulugil’in Üniversite Kitabevi’nin,  Vehip Atalay’ın Kitapsarayı’nın kaşeleri baslıdır. Oktay Akbal’ı, Selim İleri’yi, Adalet Ağaoğlu’nu Kitapsarayı’nda keşfetmiştim. O zamanlar, okuduğum her kitabın künyesini çıkarma, kitaplardan altını çizdiğim yerleri o künyeye kaydetme alışkanlığı edinmiştim.  Teksir kâğıdını matbaada 4 parçaya kestirir, bu parçalara yazdığım notları zarflara yerleştirirdim.  Sözgelimi, Selim İleri, Oğuz Atay üzerine yazdığım yazılarda, hâlâ o notlarımı kullandığım olur. Erzurum’da yayımlanan dergiler, gazeteler vardı, bunlarda yazılarım yayımlandı.  Çalışmalarımı basılı bir kağıtta görünce elbette büyük bir mutluluk yaşadım, hatta ilk kitabım, ortaokulda 2. sınıftan 3. sınıfa geçerken öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın yardım ve yönlendirmesiyle çıktı.   Tabii bu, hiçbir özgünlüğü olmayan, etkilendiğim şairleri çok naifçe taklit eden bir kitaptı; ancak şimdi benim için sadece, bir  anı olarak  büyük bir değeri var… Şu anda okuduğumda gülümsediğim, tek yüz gazete kâğıdına basılmış metinler… 


Öğrencilik yıllarında aldığınız edebiyat derslerinin sanatçı kimliğiniz oluşumuna herhangi bir katkısı oldu mu?


Edebiyat derslerinde öğrendiklerimin, öğrenmek zorunda kaldıklarımın sanata olan ilgimde doğrudan herhangi bir katkısının bulunduğunu pek sanmıyorum. Lisedeki edebiyat derslerini –öğretmenlerimden olsa gerek-  pek sevemedim.   Derslerde, sanat, estetik yoktu.  Güzel bir dizede sesi titreyen, yeni çıkan bir kitapla, dergiyle sınıfa giren bir edebiyat öğretmenim olmadı. Sanatçıların hayatı, sanatı, eserleri vardı, düz anlatımlar vardı. Nihat Sami Banarlı’yı,  edebiyat ders kitaplarını ezberlemek zorunda kaldığım için hiç sevemedim. Edebiyat bölümüne girdiğimde de sanat eğitimi alacağımı sanmıştım; ancak yanılmam uzun sürmemişti.  Hayatında şiire, öyküye, romana, kitaba hiç yer vermeyen arkadaşlarımız yüksek notlar alırken bizler –sanatı-edebiyatı gerçekten sevenler- birçok dersimizden ancak ikinci alışımızda geçebiliyorduk. Normal bir ansiklopedide bulunabilecek bilgileri sınıfta dinlemekten çok sıkılıyordum.   Sözgelimi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde Oğuz Atay, Cemal Süreya, Edip Cansever, Bilge Karasu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç yoktu.  Ece Ayhan’ı, Ülkü Tamer’i bayan zanneden, 1990’da, 1991’de İsmet Özel adını duymayan, Sezai Karakoç’u Abdurrahim Karakoç’la karıştıran Yeni Türk Edebiyatı hocalarıyla karşılaştım.  

Kendisini yetiştirenler, sanata-edebiyata özel bir ilgi duyanlar hariç,  edebiyat öğretmenlerinin genelde sanatın-edebiyatın çok dışında olduklarını düşünüyorum. Gerçi, şimdi ÖSS’deki 17 soruyu tam yaptıranlara ‘iyi’ edebiyatçı deniliyor ya…

Sizce ülkemizde edebiyata,  sanata ve kültürel çalışmalara gereken önem veriliyor mu?

Sanırım verilmediğini sen de çok rahatlıkla görüyorsundur. Verilmemesi de gayet doğal. Büyük bir kültürel dönüşümün yaşandığı günümüzde sanata-edebiyata özel bir önem verilirse şaşırırdım kendi adıma. Bakılacak onda şey varken, okumayı kim göze alabilir ki!.. Her eve bilgisayar girerken hâlâ kütüphanesi olan ev sayısı çok az… Google verilerine göre, yıl içerisinde en çok tıklanan 40 site arasına henüz ‘edebiyat’ maddesi girmiş değil…  Gerçi, roman özetleri kitapları ve ödev siteleri, öğrenci-edebiyat ilişkisi konusunda başka bir şeye  ihtiyaç duyurmuyor.

Kültür, sanat, edebiyat gelişiyor diyebilir miyiz?

