31 Mayıs 2007 Perşembe

Fotoğrafçının Zor Ânı



Fotoğraf: Mertkan SEÇGİN




"Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir."
M.Kemal ATATÜRK

Hayatın akışı sırasında fotoğraf sanatçısının yaptığı, kayıp giden zamanın içinden ilginç bir kare yakalamaktır. Yakalanan görüntü, gözümüze ve gönlümüze hoş gelen iç açıcı bir fotoğraf ise sanatçıyı kutlar, gidip gezilip görülecek bir yer ise fotoğrafından sonra oraya gider almamız gereken hazzı alır mutlu oluruz. Sorun, gözümüze hoş gelse de gönlümüze sığmayan yalnızlığı, çaresizliği, acıyı ve hüznü yansıtan görüntülerin önümüze konduğunda ortaya çıkmaktadır. Tıpkı güzel bir görüntünün bulunduğu yere gidip ondan canlı canlı haz almak gibi, bu acı ya da burukluğu bize taşıyan fotoğraftaki insan / varlık için de bizzat ya da dolaylı yoldan ona “bir el uzatarak” katkıda bulunmuş olmanın hazzını da  yaşamak isteriz. Elbette ki fotoğrafçının amacı sadece görüntü yakalamak değil, bu görüntüleri toplumun önüne koyarken duyduğu vicdan azabını diğer insanlarla paylaşmak ruh oluşturmaktır. 

Gülsüm Sami Kefeli İlköğretim okulu Resim ve Fotoğrafçılık Kulübü’nün 28 Mayıs 2007 tarihinde Samsun Büyükşehir Kültür Merkezinde açılan Fotoğraf ve Resim Sergisini gezerken bir fotoğraf üzerinde bu düşünceler geçti aklımdan. Mertkan SEÇGİN Öğretmenimize ait bir fotoğraftı bu. Yukarıda da gördüğünüz gibi “Hamal arabasına arkası dönük olarak binmiş orta yaşın üstünde bir adam ve o arabayı çeken 9-10 yaşlarında yoksul iki çocuk.” Belki de serginin favorisi sayılabilecek, Göze ve gönüle hitap eden, hayatın tüm renklerini taşıyan bir fotoğraftı. Soru, “Bu adam sakat mı sadist mi?  Belki de sergi boyunca hocamızı yoran sorular bunun cevabını aramaya dönük sorulardı. En iyimser varsayımla “tamam adam naçar”dı diye düşünelim. Peki “Kim bu adam?”. Gerçekten yardıma muhtaç birisi mi?  Sakat ise, eğlence ve tüketim çılgını bir toplum O’na neden sahip çıkmıyor da bunun yükü iki sabinin omuzlarına yükleniyordu?” Sorular… Sorular… Sorular… Fotoğrafçının zor anı dediğim nokta burasıdır işte.

Bilindiği gibi, haber fotoğrafçılığının dışında çoğu kişi bu sanatı “hobi”  olarak yapmaktadır. Çektiğiniz bir fotoğrafı arşivinizde saklamanız ve zaman zaman açıp eşinizle dostunuzla birlikte bakmanızda sizin ve başkaları için hiçbir sorun yok. Bu görüntüleri diğer insanlarla paylaştığınız an işte o zaman, omuzlayıp, vuruyorsunuz toplumun sorunlarını sırtınıza. İnsan vicdanının görmeye tahammül edemediği görüntülerin hikayesini bilme ve aktarma sorumluluğu önce fotoğrafçının omuzlarında, sonra toplum yöneticilerinin ve en sonra da kamuoyu baskısı oluşturulması için bireylere düşmektedir. Mertkan Öğretmenimizin bu çalışması ilk akla gelen bir örnek. Fotoğraftaki objeler sadece insanla sınırlı değildir tabi. Bu, yerine göre bir “hayvan”, yerine göre bir “ağaç-bitki” hatta metruk bir “bina” da olabilir. Başka bir örnek olması açısından Cumhuriyet Meydanının hemen yanında, bir Endüstri Mirasımız olan TEKEL binalarının bu harabe durumlarını yansıtan fotoğraflar benim yüreğimi hep sızlatmıştır. Nice ömürlerin tüketildiği, umutların yeşerip söndüğü, tarihin canlı tanıkları buralar ne kadar sessiz ve ne kadar garip ve mahzun değiller mi?

Mertkan Öğretmenimizin, “Bir anlıktı. Evin camından gördüm. Bu kareyi hasbe-l kader yakaladım. Ancak, koşup dışarı çıktığımda oldukça uzaklaşmışlardı.” açıklamasının altında “peşi sıra koşup gidememenin nedametini” hissettim. O an aklıma 1994’te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter geldi. O fotoğraf Bkz: http://sonnur.blogcu.com/ac-mezari/35065  “zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabayı yansıtmaktaydı.”  Bu anı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmış, ancak Carter küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş, oradan uzaklaşmıştır. Bu yüzden yoğun eleştirilere maruz kalan Carter, profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi (O dönemde, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hasta insanlara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyorlardı) olmadığını söyleyerek kendisini savunsa da İnsani sorumluluk duygusu ve vicdan azabı onun intihar edişine yol açmıştı. Tabi, Sorumsuzlukla suçlanan Kevin Carter, bu fotoğrafıyla insanlara verdiği mesaj sayesinde dünyadaki yardım örgütlerine büyük miktarlarda maddi kaynak akmasına vesile olmuş, hiçbirimizin başaramayacağı miktarda üstelik dünya ölçeğinde bir duyarlılık husule getirmiştir.

Sonuç olarak, fotoğraf sanatı sanat için yapılan bir sanat değil, toplum için yapılan bir sanattır. Bir karenin hikâyesini bilmek gibi bir sorumluluğu olmayan sanatçılarımızın duyarlı bir gözle bakıp gözler önüne serdiği olumsuzluklara duyarsızlığımız ölçüsünde bizlere çok büyük görevler düşmektedir.

Bu vesileyle sayın öğretmenimizi tebrik eder, başarılarının devamını dilerim. Öte yandan, başarılı kişilerin arkasında onu her zaman destekleyen, onurlandıran bir toplumunun olduğunu da belirtmek isterim. Hayat damarlarımızı koparmamak için bu değerlerimize en azından bir teşekkürü çok görmeyelim. Yaşamanın aslında bir sanat olduğunu unutmayalım. Sözümüzü Atamızın şu veciz sözüyle bitirelim “Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

/Çetin KOŞAR
31.05.2007

3 Mayıs 2007 Perşembe

Köylüler Dindar Olmak Zorundadır.




Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk, Şubat 1924 yılında kendisiyle röportaj yapan Fransız gazeteci Maurce Perno’nun “- Yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak mı?” şeklindeki sorusuna; “-Siyasetimizi, dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz. Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum.” Diye cevap vermişti.

Yine Ankara Orman Çiftliğinde muhtelif konularda yapılan görüşmeler sonunda Asaf İlbey Efendi Atatürk’e; “- Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum” der. Atatürk: “- Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.” Cevabını verir.

Din nedir?
Mademki din vardır ve gereklidir, o halde din nedir? Onun tarifini yapmaya çalışalım. Din, genel bir ifade ile “Yaratıcı tarafından konulmuş ilahi kurallar bütünüdür.” Bir başka ifade ile din, Allah’ın Peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirdiği, dünya ve ahiret mutluluğu için konulmuş bir düzendir. Ve sadece bir nasihat ve öğütten ibarettir. İyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İsteyen uyar, istemeyen uymaz. Ancak, herkes kabul ettiğinin sonucuna katlanır. Yani iyilik eden iyilik, kötülük eden kötülük bulur. Demek ki din bize, dünyada nasıl yaşarsak mutlu olabileceğimizin yollarını öğretir.

Niçin İbadet Ediyoruz?
Dinin koyduğu kurallardan birisi de “ibadet etmek” tir. İbadet, yalnızca Namaz, oruç, hac,
Zekât ve Allah’ın varlık ve tekliğine, Peygamber(sav) O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek değildir. Bizim namazı kıldığımız gibi, namazın da bizi kılması gereklidir. Yani yapılan ibadetlerimizin hayatımıza yansıması gereklidir. Yunus’un dediği gibi “ Eğer bir gönül kırdıysak, kıldığımız namaz, namaz değildir.”

İbadet, kelime anlamı olarak “Yüce Allah’a itaat etmek, boyun eğmek” demektir. İman ve ibadet konusunda ancak akıllı kimseler sorumluluk altındadırlar. Reşit olmayanlar ve akılsızlar dinin icaplarından muaftırlar. Onların mesuliyetleri yoktur. Her kim akıl sahibi ise insanca yaşamak zorundadır ve bu bir ibadettir. Allah’ın kulu olarak onun hoşnutluğunu kazanmak için yapılan her davranış ve söylenen her söz bir ibadettir.

Bizi mükemmel bir şekilde yaratan, yaşatan ve hayatımızı sürdürmemiz için gerekli her şeyi bize bahşeden Allah’tır. Dünyaya gelmeden bile sayısız nimetlerin kapıları bizim için açılmaktadır. Bize verilen nimetleri saymaya kalksak Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile saymakla bitiremeyiz. “Hâlbuki Allahın nimetlerini teker teker saymaya kalksanız, sayamazsınız.”(Nahl, 16/18). Allah’ın bize verdiği bu nimetlerden dolayı O’na şükretmek, O’nu tanımak, O’nun kulu olduğumuzu hatırlamak vazifemiz değil midir?

Yapılan her ibadet insanın inancını kuvvetlendirmekte, ahlaken yüceleştirmekte, insanı manen olgunlaştırmakta, insanlar arasında kardeşlik duygularını geliştirmekte, insanı küçülten duygulardan, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmakta, insana huzur ve mutluluk getirmekte ve en önemlisi hayatın çeşitli güçlüklerine karşı dayanma gücü ve direnme azmi kazandırmaktadır.

Gelelim Köylümüze.
Köy, sözlüklerde “oturanlarının çoğu çiftçilik, çobanlık ve orman işleriyle geçinen, kasabalardan küçük, kırsal yerleşim yerleri” olarak tanımlanmaktadır. Köylü denince akla hemen “toprakla uğraşan insanlar” gelmektedir.

Günümüzde ülkeler sosyal, ekonomik ve siyasal yapıları bakımından çok farklılıklar göstermektedirler. Zengin ve problemi az olanlar “gelişmiş”, fakir ve problemleri büyük olanlar “geri kalmış” bu ikisinin ortasında olanlar ise “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandırılmaktadır. Bizim ülkemiz de ortadaki sınıfa dahildir. Yani,  gelişmekte olan bir ülkeyiz.

Gelişmenin ifadesi kalkınmadır. Kalkınma, kişi başına düşen milli gelirin artması demektir. Milli geliri kim artırır? Bu soruyu şöyle cevaplayalım. Bir ekonomide üç temel sektör vardır. Bunlar, tarım, sanayi ve Hizmetler sektörüdür. Tarım ve sanayi bir ülkenin üretken sektörüdürler. Hizmetler sektörüyle gelir elde edilir ama bu gelirler seyyal olduğu için her an sağa sola savrulabilir.

Burada yaşanan sıkıntı tarım ve sanayi arasında öncelik sorunudur. İlk zamanlarda bu tartışma sanayi lehine sonuçlanmış, kalkınma için sanayinin önceliği ele alınmış, tarım sektörü ikinci plana itilmiş, böylece üvey evlat muamelesi gören tarım kesimi yoksullaşmış, köylü tarlasını, çiftini çubuğunu terk edip kendi işinin patronu olmak varken sanayi kesiminin işçisi olmak için kentlere yığışmışlardır.

Ve şimdi de Avrupa Birliği dayatmaları ile ekonomimiz çalkalanmaktadır. Sanayiye öncelik vererek tarımı çökerttik, şimdi sıra sanayi ve hizmet sektörü arasında yaşanan öncelik sorunuyla hizmetler sektörünün alıp başını gitmesi ve sanayimiz de aksak ve topal bir hale gelmesidir. Ve geriye, başkalarının ürettiğini alıp satan bir hizmetler sektörü ya da halk tabiri ile “hizmetkârlık” kalıyor.

Köylü Milletin Efendisidir.
Ne hizmetler ne de sanayi sektörü birer üreticidir. Asıl müstahsil tarım kesimidir ve bu işle uğraşan köylüdür. Tohumu toprağa atan, bir tohumdan 10–20–30 tohum elde eden köylü gerçek üreticidir. Başkalarının ürettiğini, alıp getiren, işleyip paketleyen ve satana üretici denmez. Hizmetli, uşak ya da hizmetkâr hatta halayık denir.

Öte yandan, doğal kaynaklar kıt değildir. İnsanların ihtiyaçları da sonsuz değil aksine sınırlıdır. İnsanları açgözlü ve haris bir ruhla yetiştiren soyguncu zihniyetler karşısında ülkemizin tek umudu köylülerimizdir.

Hâlihazırda sanayi öncelikli bir kalkınma modeli altında köylü, ekonomiye bir yük oluşturmaktadır. Tüm zorluklara karşı direnerek ürettiğinin ve emeğinin karşılığını alamayan köylü üzüntülüdür, sıkıntılıdır. Bu onun kalite kaybı demektir. Bu onun yoksullaşması demektir. Zaten kesin ve düzenli bir gelir kaynağı yoktur köylünün…   O, tohumu toprağa serper. Gerisi Allah’a kalmıştır. Lütuf sahibi yüce Allah verir ona hak ettiğini ve alır bunu götürür pazara. Burada iş insanlara kalmıştır. İster alırlar istemezlerse almazlar. Alırlarsa da az para verirler. Hatta köylü ürününü satarsa da KDV öder, alırsa da KDV öder.

Sonuç olarak, gerek devletlerin ekonomi politikaları gerekse doğanın belirsizlik koşulları karşısında köylünün sığınacağı tek liman dindarlıktır. Nasıl ki dünya da yapayalnız kaldığımız bir zamanda dinin bize verdiği “gazilik ve şehitlik” mertebelerine nail olmak için bütün gayret ve say’imizle bu Türkiye Cumhuriyetini bir İmparatorluğun küllerinden meydana getirmişsek, yine aynı azim ve gayretle bu kötü gidişe bir dur diyecek, yine hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayacak hür bir ekonomiye kavuşacağız. Bunun için, Atamızın dediği gibi, milletin efendisi, gerçek üretici köylümüz, yine Atamızın ifadesiyle “daha da dindar olmak zorundadır.” Tüm bu zorluklarla mücadele edebilmek, hakkını koruyup kollamak, haksızlığa karşı koymak hep sabır ve azimle yapılacak işlerdir. Bu gücü de ona dindarlığı sağlayacaktır.

/Çetin KOŞAR 
03.05.2007
http://akbulutkoyu.blogspot.com.tr/2014/01/koyluler-dindar-olmak-zorundadr.html