25 Şubat 2019 Pazartesi

Oyunu Rakip Sahada Kurmak Ya da...



İstanbul’da Beşiktaş saldırısının ardından gelen Kayseri saldırısı yine içimizi yaktı. Şehitlerimize rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Katiller ve arkasındaki güçleri lanetliyorum. Bu vesile ile yapmış olduğum analizi siz değerli dostlarımla / okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Bugünü anlamak için biraz geriye gitmemiz, tarihe bakmamız gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden 100 yıl geçti. Osmanlı'ya dayatılan Sevr Antlaşmasında güneyimizde (dindaşımız Müslümanlarla bağımızı kesmek için) sınır boyunca bir Kürdistan, doğumuzda da (soydaşlarımız Türklerle bağımızı kesmek için) bir Ermenistan öngörülüyordu. Batımız Batılı ülkelerle zaten kuşatılmıştı. Hedeflenen; Batının kontrolünde küçük ve izole edilmiş bir Türk toprağıydı.

Kurtuluş Savaşı ve Lozan'ın ardından Sevr'in tarihe gömüldüğünü sanmıştık. Öyle zannedildi/zannettirildi. Bu arada Sovyetler Birliği ortaya çıktı. “Yaşasın halkların kardeşliği” nidaları arasında sınırımızdaki (Ahıskalılar) ve Karadeniz’in karşı kıyısındaki (Kırım Tatarı) Türkler sürgün edilerek bunlarla Anadolu’nun teması kesilirken, doğumuzda Ermenistan kuruldu. Nahcivan bizden tarafta kalsa da aradan hançer gibi bir Ermeni kuyruğu kuzeyden güneye uzatılıp İran sınırı ile birleştirildi. İran zaten ezelî düşmanlığından ötürü bize geçit vermezdi. Böylece  doğu sınırlarımızda işlem tamamdı.

Yıllar sonra 2000'li yıllara gelindiğinde bile 50 km genişliğindeki Ermenistan toprağını geçemediğimiz için Azerbaycan ile aramızda inşa edilen petrol boru hattı (BTC) daha kuzeyden dolaştırılarak ve yol uzatılarak Gürcistan üzerinden geçirildi. Yeni inşa edilmekte olan demiryolunun güzergahı da yine kestirmeden Nahçivan-Azerbaycan üzerinden değil, kuzeyden Gürcistan üzerinden oldu. Türk Cumhuriyetlerinden Türkiye'ye gelecek enerji (boru) hatları ve demiryolu Gürcistan'la iyi geçinmemize bağlıydı. Gürcistan'la iyi geçinmek demek (arkasındaki açık devletler / Batılı ülkeler) ve (derin devlet / Rusya ile) iyi geçinmek, denileni kabul etmek, asla onların aleyhine bizim lehimize olacak bir maceraya girmemek demekti. Yani Türk Cumhuriyetleri ile her türlü ilişkimiz Batı ya da Rusya'nın kontrolünde ve onların izin verdiği kadardır. Hatırlayın tıpkı Suriye’de Esat’la olduğu gibi, Gürcistan’da da Şarkaşvili ile dost olmuştuk ve neredeyse aradan sınır kalkacaktı. Rusya Gürcistan’a girdi ve BTC Boru Hattı üzerinde yaptığı basın açıklaması ile mesajını verdi. O günden beri Rusya’nın izin verdiği kadar diyaloğumuz devam ediyor, onun izin verdiği kadar Azerbaycan’a, Kafkaslara ve daha ilerisine geçiş yapabiliyoruz. Gürcistan’la eski samimiyetin yerinde yeller esiyor.

Ve günümüze geldik. Doğuda biten, Güneyimizde yarım kalan işlemin tamamlanması için Düvel-i Muazzama tarafından düğmeye basıldı. Savaş, kargaşa, kaos derken güney sınırımız boyunca (100 yıl önce planlanan ve yarım kalan) Kürdistan için harekete geçildi. Tıpkı Gürcistan'daki gibi küfür tek millet. Güneyimizden kuşatma projesinde Batı bir yanda Rusya diğer yanda ağlarını örmekteler.

Güneye (Ortadoğu'ya, Arabistan'a, Afrika'ya) inmek (kutsal topraklara özgürce gidebilmek de buna dahil) en azından bir koridora ihtiyacımız var. Bu bile bize çok görülüyor. Orta Asya Türklerine ulaşmak için nasıl (50 km genişliğindeki Ermeni toprakları Çin Seddinden beter aşılmaz bir duvar olup) Gürcistan'a muhtaçsak (hıristiyan bir ülkedir ve çıkarlarımız çatıştığında elbette ki bizden yana olmayacak), Müslümanlara, İslam ülkelerine, ulaşmak için de yarın bizi Kürtlere (ya da o zaman geldiğinde, cetvelle çizip adını ne koyacaklarsa, o devlete) muhtaç hale getirecekler.

Velhasıl herkesin bildiği futbol maçı örneğinden hareketle; ya oyunu rakip sahada kuracak ve saldırıları en azından orta sahada karşılayıp hücuma geçecek, gol atacak ve galip geleceğiz. Ya da düşmanı sınırda  (defansta / kale çizgisi civarında) kabul edip 90 dakika (önümüzdeki 50-100 yıl) boyunca (eyvah gol yedik / yiyeceğiz / hakem penaltı verdi verecek) diye ölüp ölüp dirileceğiz. Bugün bir kısım medya, muhalefet, kişi ve kurumların “aman kendi sahamızdan çıkmayalım” (başka ülkelerin taprakarında ne işimiz var) mantığı / taktiği ile peş peşe gelen hücumlar karşısında kendi yeri sahamızı savunabilir miyiz? İçe kapanma ve savunmayı sınırlarımıza çekme lüksümüz var mıdır? Bütün bu olanlara ve olacak olanlara razı olabilir miyiz? Bütün bunları bile bile ne işimiz var Suriye’de, Irak’ta diyebilir miyiz?

Şu anda düşmanlarımız kale çizgimiz civarında, yani ceza sahamızda at koşturuyor, bombalarla donattıkları uşaklarını aramızda dolaştırıyorlar. Bütün hakemler onlardan yana, haklı olduğumuz pozisyonda bile aleyhimize düdük çalıyorlar. Mutlaka yenilmemizi istiyorlar. Bulundukları ligde bile olmamızı çekemiyorlar. Sahada galip gelsek masada üstümüzü çiziyorlar. Gol yiyip mağlup olmamız bizim esaretimiz ve ülkemizin mahvolması demek. Bu topu (belayı) kendi ceza sahamızdan (topraklarımızdan) uzak tutmalı, asla kendi yeri sahamıza yaklaştırmamalıyız. Oyunu rakip sahada kurmalı orta sahayı geçmelerine izin vermemeliyiz. En iyi savunma hücumdur düsturu gereği oyunu kurallarına göre oynamalı, düşmanı vatanımızdan uzak (rakip sahada)  tutmalıyız.

Bunun için elbette birlik beraberliğe ihtiyacımız var. Çünkü takım olmalı, takım oyunu oynamalıyız. Yöneticilerimiz bir teknik direktör edasıyla oyunu iyi okumalı, taktik üstünlüğü kaybetmemeli. Futbolcular (askerimiz/polisimiz) antremanlı olmalı ve sahada iyi yer tutmalı, rakibe pozisyon vermemeli, gerektiğinde rakibi rakip sahada, o da olmazsa orta sahada kesin yere sermeli, asla ve kat’a kalemize (vatanımıza) yaklaştırmamalıyız. Seyircimiz, yani bütün millet olarak bizler de tedbiri elden bırakmamalı, bunun bir millî maç olduğunu bilmeli, hep birlikte bütün tribünler; vatan bir, bayrak bir, dil bir, ezan bir nidalarıyla aynı tezahüratı haykırmalı, sonsuza kadar desteğimizin takımımızla birlikte olduğunu dosta düşmana hissettirmeliyiz.

Düşman kendisi gelmiyor, kiralık /besleme futbolculardan (teröristlerden / paralı askerlerden) oluşan takımı sahaya sürmüş. Bu takımı yensek bile düşmanlarımızın daha sonra başka takımları sahaya sürebileceğini, bu arada hakemlerle de anlaşabileceğini, kurada bile hile yapabileceğini bilmeli,  kurulan her masada olmalı, tedbiri elden bırakmamalıyız. Kısacası, bu coğrafyada kıyamete kadar varolmak istiyorsak bütün dünyanın bildiği bu oyunu iyi oynamalıyız. Bırakın mağlup olmayı, yenilgiyi aklımıza bile getirmemeliyiz. Çünkü biz millet olarak tribünlerde maçı kendi gözlerimizle seyrediyor olsak da bir buçuk milyar insan dışarıdan bizi izliyor, kalpleri bizim için atıyor. Biz kazanırsak onlar kazanacak, biz kaybedersek onlar da kaybedecek. Sorumluluğumuz çok, çok büyük. Bu bayrak yere düşerse başka kaldıracak yok. Bize birşey olmaz demeyelim, gaflet uykusundan uyanalım. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu gider ayak bayrağı bize devretse de, 400 yıllık hakimiyetin ardından Endülüs Emevilerinden bugün İspanya’da tek bir Müslüman Arap’ın kalmamış olması gerçeğini asla ve asla unutmayalım. Allah yâr ve yardımcımız olsun, devletimize milletimize zeval vermesin.

Prof. Dr. Cevdet YILMAZ
19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi
18.12.2016

24 Şubat 2019 Pazar

Kitap ve İnternet


Önceki yazımızda kitabın önemi ve Samsun’da okul kütüphaneleri ve bunların içinde Samsun’a ait “Samsun Kitapları” bölümü olması gerektiğinden bahsetmiştik. Kitap ve internet ilişkisinden bahsederek konuya devam edelim.

Kitap ve kitabın önemi tartışılmaz. Ama Türkiye’de tartışılıyor. Cumhurbaşkanımız Külliye’de 4,5 milyon ciltlik kütüphanenin ardından İstanbul Rami’de 5 milyon ciltlik kütüphanenin müjdesini verirken Türkiye genelinde maalesef bu gayret bir karşılık bulmuyor. Topladıkları vergi ve oluşturdukları bütçe içinde kültür fonu olmasına rağmen belediyelerin çok azı dışında (ki onları tebrik ve takdir ediyorum) kültür ve kütüphane işiyle ilgilenen yok gibi.

Gerekçeleri de hazır; “kitaba, kütüphaneye ne gerek var, her şey internette mevcut”. “Kitap okuyan mı kaldı? Gençler okumayı sevmiyor”. Bunun gibi daha ne bahaneler… Reklam içeren sabun köpüğü dergi ve televizyon programlarına ayırdıkları kaynağın yüzde birini bile kalıcı olan kitaba ayırmıyorlar.

Türkiye genelinde belediyelerin internet sayfalarına giriniz, çoğunluğunda birbirinin kopyası olan yüzeysel bilgilerden başka şey bulamazsınız. Madem kitabın önemi yok, o halde belediyeler internet sayfalarında gerekli bilgiyi bulundursalar ya! Anlayamadıkları şu; bilimsel ve kültürel yayınlara destek olup kendi yöreleri ile ilgili araştırmaları desteklediklerinde ve yapılan bilimsel çalışmaların yayınlanmasına katkıda bulunduklarında hem yönettikleri yerin özelliklerini öğrenecekler hem de bu bilgilerden projeksiyon yaparak geleceğe yönelik planlamalarda faydalanacaklar. Bu arada ortaya çıkan bilgi ve belgeleri internet sayfalarında yayınlayarak yereli önceleyen okul ödevlerinde gençlerin başvuru sayfası olacaklarından yeni nesil ile daha kolay iletişim kuracaklar. Ne böyle bir fırsatın varlığından haberdarlar, ne de böyle bir altyapıya ihtiyaç duyuyorlar. Hatırlatmanız durumunda da “bunda ne menfaat var” gözüyle burun kıvırıyorlar. Neticede öne çıkan; varsa yoksa rant, ihale, imar plan tadilatı vd öncelikli (!) konular.

Şimdi tarihe bir bakalım; Moğollar geldi Bağdat kütüphanelerini yok ettiler. İslam dünyası hafızasını kaybetti, büyük bir çöküş yaşadı. Bu olay tarihte oldu bitti derken Amerikalılar Irak’a girdi önce kütüphane ve müzeleri yağmaladılar. Fakat aynı ABD’liler dünyadaki tüm yayınları topluyor ve kütüphanelerinde arşivliyorlar. Dertleri ne? Onlarda internet yok mu?!

Bizde ise kitap ve yayının önemi maalesef ihmal ediliyor; bilerek ya da bilmeyerek, gaflet ve delalet, belki de hıyanet neticesi kitap düşmanlığı almış başını gidiyor. Niçin böyle yapıyorsunuz denildiğinde kâğıt israfından bahisle “internette var” deniyor. Bilginin internette olabilmesi için birilerinin bu bilgiyi internete koymak zorunda olduğunu, bunun için de ilgili kişilere belediyelerin kaynaklarından destek sağlama görevini bir türlü kavrayamıyorlar.

Şimdi soruyorum; ey kitabı önemsiz görenler, araştırma ve yayına gerekli desteği vermeyenler, (bir kısmı istisna, onları tebrik ediyorum, çoğunluğu için ise rahatlıkla söyleyebilirim), “ey kitapsız belediyeler”; sizin kültürle ilgili bir kaygınız yok mu, bilgiye ihtiyacınız yok mu? Herşeyi internete havale edince çocuklar nasıl internetin başından kalksın da kitap okusun, çevreyi algılasın, düşünsün, tartışsın, bilgiye farklı kaynaklardan ulaşmayı öğrensin?
Ey yaşadığı yeri merak etmeyen, araştırılması için gerekli desteği esirgeyen yerel yöneticiler; “internetin fişi sizin elinizde mi?” Adamlar yarın internetin fişini çektiklerinde halimiz nice olacak? Daha şimdiden birçok önemli sitenin paralı hale geldiğini görmüyor musunuz? Bilginin para demek olduğunu hâlâ anlamadınız mı?

Bugün mevcut imkanlara rağmen paralı olan bilgi yarın senin üretmediğin bilgi olarak fiyatı ne olacak? Paramız yetecek mi? Dahası ihtiyaç duyduğunuz bilgiye ulaşmak istediğimizde “ilgili internet adresine erişiminiz engellenmiştir” yazısı karşımıza çıktığında halimiz ne olacak?

Tekrar soruyorum; internetin fişi bizim elimizde mi ki, kitaba alternatif olarak sürekli interneti adres gösteriyorsunuz? Adamlar yarın interneti bizim erişimimize kapattıklarında bunun Moğolların Bağdat kütüphanelerindeki kitapları yok etmelerinde farkı ne? Öyle de kitapsız kaldık, böyle de kitapsız kalacağız.

Bu konuda o kadar çok söylenecek söz var ki… Lakin kime ne anlatacaksınız. Ne demiş Mevlâna; “anlayışlı bir yârin/dostun hasretinden öldüm”.

/Cevdet YILMAZ
24 Şubat 2019

22 Şubat 2019 Cuma

Samsun'da Her Okula Bir Samsun Kitaplığı


TÜYAP Beşinci Karadeniz Kitap Fuarı nedeniyle Samsun kültürel anlamda güzel bir hafta geçiriyor. Çok sayıda yayınevi yüzlerce çeşit kitabını sergileyerek okuyucularla buluşturuyor. Kimi gönüllü, kimi zorunlu olarak öğrenciler de gruplar halinde fuarı ziyaret ediyorlar. Büyükler çok talep göstermese de öğrenci yoğunluğu fuara canlılık katıyor. Biz de bu fuar vesilesiyle Samsun, okul, kütüphane, kitap ve öğrenci ilişkisi üzerinde birkaç kelam edelim istedik.

Samsun’da hemen hemen bütün okullarımızda bir okul kitaplığı var. Var da, acaba nasıllar? Müsaadenizle bir göz atalım;

Bunlar genellikle ya bodrum katında ya da izbe bir yerde. Nedeni ise sınıf ihtiyacı. Normal havadar ve ferah katlar sınıf olarak ayrılınca kütüphane yapacak yer kalmıyor. Zemin katlardaki sığınak olması gereken yerler bazen kütüphane oluveriyor. Lafı uzatmaya gerek yok. Bunu şunun için söylüyorum; okul kütüphanelerimizin albenisi yok, sevimliliği yok, içaçıcı değiller. Hiçbir öğrencinin boş vaktinde aman kütüphaneye gideyim, orası güzel, vaktimi orada kitaplar arasında geçireyim demesi mümkün değil.

Öğrencilerin boş vakti yok. Servisle gelip, servisle gidiyorlar. Boş geçen derse de gürültü yapmasınlar diye müdür birini, misal nöbetçi öğretmeni görevlendiriyor. 10 Dakika teneffüsün neresinde öğrenci kütüphaneye gidecek? Demem o ki okulda kütüphane var, öğrenci var, öğrencinin kütüphaneye gidecek zaman aralığı yok. Kütüphaneler boş ve loş.

Okulda kütüphane var, lâkin aman Allah’ım ne kütüphane! Fî tarihinde gazetelerin verdiği 20-30 ciltlik ansiklopediler baş köşede. Kimse açıp bakmadığı için toz ve örümcek bağlamış. Gerisini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ne kadar ıvır zıvır kitap varsa kütüphanede. Çünkü seçicilik yok, zaten kim, hangi kitabı seçecek ki? Üzerinde mutabık olduğumuz 100 Temel Eser’in bile cılkı çıkmış, özetin özeti olmuş. Bazı yayınevleri de kendi kitaplarının üzerine 100 Temel eser yazarak okullara sızma yoluna gitmiş. Geri kalanı evden atılan ve geri dönüşüme gitmesi gerekenler. Bu arada hazırlık test kitapları baş köşede, zaten en çok ilgi görenler de onlar.

Okullarımızdaki kütüphaneler asla kütüphane değil, rafları kitapla dolu “kitaplık” o kadar. Hemen hiçbirinde konulara göre bir tasnif yok. Hangi yaş grubuna hitap ettikleri de belli değil. Ne işe yarıyor derseniz “kütüphane” kavramını daha hayatın başında gençlerin kafasında bitiriyor. Okul kütüphanesine bir kere giden gencin, ileri hayatında bir kütüphaneyi merak etmesi ve ondan yararlanmayı düşünmesi bizce mümkün değil.

Bu kadar eleştiriden sonra yine de istiyoruz ki başta yaşadığımız Samsun şehri olmak üzere, her okulumuzda mevcut okul kitaplıklarının bir bölümü o il’e ait olsun. Millî Eğitim’in müfredatında zaten yaşanılan ilin tanıtılmasına yönelik tavsiyeler var. Fakat okul müfredat kitapları ülke genelinde tek tip hazırlandığı için yerel özellikler ihmal ediliyor. Yerel bilgi öğretmenin insafına bırakılmış. Peki öğretmenlerin bizzat kendileri başta olmak üzere, ödev verdiklerinde yaşanılan/bulunulan il, ilçe veya şehir ve kasabaya ait bilgiler nereden temin edilecek? İşte o yok. Okul kütüphanesinde o şehre ait birkaç kitap varsa bile diğerlerinin arasında kaybolup gitmiş. Kütüphanede bir düzen yok ki, onu da kim arayıp bulacak?

Gerek bu ihtiyacın kolay yoldan giderilmesi, gerekse öğretmen ve öğrencilerin yaşadıkları yer hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmaları ve bu yönde meraklarının giderilmesi için okul kütüphanelerinde mutlaka ayrı bir bölüm/kitaplık/raf olmalıdır.  Kendi adıma ben bunu Samsun’da Atakum Anadolu Lisesi ve 19 Mayıs Anadolu Lisesi’nde idarecilerimizin de desteğiyle yapmaya çalıştım. Umarım devamı gelir ve çocuklarımız yaşadıkları yerin farkına varırlar. 

O halde Samsun için sloganımız “Samsun’da her okula bir Samsun Kitaplığı” olsun. Resmî kurumlar, belediyeler, veliler ve öğrencilerin desteği ile bu kitaplıkları zenginleştirelim. En azından yaşadığımız şehri bu yolla tanıyalım. Tanırsak sever, seversek bu şehirde yaşar ve nihayet“gerçek Samsunlu” oluruz.

/Cevdet YILMAZ
22 Şubat 2019

9 Şubat 2019 Cumartesi

Türkiye'de Şehirlerin Yatay Büyümesi Mümkün Mü?


Türkiye’de hızlı kentleşmeden kaynaklanan çok önemli bir şehircilik problemimiz var. Batı ülkelerinde Sanayi Devrimi’yle birlikte kentlerde endüstrinin gelişmesi ve artan işgücü talebine bağlı olarak kırdan yavaş yavaş çekilen nüfus kayda değer bir sorun oluşturmazken bizde böyle olmadı. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, şehirlerimiz sanayiden ziyade hizmet sektörünün ihtiyacı ve altyapı inşaa faaliyetleriyle kırdan nüfus çekmeye başlamıştır.

Özellikle 1950’li yıllardan itibaren kırdan kente yoğun göç dalgası ile karşı karşıya kalan şehirlerimiz hızlı ve plansız büyümüşler, üretilen konut miktarı gelenlerin taleplerini karşılayamayınca büyük şehirlerimiz kısa zamanda gecekondularla çevrilmiştir. Yıllar geçmiş konut sorunu çözülememiş, fakat şehirleri kuşatan gecekondular imar aflarıyla yasal hale getirilmiştir.

Her imar affı kaçak yapılaşmayı körüklemiş, plansız kentleşme ve gecekondulaşma altyapısı olmayan yüksek binaları teşvik etmiş, ardarda gelen depremler bu sağlıksız kentleşmeyi yüzümüze çarpsa da, nihayet birkaç gün önce İstanbul Kartal’daki binanın çöküşünde olduğu gibi ders almak mümkün olmamıştır.

İşte tam bu süreçte Cumhurbaşkanımızın geçen yıl verdiği beyanatın devamı olarak  Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da Kentsel Dönüşüm Strateji Belgesi doğrultusunda bir açıklama yapmış ve bundan böyle Türkiye kentlerinin dikey değil, yatay büyüyeceğini belirtmiştir.

Peki bu mümkün mü? Hadi tartışalım…

Türkiye'nin arazi varlığı yatay mimariye uygun değildir. Türkiye’deki şehirlerin büyük kısmı (neredeyse tamamı) tarımdan geçiş yapmıştır. Yani önce köy, sonra kasaba, sonra şehir olmuştur. Seydişehir, Aliağa gibi istisnalar hariç doğrudan sanayi kurulduktan sonra gelişen şehir sayısı çok azdır, bunlara belki birkaç tane de maden şehri eklenebilir. Geri kalanlar tarımsal üretim, sonra pazar, sonra şehir haline gelmiştir. Bu nedenle hemen yakınımızdaki Bafra ve Çarşamba örneğinden hareketle Adana, Konya, Manisa, Eskişehir, Adapazarı, Düzce, Bolu, Salihli, Turgutlu ve daha nice şehirlerimiz ovaların merkezinde kurulmuş ve tarımsal verimliliği yüksek topraklar üzerinde genişlemiştir.

Bu tespitler doğrultusunda bu tür şehirlerde yatay büyüme nasıl ve nereye doğru olacaktır? Cevap; çevredeki tarım alanlarına doğru. Yani şehir ne kadar yatay büyürse o kadar tarım alanı işgal edilecek. Eeee, peki hani tarım alanlarını koruma altına almıştık? Hani sanayiye bile açmayacaktık?

Coğrafya bilim insanı olarak hatırlatalım istedik; Türkiye yaklaşık 780.000 km2 yüzölçümüne sahiptir. Bunun ancak 250.000 km2si yani üçte biri tarıma elverişlidir. Bu alanın da yarısından fazlası eğim, iklim şartları vb nedenlerle sulamalı, makineli modern tarıma uygun değildir. Türkiye toplam yüzölçümünün üçte ikisi yani geri kalan arazimiz dağlık, engebelik, ormanlık vd tarım dışı arazilerden oluşmaktadır.

Diyoruz ki; mevcut şehirlerimizin çok büyük kısmı tarım arazilerinin merkezlerine kurulduklarına göre bunların yatay yönde büyümesi demek en verimli tarım arazilerimizin şehirler tarafından işgal edilmesi demektir.  Karadeniz, Akdeniz ve Ege sahilleri boyunca uzanan şehirlerin yatay yönde nereye doğru gelişeceğini sormuyorum bile.  Bu yüzden 10-15 katlı binalar olmasın ama 4-5 kat da olsa şehirlerimiz daha dar alanda ve dikey olarak gelişmelidir.

Burada şunu hemen belirtelim ki; yatay yapılaşma olmamalı, insanlar tek tatlı bahçeli evlerde oturmamalı diye bir derdimiz yok. Keşke şehirlerimiz merkezi iş alanları dışında Batı ülkelerinde olduğu gibi bahçeli evlerden meydana gelse.  Bizim derdimiz; “topraklarımız kıt ve bu kıt arazilerimizi yatay yönde büyüyen şehirlere kurban etmeyelim. O kadar bol toprağımız yok”.

Bu konu başka nasıl anlatılabilir? Yöneticilerimize danışmanlık yapanların hiç mi Coğrafya bilgisi yok? Hiç mi Türkiye Coğrafyasını tanımıyorlar? Yoksa Amerikalarda tahsil gördüler de Türkiye'yi de ABD gibi 10 milyon km2 alana sahip, milyonlarca km2 düz toprakları olan bir yer mi zannediyorlar?

/Cevdet YILMAZ
09 Şubat 2019

1 Şubat 2019 Cuma

Osmanlıdan Miras; Batıya Kıyak, Bize Zulüm


Ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri vardır; madenleri, enerji kaynakları, toprakları, suları, güneşi, denizi gibi. Bir de beşerî sermayesi vardır; iyi yetişmiş ve nitelikli insan gücü gibi.

Bir ülke ne kadar yeraltı ve yerüstü zenginliğine sahip olursa olsun onu işleyecek, mamul ve mahsule dönüştürecek yetişmiş insan gücü (bilim insanı, teknisyeni, mühendisi) yoksa o ülkenin kalkınması ve gelişmesi mümkün değildir. Bir kısım petrol ve değerli maden zengini Arap ve Afrika ülkeleri gibi.

Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri kıt olsa da yetişmiş insan gücü olan ülkeler ise dışarıdan aldıkları hammaddeyi işleyerek hem kendi ihtiyaçlarını karşılayabilirler hem de ihracat yaparak zenginliklerine zenginlik katabilirler; Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi. Hele hele, Steve Jobs ya da Bill Gates gibi zekâ ve becerileriyle tek başlarına ülkelerine yüz milyarlarca dolar kazandıran dehaları dikkate alırsak beşerî sermayenin önemi daha net görülecektir.

Girizgahtan anlaşılacağı üzere ülkeler ne kadar yeraltı ve yerüstü zenginliğe sahip olurlarsa olsunlar, günümüz dünyasında yetişmiş insan gücünün, yani beşerî sermayenin önemi tartışılmaz.

Osmanlının yükselme dönemine baktığımızda beşerî sermayeye verilen önem hemen dikkati çekmektedir. Bizzat Fatih Sultan Mehmet’in Orta Asya’dan bilim insanı Ali Kuşçu’yu, Bizans’tan Macar asıllı mühendis Urban’ı transfer etmesi buna örnektir.

Atalarımız dünyanın neresinde olursa olsun yetişmiş insan gücünü bulup transfer etmekle kalmamıştır. Onlar sadece kendi toprakları üzerinde değil, komşu topraklardan bile zeki, akıllı çocukları bulup, İstanbul’a getirip eğiterek bunlardan faydalanma hususunda bugün bile dünyaya parmak ısırtan bir sistemi kurup geliştirmişlerdir. Geçmişte eşine az rastlanır bu uygulamanın adı “Devşirme Sistemi”dir.

İşe yarayacağı düşünülen, gelecek vadeden çocukları al, eğit, yönetici, bilim insanı yap, ülkeye hizmet etsinler. Devlet hizmetinde başarı gösterdikçe taltif et, yükselt. Başarısız olduklarında yerlerine iyilerini tayin et, ihanetleri görüldüğünde ise azlet.

Devşirme sistemi hakkındaki bilgilere internet ortamından kolayca ulaşmak mümkün olduğundan konunun ayrıntısına girmeyeceğim. Bu makalede dikkat çekmeye çalıştığımız husus; “devşirme sisteminin bugün dünyada bütün hızı ile devam ettiği, fakat bundan artık biz değil, gelişmiş Batılı ülkelerin faydalanmakta olduğu gerçeği”dir.

Başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkeler yetişmiş insan gücümüzü (yetişmelerinde hiçbir masrafa girmeden) var güçleriyle devşiriyorlar. Gelecek vadeden zeki ve akıllı çocuklarımızı alıp gidiyorlar. Osmanlı gibi, ülke ülke dolaşmalarına bile gerek yok, öyle bir sistem kurmuşlar ki, bizzat biz elimizle teslim ediyoruz. Nasıl mı?

Malum olduğu üzere, devşirme amacıyla Balkanları dolaşan Osmanlı askerlerine Sırplar, Rumlar ve diğer nice milletler çocuklarını seve seve teslim ederlermiş. Bunları tarih kitaplarında okuyunca “olur mu öyle şey, niye çocuklarını düşmanları olan Osmanlıya teslim etsinler ki” diye siz de benim gibi inanmak istememiş olabilirsiniz. Bugün yabancı kolejlerin sınavlarına girmek ve o okullara kabul edilmek, ya da yurtdışında bir okulda burslu ya da burssuz okuyabilmek için neler verdiğimizi, kaç takla attığımızı bir düşünün bakalım, fark var mı? Üstelik Osmanlı sisteminde paşa olmak, vezir ve sadrazam olmak, padişaha damat olmak vardı. Peki bugün bizler çocuklarımızı teslim ederken, üstüne para ve bütün servetimizi vermeyi taahhüt ederken beklentimiz ne? 

Önce yüksek lisans ya da doktora yapmaya gönderdiğimiz genç bilim insanlarımızın büyük kısmını kaybettik. Ardından üniversite sınavlarında ilk 1000’e girenleri kaptırmaya başladık. Şimdi ortaöğretim kurumları sınavlarında dereceye girenleri kaptırıyoruz. Bununla kalınsa yine iyi. Daha ilkokul sıralarındayken çeşitli kurum ve kuruluşlar bedava ders ve dershane, parasız eğitim, burs ve proje maskesi altında okullarımızı ziyaret ediyorlar, uyduruk sınavlar yapıp tespit ettikleri çocukları kamplara alıyorlar. Öyle şeyler vadediyorlar ki; “çocuklarınız iyi bir tatil yapacak, yabancı dil öğrenecekler, çok güzel zaman geçirecekler…”. Zehiri altın tasta sunuyorlar. Aileler bilinçli değilse bu güzel teklife hayır demeleri ne mümkün.

Bu değirmene bilerek ya da bilmeyerek su taşıyan ailelerin beklentileri ne? “Biz sürünüyoruz, aman çocuklarımız kendilerini kurtarsın”. Böylece artık “bize değil, düşmanlarımıza hizmet eden, devşirme sistemi”nin taşları döşenmeye başlıyor.

Kimden, neden kurtulacaklar, aileler göz göre göre biricik evlatlarını bu sisteme nasıl ve niçin kurban ediyorlar? Ömürlerinin son zamanlarında bile yanlarında olmayacaklarını göre göre çocuklarının taa Amerikalara gidip oralara yerleşmelerine, yabancılarla evlenmelerine nasıl razı oluyorlar? Bu ülke için bunun ne kadar büyük bir kayıp olduğunu görmeden ve düşünmeden, vatanları ve kendileri adına bu kayıpları nasıl büyük bir gururla içlerine sindirebiliyorlar? Biz bu işin neresindeyiz, devlet ve kurumlar neresinde?

(“Devşirenler”, “Devşirilenler” ve “Devşirilmişlerin Devşirme  Çabaları” ile devam edecek).

/Cevdet YILMAZ
01 Şubat 2019

25 Ocak 2019 Cuma

Enflasyonla Mücadelede Semt Pazarlarının Yeri Ve Önemi


Daha önce semt pazarlarının Samsun için önemini yazmıştım. Yerel seçim sürecine girdiğimiz şu günlerde konuyu tekrar ele almamızı gerektiren çok sayıda gelişme oldu. Bunların başında çarşı pazar fiyatlarındaki anormal artışlar. Evet, kış sezonu, sebzenin biraz pahalı olması kabul edilebilir. Fakat bu kadar yüksek rakamlar neyin nesi? Dar gelirli çaresiz. Tüketicinin cebini yakan fiyatlar üreticinin cebine girmiyor. Üretici ile tüketici arasındaki fiyat farkını anlamak ve açıklamak hayli zor. Basın yayına bakıyorsunuz hep “aracılar” suçlu. 

Samsun şehri iki tarafındaki verimli ovaları ile tam da bu anlamda Türkiye’nin en şanslı yerleşim yerlerinden biri. Çarşamba Ovası’nın fındık istilasına henüz tam olarak uğramamış Dikbıyık çevresindeki bir kısım köyler ile Bafra Ovası sebze tarımında çok önemli. Bu kadar yakında böylesine bir üretim potansiyeli varken (diğer şehirleri anladık ta) Samsunlular niçin pahalı sebze yiyor?

Tam seçim arifesindeyiz. Başkan adaylarının hem yöneticilik yaptıkları dönem içinde hem de şimdi pazarlardan haberleri yok. Olsa böyle olmazdı diyerek hatırlatalım istedik;

-Üretici açısından; şehrin yakın çevresindeki sebze üretimi yapan köylüleri baş tacı edelim, üretmeleri için onları var gücümüzle teşvik edelim. Bunun için semt pazarlarında onlara kolaylık sağlayalım. Yeri yurdu belli olsun. Ulaşımlarını kolaylaştıralım, rahat gelip gitsinler, ürettiklerinin tamamının getirebilsinler ki bolluk olsun, bu bolluk fiyatları aşağı çeksin. Pazar yerlerinde (komşuya, kahvehaneye, muhtaç olmadan) mescidi, lavabosu, tuvaleti, kışın sıcak çay servisi olsun.

-Tüketici açısından; kadınlar iş hayatına girdi. Gündüz çalışıyorlar. Hafta içi pazara gitmeleri zor, ancak akşamüstü gidebilirler. O yoğunlukta da çile çekiyorlar. Niçin? Pazarlar adam gibi pazar değil, zabıta denetlemiyor. Tezgâhlar gelişigüzel kurulmuş, yürünmüyor. Pazar arabaları, çadır direkleri derken adım atmak zor. Çocukluysanız daha da zor. Bütün bunlar tüketiciyi marketlere yönlendiriyor. Pazarların müşterisi azalıyor, pazarcılara da daimî müşteri lazım, haftalık satma durumuna göre mal getiriyor. İstikrar yakalayabilirlerse daha güvenli ve daha fazla ekim yaparlar.

-Marketler ne yapıyor? Onlar da; yakın çevreden mal almıyor, uzaktan getiriyor, marketlerde seçerek alma gibi bir avantaj varsa da seçtikçe, dokundukça sebze meyve pörsüyor. Kasanın yarısı atılıyor. Kasanın yarısı ziyan olunca market bu zararı sebze meyve fiyatına iki kat zam koyarak telafi ediyor. Başka ne yapıyor? Raf ömrünü uzatmak için daha olmamış, olgunlaşmamış sebze meyveyi yediriyor. Hem tat alamıyoruz, hem iki kat para veriyoruz. Daha vahimi ise ulusal marketler sokak aralarını doldururken sadece bakkalları değil manavları da yok ettiler. Böylece Samsun köylüsü ile manav bağlantısı kesildi.

 Sonuçta ne oluyor? Çarşamba’nın Bafra’nın tam olgunlaşmış, akşam tarladan sökülmüş sabah pazara gelen sebzesini sırf bu duyarsızlık ve umursamazlıklar yüzünden kaybediyoruz. Köylüler bin cefa ile elde ettikleri mahsulü gerçek değerine satacak imkanı bulamıyor. Üretmekten vazgeçiyor. İl ve ilçe merkezlerine yerleşip o da tüketici oluyor. Samsun’un parası Samsun’da kalmıyor, dışarı gidiyor. Müstahsil ve mahsul (üretici ve ürün) azaldıkça fiyatlar artıyor. Aynı oranda gelirimiz artıyor mu? Hayır.

Ey yöneticiler! Sebze meyve fiyatlarındaki anormal farktan aracılar sorumlu ise niye üretici köylünün doğrudan şehirde mahsulünü en kolay ve en çabuk şekilde satmasının önündeki engelleri kaldırmıyorsunuz? Bu kolaylıkları yapmanıza da aracılar mı engel oluyor?

Ey ilk ya da ikinci, üçüncü kez yönetime talip olanlar!  Bu konular niçin sizin gündeminizde yok? Liderlerinizden “bunlardan da bahsedin” diye sufle mi bekliyorsunuz?

Diyorum ki; Samsun bu olumsuz zinciri kırabilir. Çevresinden başlayarak sebze meyvedeki oyunu bozabilir, Türkiye’ye örnek olabilir. Bu çark olumlu yönde dönmezse Bafra Ovası da yakın gelecekte fındığa terk edilebilir. Olumlu yönde olursa Çarşamba Ovası’nda Dikbıyık’tan itibaren doğu yönde Terme’ye kadar fındıklar sökülüp tekrar sebze tarımına başlayabilir.

Sesimizi duyan var mı?

/Cevdet YILMAZ
25 Ocak 2019

20 Ocak 2019 Pazar

Daha Az Ölüm, Daha Az Doğum (Less die, less birth)


Önceki yazımızda doğurganlık üzerinde rol oynayan faktörlerden bahsetmiştik.  Bu konuyu güncel bir ek yaparak bitirmek istiyorum; “bebek ölümleri ile doğurganlık arasındaki ilişki”.

Malum olduğu üzere dünyaya gelen her canlı yaratılış kanunları çerçevesinde neslini sürdürmek ister. Bunun için öncelikli şart dünyaya geldikten sonra hayatta kalmayı başarabilmektir. Allah (CC) bütün canlılara hayatta kalma ve yaşamlarını sürdürme konusunda türlü yetiler vermiştir. Kimi hızlı koşar hayatta kalır, kimi durduğu yerden zehir salgılar düşmanı yaklaşamaz.  Bu kurallardan biri de nesli tehlikede olanların çok doğurması (yavrulaması), nesli (göreceli olarak) tehlikede olmayanların ise daha az doğurmasıdır.

Şimdi konuya gelelim: Gelişmiş ülkeler yıllardır (siz ister dünya kaynaklarını paylaşmak istemedikleri, ister sömürü, ister dinî inanç olarak rakip gördükleri için deyin fark etmez) geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin nüfuslarının daha fazla artmasını istememektedirler. Nitekim ülkemiz de bundan nasibini almış, Batılı ülkeler yıllarca Türkiye nüfusunun artmaması için (başka hiçbir alanda vermedikleri ilaç ve araç gereci) aile planlaması (daha açık ifadeyle doğumların azaltılması) için bedava vermişlerdir.

Peki bu yöntemler işe yaramış mıdır? Tam olarak evet diyemeyiz.

Bir anne için doğurduğu çocukların “kaçı yaşayacak” sorusu çok önemlidir. Nitekim iki nesil geriye gidin Türkiye’de kardeşlerden birkaç kişinin bebeklik veya çocukluk çağında ölmediği aile yok gibidir.  Yedi tane doğurdum üçü öldü, dördü yaşıyor benzeri ifadeleri herkes büyüklerinden duymuştur. Bizim kuşakta bebek ölümleri azalmış, şimdiki genç kuşakta ise sağlıktaki gelişmeler, aşılarlar salgın hastalıkların önlenmesi, beslenme ve hijyen şartlarını düzelmesi gibi sebeplerle bebek ölümleri binde 10’ların altına gerilemiş, neredeyse gelişmiş ülke ortalamalarını yakalamış durumdayız.

Şimdi bu bakış açısıyla dünyaya bir göz atalım: Doğurganlığın en yüksek olduğu Nijer, Çad, Afganistan gibi ülkeler aynı zamanda bebek ölümlerinin de yüksek olduğu ülkelerdir. Gelişmiş Batılı ülkeler ise hem bebek ölümlerinin hem de doğurganlığın düşük seviyede olduğu ülkelerdir.

Bu sonuç bizi nereye götürür derseniz; bebek ölümlerini önlemeniz ya da azaltmanız durumunda (doğurduğunuz bebeğin hayatta kalma şansının artmasına bağlı olarak) doğurganlık düşmekte, buna bağlı olarak da o ülkede nüfus artış hızı gerilemekte, nüfus artışı kontrol altına alınabilmektedir.

Şimdi sıra can alıcı soruya geldi. Batılı ülkeler kimsenin gözyaşına bakmadan türlü silahlarla, savaş metotlarıyla Afrika’ya, Ortadoğu’ya saldırırken, çocukları katlederken UNİCEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) ne yapar? Bir tarafta savaşlarda çocuklar ölürken, yoksullukla mücadele vb propagandalar eşliğinde Sahra altı Afrika ülkelerinde zenci çocukları niçin yaşatmak istiyor? Bu ikiyüzlü çabanın altında ne var? Afrikalı çocukları çok mu seviyorlar?

Bize göre hayır. Elbette insanlık ölmedi, bu işin insani bir tarafı da mutlaka vardır. Fakat asıl amaç “bebek ölümlerini azaltmadıkça, doğurganlığı azaltamazsınız, doğurganlığı azaltmadıkça nüfus artışını kontrol edemezsiniz” gerçeğinde gizlidir.

Evet, artık aile planlaması gibi yöntemler geri kalmış ülkelerde etkili olmuyor. Fakat bebek ölümlerinin azaltılması geri kalmış ülkelerin nüfuslarını kontrol etmek, onların aşırı artarak Batının sömürmekte oldukları kaynaklarına ortak olmalarını engellemenin en kestirme yolu görünüyor. Biyolojik örnekleri hatırlayın; nesli tehlikede olanlar daha fazla çoğalıyor. Bebeklere yaşama garantisi verdiğinizde ise doğurganlık düşüyor

İşte “daha az ölüm, daha az doğum (less die, less birth)” söyleminin arka planı budur.

Bu tespitler bizi “o halde bebek ölümleri nüfus artışı için gereklidir” gibi bir sonuca götürmemelidir. Burada vurgulanmak istenen asıl amaç; dünya genelinde doğurganlığı düşürmenin, yani hızlı nüfus artışını önlemenin bir yolunun da bebek ölümlerini azaltmaktan geçtiğinin anlaşılmış olmasıdır.

/Cevdet YILMAZ
20 Ocak 2019


16 Ocak 2019 Çarşamba

Doğurganlık Üzerinde Rol Oynayan Faktörler


Doğurganlık Üzerinde Rol Oynayan Faktörler
Malum olduğu üzere Türkiye’de medyan (ortalama) yaş yükselmekte, mevcut nüfus içinde yaşlı nüfus oranı artmakta, bunlara paralel olarak doğurganlık oranı hızla gerilemekte, kadın başına çocuk sayısı azalmaktadır. Sonuçta toplam nüfus şimdilik (yılda 1 milyon kadar) artmaya devam etse de nüfus artış hızı gerilemekte, Türkiye’nin gelecek yıllarda 100 milyon olma ihtimali sona ermekte, önce durağan ardından gerileyen nüfus tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. (Tabi bu öngörüleri, Suriyelilerin Türkiye’de kalma ihtimali örneğinde olduğu gibi, ileride karşı karşıya kalacağımız benzer büyük nüfus hareketlerini göz ardı ederek yaptığımızı da belirtelim).

Türkiye 1955-1960 yılları arasında nüfus artış hızında binde 28 ile rekor kırmış, o tarihten bu yana nüfus artış hızı gerileyerek günümüzde binde 10’lar seviyesine yaklaşmış bulunmaktadır. Gerileme negatif yönde olup azalma devam etmektedir Yakın bir gelecekte nüfus artış hızı önce binde sıfır seviyesine inecek, ardından toplam nüfusta gerileme başlayacaktır.

Türkiye halihazırda gelişmiş batılı ülkelerin seviyesinde olmasa da onların yolundan gitmekte, onların son yüz yılda yaşadığı tecrübeyi biz son 50 yılda yaşamaktayız.

Yine bilindiği gibi yöneticilerimiz bu kötüye gidişi durdurmak için her aileye üç çocuk tavsiye etmektedir.

Peki bu tavsiyenin gerçekleşme imkânı var mıdır? Bize göre yoktur. Nedenini açıklayalım;

-Türkiye hızla kentleşmektedir. Kentlerin sayısı çoğalmakta, mevcut kentler daha da büyümekte, kentlerde yaşayan nüfus kırların aleyhine giderek artmaktadır. Kentleşme, diğer adıyla şehirleşme doğurganlık oranlarını düşüren çok önemli bir faktördür.

-Şehirlerde yaşam maliyeti yüksektir. Büyük aile büyük ev, büyük ev daha fazla kira demektir. Az çocuk küçük ev, küçük ev az kira, az kira daha kolay geçim demektir. Böylece evler küçülürken, aile küçülmekte, çocuk sayısı da buna paralel olarak azalmaktadır.

-Türkiye hızla çekirdek aileye geçmektedir. Yıllarca zorunlu olarak uygulanan iki çocuk politikası günümüzde gerçekleşmiş görünmektedir. Farkındaysanız üç çocuk söylemlerine rağmen anayasanın ilgili maddeleri ve buna bağlı mevzuat değişmediği için devlet halâ iki çocuktan fazlasına çocuk parası vermemektedir. Verdiği çocuk parası da para olsa, yaklaşık 50 lira, bozdur bozdur harca (!).

-Eğitim seviyesi yükselmiş, eğitim süreci uzamıştır. Liseden sonra üniversiteye giden nüfusun artması, üniversite sonrasında iş bulma, kendi ayakları üzerinde durma, sonra evliliği düşünme gibi nedenlerle evlilik yaşı otomatik olarak 8-10 yıl ötelenmiştir. Yeni evlilerin çocuk istekleri de bu ötelenmeyle yarı yarıya azalmaktadır.

-Zorunlu eğitim kız çocukların erken yaşta evlenmesini önlemekte, genç yaştaki yüksek doğurganlık ihtimali geç yaşta düşük doğurganlıkla yer değiştirmektedir. 18 yaşına kadar okuduktan sonra üniversiteye gitme isteği, sınavı kazanana kadar geçen süreç, kazandıktan sonra geçen süre hepsi birlikte evliliği geciktirmekte, ileri yaşlar ise doğurganlığı düşürmektedir.

-Kadınların çalışma hayatına girmesi başlı başına doğurganlığı engelleyen bir faktördür. İşyerlerinin anne adayları ya da annelere karşı tutumları bellidir. Özel sektör devlet gibi değildir, doğum izni, süt izni gibi konularda personeline hoşgörülü davranmamaktadır. İşini kaybetmek istemeyen kadınlar, ya da çalışmak isteyen kadınlar bu hususları göz önüne almak durumundadır.

-Hayat pahalılığı çok çocuğu engelleyen bir unsurdur. Günümüzde iki tane küçük çocuğu olan bir memurun çocuk bezi parası maaşının dörtte birine karşılık gelmektedir. Daha bunun maması, kreşi, vesairesi gibi pratikte yaygın olarak dile getirilen bu tür şikayetler yeni evlilerin çocuk isteği üzerinde olumsuz etki yapmaktadır.

-İstihdam sorunları ve genç işsizlik oranlarının yüksekliği, mezun olunca iş garantisi veren üniversite bölümlerinin tercih edilmesine neden olmaktadır. Buralara girmek için daha iyi eğitim alma zorunluluğu, önce dershane veya etüt merkezlerine ardından özel okullara yönelme ihtiyacı, bütün bunlar çocuk başına eğitim maliyetlerini arttırmıştır. Orta gelirli bir ailenin birden fazla çocuğunu özel okulda okutması, ya da nitelikle eğitim aldırması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu durum tek çocukla yetinmeyi beraberinde getirmiştir.

-Geçim sıkıntısı, işsizlik ve diğer sosyo ekonomik nedenler aile içi şiddeti ve boşanma sayılarını arttırmıştır. Bu durum aile güvenliğini tehdit etmekte, boşanma ya da şiddet görme ihtimaline karşı daha az çocuğun mağdur olması düşüncesiyle birden fazla çocuk istenmemektedir.

-Feminist hareketlerin de etkisi ile serbest yaşam popüler hale gelmiş, normal evlilikler yük olarak lanse edilmeye başlanmıştır. Televizyon ve internet ortamında bu durum ve çağdaş hayat olarak sunulan tarz daha normalmiş gibi gösterilmektedir. Bu tür örnekler evlilikleri engellemekte, bu da doğurganlığı düşürmektedir.

-Erkek çocuk olana kadar çocuk yapma gibi durumlar toplum içinde artık kabul görmemektedir. Kız çocuklara karşı önyargı bitmek üzeredir. Hattâ kız çocuklarının ailelerine bağlılığı (özellikle Batı bölgelerimizde) erkek çocuktan ziyade kız çocuk isteğini öne çıkaran durumlar yaratmıştır.

-Sosyal güvencenin artması ve ülke nüfusunun büyük kısmının sosyal güvenlik sistemine dahil edilmesiyle “hastalığımda, yaşlılığımda bana kim bakacak?” sorusunun cevabı artık “çocuklarım bakacak” değildir. Bunun yerini “devlet bakacak, sigortam bakacak” almıştır. Bu durumda fazla çocuğa gerek yoktur. Çekirdek aileye geçiş ve gurbetçilikle birlikte zaten çocuklar uzaktadır ve aileler yalnızdır. Çok çocuk olduğunda bunların anne babaya bakma ve onların yanında olma ihtimalleri giderek azalmaktadır. Huzurevi benzeri yerlere talep artmakta, bunların reklamı yapıldıkça da çocuk sahibi olma isteği (zaten yaşlılığımda yanımda olmayacaklar düşüncesiyle) törpülenmektedir.

-Çekirdek aileye geçiş ile birlikte aile baskısı azalmış, şehirleşme ve apartman hayatıyla da mahalle baskısını sona ermiştir. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda evlilik yaşına gelen kişiler üzerinde eş, dost ve akrabalar tarafından yürütülen evlilik baskısını ortadan kaldırmıştır.  Evlilik dışı çocukların halihazırda toplum nazarında kabul görmemesi ise evliliklerin azalmasına bağlı olarak çocuk sayısını da azaltmaktadır.

Yukarıda bir kısmını dile getirdiğimiz bütün bu ve benzeri hususlar Türkiye’de doğurganlık üzerinde etkili olmaktadır. Artış isteği yönündeki bütün siyasî söylem ve teşvik vaatlerine karşılık Türkiye’de doğurganlık oranları düşmeye, nüfus artış hızı da gerilemeye devam etmektedir.

Bahsettiğimiz bu sorunlar çözülmedikçe nüfus artış hızı pozitif yönde seyretmeyecektir. Sadece artış yönündeki teşvikler yeterli olsaydı Batı Avrupa ülkeleri bunu çoktan başarmış olurdu.  Bu durumda Türkiye bir yandan bahsedilen sorunların üstesinden gelmek için yoğun çaba sarf etmeli, diğer yandan da yakın gelecekte karşı karşıya kalacağı yaşlı nüfus problemine hazırlıklı olmalıdır.

/Cevdet YILMAZ
16 Ocak 2019

26 Aralık 2018 Çarşamba

Bilim İnsanına İnanmak ve Amerikan Felaket Filmleri


Kur’an-ı Kerim’de Yasin Suresi’nin 13. ilâ 31. Ayetleri arasını bir hatırlayalım. Mealen bu ayetlerde Allah-ü Teâlâ bir mesaj veriyor. Azıp sapmış, yanlışta ısrar eden bir kavim var. Bu kavmi doğru yola, hakikate, gerçeğe çağıran da iki kişi var. Sapkın kent halkı kendilerini hidayete çağıran, doğru yolu tavsiye eden bu kişileri yalanlıyor, “sizin ne üstünlüğünüz var, siz de bizim gibi insanlarsınız” diyerek onları kurtuluşa çağıran bu kişileri yalanlıyorlar. Hakkı, gerçeği tebliğ etmek üzere gönderilen bu kişiler 16.Ayette “Rabbimiz biliyor ki biz size gönderilmiş elçileriz”, 17.Ayette de “Bize düşen açık bir tebliğden başka bir şey değildir”, diyorlar. Kent halkı ise 18.Ayette “Sizin yüzünüzden uğursuzlukla karşılaştık. Eğer bu işe bir son vermezseniz sizi mutlaka taşlayacağız…” diyerek tepkilerini ortaya koyuyorlar, elçilere inanmadıkları gibi onları tehdit ederek susturmaya kalkıyorlar. 21.Ayet ise çok ilginç; “sizden hiçbir ücret istemeyen bu kişilere uyun, onlar dosdoğru insanlar” deniyor.

Şimdi konuya gelelim. Peygamberlerin varisleri olan bilim insanları gerçeği söylemek zorundadırlar. Araştırma ve çalışmalarında elde ettikleri bilgileri insanlığın faydasına sunmalı, (elbette öncelikle kendi vatandaşları ve ülkelerinin menfaatlerini de gözeterek) doğruyu göstermeli, iktidarın ve güç odaklarının etkisinde kalarak halkı yanlış yönlendirmemelidir.

Bu minval üzere Amerikan (ABD’nin) felaket filmlerine bir göz atalım. Hangisini isterseniz, hiç önemli değil; Köpekbalığı, Piranalar, Karıncalar, Yaban Arıları, Volkanlar, Depremler, Seller, Dev Dalgalar, Göktaşının Dünyaya Çarpması… Bütün bu filmlerin ortak bir özelliği var. Ortada bir bilim insanı var. (Bu genelde başrol oyuncusu oluyor). Bu kişi kendi alanında uzman, yeterli bilgiye sahip ve bilgisini halkın menfaatine kullanıyor ve hiç çekinmeden de fikrini söylüyor. Sonra bu bilim insanına inananlar var. O’na davasında (film boyunca) yardımcı oluyorlar, felaketin gelmekte olduğunu onun ağzından halka duyurup hep birlikte insanları uyarıyorlar.

Bir de karşı taraf var (ayette geçen şehir halkı gibi). Bunlar “felaket geliyorum” derken bu felaketi umursamadan cebini doldurmaya çalışanlar, menfaatleri peşinde koşanlar. Misal; bunlar o sırada bir festival yapıyorlar, turistler akın akın geliyor, bol kazanç umuyorlar.

İşte bu ortamda festival alanının girişinde bilim insanı beliriyor. Yaklaşan tehlikeyi (depremi, volkanın patlamak üzere olduğunu, piranaların havuzdan kaçıp nehre yayıldığını…) haber veriyor. Fakat tıpkı ayetlerde olduğu gibi menfaat sahipleri O’nu susturmaya çalışıyor, “sesini kes, düzenimizi bozma, gelirimize engel olma, yoksa seni tutuklatırız, yok ederiz” diyorlar.

Sonra ne mi oluyor? (Filmin konusu olan) felaket mutlaka gerçekleşiyor. Bilim insanı ve ona inananlar kurtuluyor, menfaatine ters düştüğü için bilim insanının susturmaya kalkanlar ise feci şekilde ölüyor.

Bütün bu filmlerde verilmeye çalışılan mesaj; “bilim insanlarına uyun, onlar doğruyu söylüyor, menfaatperestlere uymayın, yoksa helak olursunuz”. Bu fikir (bu tür filmlerle) insanların bilinçaltına yerleştiriliyor.

Peki bu gerçekten böyle oluyor mu? Bence evet. Amerikan hükümeti kasırga uyarısı yaptığında hiç kimse acaba demiyor. Bilim insanları doğru söylüyor diyerek gerekli tedbirleri alıyor, evini terk edecekse ediyor, yer değiştirmesi gerekiyorsa hemen yola çıkıyor.

Peki ülkemizde öyle mi? Misal; 1999’dan beri İstanbul Depremi üzerine sayısız yayın yapılmış, her sarsıntıda beklenen deprem diyerek televizyon ekranları parsellenmiş, halkımız korkutulmuştur. Deprem olmayınca da yalancı çoban hikayesinde olduğu gibi insanlarımızın bilim adamlarına güveni sarsılmıştır. Şu an deprem olacak dense acaba İstanbul’da kaç kişi sıcak yatağından çıkar? Yüzde doksanının hiç istifini bozmayacağına eminim.

Şimdi aynaya bir bakalım; bilim insanlarımız halkımızın gözünde “bunlar doğruyu, yalnız doğruyu söylerler, bunlara uyalım” denecek durumdalar mı? “Hayatta en hakiki mürşit ilim” ise, ilim insanlarımızı “mürşit” kabul eden kaç kişi var. Ya da, kaç tane bilim insanımız çalışmalarında elde ettiği bilgiyi milletinin ve insanlığın faydasına sunarken kimsenin karşısında eğilip bükülmeden, (korkmadan, çekinmeden sadece Allah rızası için), bunları haykırarak gerçek “mürşit” olma iddiasında. Bu ülkede din âlimlerimiz için bile “söylediğini yap, yaptığını yapma” deniliyorsa… (ah, ah), varın gerisini siz düşünün.

Hasılı kelam bilim insanı olarak hak ve hakikati araştırma ve bunu yayma yolunda kat etmemiz gereken daha ne kadar çok yol var. Gâvur gâvur iken ayetin sırrına vâkıf olup, dinince onunla amel ederken, biz nelerle uğraşıyoruz. Allah yâr ve yardımcımız olsun.

/Cevdet YILMAZ
26 Aralık 2018

3 Aralık 2018 Pazartesi

Futbol Ciddiyet İster


Sezon başından bu yana gittiğimiz her deplasmanda Samsunspor’a karşı gösterilen saygı ve sevgiyi gördükçe mutlu olduk… Sarıyer maçını saymıyorum, zira oradakiler ruhları kirli, hazımsız insanlar (!) topluluğuydu… Ağızlarından akıttıkları küfür salyalarıyla kimliklerini ortaya koymuşlardı… Uşakspor ile bir adet kupa maçı haricinde bir araya gelmişliğimiz yoktu… Maç öncesi, içi ve sonrasında Samsunspor topluluğuna gösterilen ilgi ve sevgi takdire şayan bir durumdu… Eli kalem tutan, bu güzelliklere şahit olanlardan biri olarak, yüzlerce kilometre uzaklıkta olsalar da haklarını teslim etmek, kendilerinden övgüyle bahsetmek boynumuzun borcudur…

SAMSUN BÜYÜKTÜR, BÜYÜK KALACAK ! söyleminin altında çok manalar yatmaktadır… İki camianın taraftarlarının karşılıklı diyalogları, kasete alınıp, eğitim çalışmalarında örnek olarak gösterilmesi görevi ülke futbolunu yönetenlere aittir… Son derece çirkinleştirilmiş, hala da bu yolda hız kesmeden devam eden bir anlayışa karşı, BU BÖYLE GİTMEZ! haykırışında bulunarak karşı DEVRİM hareketinin kıvılcımları yakanlara selam çakıyorum… Küfürsüz, kavgasız, rakibe saygı duyan, centilmenliği şiar edenlerin oluşturacağı güç kartopu gibi büyüyerek, edepsizleri, hayâsızları, şarlatanları önüne katarak sürükleyecek, altına alıp ezecektir… Buna inanıyorum…

Samsunspor’un başlattığı KÜFÜRE HAYIR dalgasının etkilerinin görülmeye başladığı, örnek alınarak destek verildiğini görmek, her sporsever gibi beni de ziyadesiyle mutlu ediyor… Maça geleyim mi, gelmeyeyim mi?  Bilemiyorum… Güle oynaya, keyifle maç izlememizi istemeyen birileri var… Kaybeden ekibin basın mensuplarının yüzleri nasılsa, bizimkisi de öyleydi…

İşte size maçın teknik analizi… Varın gerisini siz hayal edin…

/Resul AKÇAY
3.12.2018