Tabii ki nicel olarak gelişiyor.  Şu an Türkiye’de 170’e yakın kültür-sanat-edebiyat dergisi yayımlanıyor. Acaba 30-40 yıl önce durum nasılmış? Buna bakmak lazım. Sanırım daha iyiymiş. İnsanların hayatında kültür, sanat, edebiyat varmış. İnsanlar, günlerinin en önemli  5-6 saatini televizyon başında geçirmiyorlarmış.  Sohbetlerde ve ilişkilerde kitaba yer verilirmiş. Cep telefonu yokmuş ve insanlar daha mutlu, daha özgürmüş. Ev kütüphanesi kavramı günümüzden daha ileriymiş. Günümüzde de bir şeyler gelişiyor ama kimliğini ne kadar  koruyor  o tartışılır. Daha çok kitap basılıyor, daha çok kitap okunuyor ancak nüfus da artıyor. 75 milyona dayandık, halen okuma oranımız çok çok düşük.

Petek Dinçöz’in  yerleşik kültürdeki yeri, neredeyse  Türk edebiyatına bedel… Böyle bir tespiti, geçende derslerden birinde söylediğimde öğrencilerimin ‘Ama, hocam, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet var. Bu iki ismi herkes biliyor.’ itirazıyla karşılaştım.  Efsanenin yalnızlığı,  büyük şairlere özgü ortak bir kader oluyor galiba. Nâzım Hikmet’in ve Necip Fazıl’ın hayatları şiirlerinin önüne geçiyor.  Türk düşünce hayatına yön veren iki köklü ve farklı akıma, Marksizme ve İslâmî düşünceye bağlanışları bu iki büyük şairimizi ‘bayrak’laştırırken, öte yandan da ortak bir kaderde buluşturuyor. Hayatları ve şiirleri fazla ‘etkileyici’ olduğu için ‘tek’ ve ‘yalnız’ kalıyorlar? Şiir dünyasında ikisinin de büyüklüğünün kabul edildiğini, ancak de ikisinin de   yeterince ve hakkıyla okunmadığını sorduğum birkaç soruyla kolayca görebildim. Ayrıca, ‘aydın’ diyebileceğimiz kesimde bile Cemal Safi’nin, İbrahim Sadri’nin, Yusuf Hayaloğlu’nun, Ahmet Selçuk İlkan’ın yeri; Cemal Süreya’dan, İlhan Berk’ten, İsmet Özel’den, Sezai Karakoç’tan önde geliyor.

Niçin yazıyorsunuz? Siz de Sait Faik gibi ‘Yazmasam deli olurdum’ diyor musunuz?

Öyle bir derdim yok. Sait Faik gibi çok uç noktada değilim; ama yazmayı seviyorum. Benim için okumak ve yazmak yaşamsal bir biçim. Birileri gider kahvede oturur, birileri sohbet eder, birilerinin futbola ilgisi vardır, benim de yazmaya ve okumaya karşı büyük bir ilgim var; bunu hiçbir zaman abartmadım. Okumuyorlar yazmıyorlar diye kimseye de küsmedim, tepkili de davranmadım. Çok insani bir boyutta değerlendiriyorum. Fikret Mualla’yı tanıdıktan sonra sanatı daha iyi kavradım. Resmin sessiz şiirini yazan Fikret Mualla’nın ‘büyük ressam’lığı, ölümünden sonra anlaşılır.  Hayatı ‘bozuk bir cümle gibi’ yaşayan ressamın şu sözleri, oldukça önemlidir:  ‘İsmim Fikret Mualla. Ben hastayım. Aynı zamanda fakir ve parasızım. Bohemliğe hiç merakım yoktur. Ama hiçbir zaman bit pazarı üzerine çıkamadım. Yaşam beni bohem yaptı. Resimle hayatımı kazanıyorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Sanat vaveylalı âlemde bir kedi miyavlaması gibi geliyor insanlara. Paris’in ücra bir köşesinde dünyadan uzaklaşmakla uğraşıyorum.’

Sanat görüşünüzü açıklar mısınız?

Aslında zor bir soru. Son kitabım ‘Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir’ okunduğunda sanat görüşümün orada durduğu görülecektir. Sanatın, ilkin bir dil ve kurgu sorunu olduğunu düşünüyorum. Yetkin ve özgün bir dil yoksa, kurgu yoksa sanat da yoktur. Sanatta neyin anlatılacağı değil de neyin nasıl anlatılacağı benim için her zaman ön plandadır. Basit bir örnek vereyim: gazetelerin 3. sayfa haberlerine baktığımızda hepsi bir öykü, hepsi bir roman fakat iki  gün sonra bu haberleri bir kenara atıyoruz. Öncelikle bir öyküde oradaki olayların birisi işlendiğinde bakıyorsunuz yıllarca kitaplarda, dergilerde kalıyor, defalarca onu okuyoruz, birileri filme alıyor, birileri oyunlaştırıyor. Demek ki neyin anlatılacağı çok da önemli değil, nasıl anlatılacağı önemli… Bunun için ‘toplumcu gerçekçiler’ ve sanatı bir araç olarak görenlerle aram pek iyi olmadı.

Nasıl yazarsınız? Hemen mi, yoksa uzun sürede mi eser üretirsiniz? Bu bağlamda ‘Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir’i yazma maceranızı anlatır mısınız?

Her metnin bir yazılış serüveni vardır. Kimi metinler, serüveninin mührünü kendinde taşırken kimi metinler de  ürünü olduğu ‘niyet’i açıklamayı zorunlu kılar. Son kitabım da açıklama bekleyen bir nitelik gösteriyor sanırım.

Bu kitabın oluşumu 4 yıl sürdü. Şu anda kitap 221 sayfa, ancak bunun orijinali yaklaşık 3000 sayfa. 2017 kaynak tarandı. O kadar kitabın bırakın okunmasını,   tasnif edilmesi bile aylar alabilir. Notlar alıyorsunuz, bir gün elinize bir dergi geçiyor oradan not alıyorsunuz, bunlar birikiyor, 3000 sayfadan eleyip süzüyorsunuz. Bilinen bir malzemeyi sizin yapabilmeniz için üslup devreye giriyor.  Dille uğraşıyorsunuz. Anlatımı ve dili çok  önemsediğim için bir metni yazmam  uzun zaman alabiliyor. Bir sıfatın yeri için bir metni haftalarca beklettiğimi biliyorum.

Portreleri; kimi zaman söz aldığım mecralar, kimi zaman da rastlantılar belirledi. Sözgelimi, kitaptaki ilk metin Ece Ayhan’ın ölümü üzerine,  son metin de ‘Nobel’ dolayısıyla yazıldı.

İlk baskıdan sonra okurlarım bana en çok ‘şu ya da bu isim neden yok’ biçiminde sorular yönelttiler. Özellikle Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, İsmet Özel  gibi isimler üzerinde duruldu. Ancak, kitabı dikkatli okuyanlar, söz konusu isimlerin satır aralarında sürekli gezindiklerini fark ettiler.  

Sanatta ilhama inanır mısınız? Sizce bir eser ilhamla mı yoksa düşünceyle mi yazılır?

İlhamın artık günümüzdeki yeri çok önemli değil diye düşünüyorum. Yaratımın çok önemli bir bölümünün,   emek ve sabır olduğuna inanıyorum. Elbette ilhamdan önce bir yetenek olacak. Yani çok çalışmayla kimse yazar olamaz; fakat yetenek de tek başına yeterli değil. Yeteneği destekleyen ve de anlamlandıran büyük bir sabır, okuma vb. yan öğeler gerekiyor.

Bu bağlamda disiplinsiz yetenek bir işe yaramaz sözüne katılıyor musunuz?

Kesinlikle katılıyorum. Disiplinsiz yetenek hiçbir işe yaramaz.  Artık, Karacaoğlan, Aşık Veysel devri bitmiştir. Bu, bütün sanat dalları için geçerlidir. Çok yetenekli çocukların işi değildir edebiyat. Kaldı ki futbolda bile durum bundan farksız değil…

Eserlerinizin yeterince okunduğunu düşünüyor musunuz? Sizce ‘Eserleriniz hiç okunmuyor, kitaplarınız hiç satılmıyor.’  deseler de yazmaya devam eder misiniz? Niçin?

İlkin, çok bilinen ‘popüler’ bir yazar olmadığımı söylemeliyim.  Ancak, az da olsa yazdıklarımın okunduğunu şuradan biliyorum ‘Cümle ve Metin Bilgisi’ adlı kitabımın şu an 5. baskısı yapıldı. 5. baskı Türkiye koşullarında çok iyi bir baskı sayısı sayılır. Yine ‘Dil ve Diksiyon’ adlı kitabımın 4. baskısı yapıldı. Daha önce ilk kitabımı 1996’da üniversite hazırlık kitabı çıkarmıştım. Şu an piyasada yok. Sonra, ekmeğimi yazdıklarımdan değil, memurluğumdan kazanıyorum. Yazdıklarım okunmasa da yazmaya devam edeceğimi düşünüyorum.

-Devam Ediyor-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder