20 Kasım 2018 Salı

Karadeniz Sahil Yolu İzlenimleri - II (SAMSA)


Bugünkü konumuz SAMSA. Daha önce Karadeniz Sahil Yolu ile ilgili olarak “Laz Seddi”nden bahsetmiştik. Samsa onun devamı.

SAMSA, Samsun’dan başlayıp Sarp’a kadar devam eden Karadeniz Sahil Yolu güzergâhında (bir kısım kesintiler hariç) 500 km boyunca uzanan, (yer yer daralıp genişlemekle birlikte) çizgisel şekilde uzayıp giden ve bir hat boyu (hattî) gelişme gösteren şehrin adı. Samsun’un SAM’ı, Sarp’ın SA’sı; SAMSA. (Şimdilik adını böyle koydum, siz farklı bir isim de önerebilirsiniz). Samsa; şehirlerden oluşan bir şehir, şehirler şehri.

Bu upuzun şehir nasıl ortaya çıktı?

Karadeniz Sahilinde geçmişte karayolu yokken yerleşmeler arasında ulaşım denizyoluyla sağlanıyordu. Her biri bir ırmağın azmak adı verilen düzlüğünde kurulu bulunan bu küçük liman yerleşmeleri zamanla büyüyüp çevrelerine doğru gelişmeye başladılar. Esas gelişme 1950’lerden sonra ortaya çıktı. Bu arada karayolu devreye girdi, deniz yolu unutuldu.

Arazi yapısı düz olmadığı için şehir ve kasabalar ışınsal olarak her yöne gelişemedi. Biraz ırmaktan içeri (güneye) doğru girdiklerinde sel ve taşkın riski önlerini kesti. Yamaçlara doğru da çıkmakta zorlandılar, çünkü heyelan tehlikesi vardı. Sonuçta yerleşmeler doğu-batı yönlü, kıyıya paralel ve çizgisel olarak gelişme gösterdi. Her bir merkez geliştikçe diğeri ile yakınlaştı. Zamanla aralar doldu ve birleşmeye başladılar.

Kırdan kente göç ve diğer nedenlerle yerleşmeler kalabalıklaştıkça mekân sıkıntısı arttı. Bu durum bir yandan doğal kıyıların işgaline, diğer yandan da dikey gelişmeye (apartmanlaşmaya) zemin hazırladı. Derken mevcut karayolu şehirlerin içinde kaldı, trafik zorlaştı, yeni ve geniş bir yola ihtiyaç doğdu.

Karadeniz Sahil Yolu gündeme geldi. Bir kısım bilim insanlarımız yol içerden geçsin, kıyılar tarumar olmasın dese de dinleyen olmadı, kıyı çizgisi üzerinden dolgu yapılarak geçirme fikri galip geldi. (Bu arada, ‘madem dolgu üzerinden geçecek bari demiryolu hattı da ekleyin ki ilerde lazım olur’ önerisine de kulak veren çıkmadı).

Hasılı, sahiller taşlarla dolduruldu, doğal kıyılar yok edildi, 2010’lara doğru yol inşaatı tamamlanıp hizmete girdi. Beklenti müthişti. Ulaşım kolaylaşacak, kazalar azalacak, Karadeniz Dünyaya açılacak, ticaret artacak, yaylalar şenlenecek, turizm gelişecek, göç duracak… daha neler neler.

Bunların bir kısmı oldu. Ama hesapta olmayan başka şeyler de oldu. Ne mi oldu?

Göç durmadı, artarak devam etti. Kırlar hızla boşaldı. Bir kısım nüfus bölge dışına giderken, bir bölümü de sahile indi.  Ulaşım kolaylığı dışa göçle beraber, dışardaki (büyük şehirlerdeki) emeklilerin geri dönüşüne de vesile oldu. Bunların çoğu köylerine değil, sahil boyuna yerleşti. Bu gelişmeler yaylalara çıkışı da kolaylaştırdığı için yaylalar üzerindeki yapılaşma baskısı arttı. Ucube evler arasında katı atıklar görünür hale geldi, sular kirlendi, egzoz gazları sislere karıştı.

Ulaşım kolaylığı ticareti de vurdu. Küçük kasabalardakiler alışveriş için daha büyük merkezleri seçince aradaki merkezler ticari anlamda gölgede kalıp çöküşe geçti.

Trafik güvenliği tehlikeye girdi. Deniz karşıda kaldı yayalar kazaya kurban gitmesin diye araya bariyerler kondu, insanlar 50 m karşıdaki deniz kıyısına ulaşmak için kavşak, üst geçit, alt geçit aradı, kilometrelerce doğuya ya da batıya gitmek zorunda kalanlar var. Her yere yaya geçidi yapılamadı, alt geçit yapıldı onları da (deniz seviyesine yakın olduğu için) su bastı. Üst geçitler yapılsa da (hepsi asansörlü olmadığı için) engelliler mağdur oldu.

Şehir ve kasaba geçişlerinde plansızlık nedeniyle bir şerit otoparka dönüştü. Trafik daha da sıkıştı. Hız sınırlamaları milleti canından bezdirdi. Çevre yolları yapımı gündeme geldi, çok azı gerçekleşti.

Yola paralel yapılaşma (daha önce “Laz Seddi” adını verdiğimiz) büyük bir duvara dönüştü, şehirlerin arkada kalan kısımlarını perdeledi. Tıpkı İzmir’in imbat rüzgarlarını kesen Kordonboyu’na benzer bir durum ortaya çıktı. Fakat burada İzmir gibi kat sınırlaması yok. Herkes kafasına ve bütçesine göre göğe doğru yükselme telaşında. Bunlar şehirlerin denizden gelen temiz havasını kesti. Ünye, Fatsa, Ordu ve diğer birçok şehir özellikle kışın hava kirliliği ile boğuşmaya başladı.

Karayolu ve köprüler her yağmurda baraj olup su baskınlarına ve sellere neden oluyor. Şehirlerin gelişme alanları dere yataklarını tehdit ettikçe felaketin boyutları artıyor.

Doğal kıyılar koca koca kayalarla doldu, kıyı boyunca balık üreme alanları yok oldu, katı atıklar sorun oldu, kanalizasyonlar denize deşarj edilirken, yaylalardan tertemiz doğan güzelim dereler sahile ulaştıklarında içilemez hale geldi. Türkiye’nin suyu en bol bölgesinde şişe suyu satışları patladı.

Bu konuda daha yazacak, söylenecek çok şey var[1]. Anlayana bu kadar yeter.

Bugün Samsun’dan Sarp’a 500 km’lik çizgisel bir şehir var. İdari anlamda kesik kesik, her birinin derdi aynı, çözümü aynı. Fakat idarecisi ve çözecek aklı farklı. Ortak sorunlar ortak akılla çözülür, birlik olmak lazım.

Diyoruz ki Samsun’dan Sarp’a uzanan bu upuzun şehre hep beraber sahip çıkalım. Karadeniz Sahil Belediyeler Birliği kurulsun, ortak hareket edilsin. Bu sorunlar tek başına çözülmez, yerleşmeler artık birleşmiş durumda, ayrı gayrı yok.

Dünyanın bu en güzel sahili korkunç bir beton yığınına dönüştü, mavi ve yeşilin arasına apartmanlardan oluşan kocaman bir set girdi. Estetikten yoksun, ucube mi ucube. Yarın bir gün yıkalım deseniz yıkılmaz, yenilenmesi veya kentsel dönüşümü zor, çünkü aktar çevir yapacak yer yok. Ne olur bu kötüye gidişe, çirkin mi çirkin yapılaşmaya bir dur diyelim. Hiç olmazsa bundan sonrasını kurtaralım. Sessiz kalmayalım gelecek nesiller bunun hesabını bize sorar. Heyyyy!!!..  Sesimizi duyan var mı?   

[1] Fazla bilgi için bkz.http://tucaum.ankara.edu.tr/wp-content/uploads/sites/280/2015/08/semp5_15.pdf

/Cevdet YILMAZ
20 Kasım 2018

19 Kasım 2018 Pazartesi

Karadeniz Sahil Yolu İzlenimleri - I (LAZ SEDDİ)

Konumuz Karadeniz Sahil Yolu güzergâhı ile ilgili. (Samsun kısmını atlayarak) Ünye’den başlayıp Hopa’ya kadar yaklaşık 500 km uzunluğundaki çizgisel şehre SAMSA, yine (Samsun’dan Sarp’a gidiş istikametinde sağ taraftaki) büyük ölçüde apartmanlardan oluşan beton bloğa da LAZ SEDDİ adını verdim.

Samsa’yı sonraya bırakıp, bugün “Laz Seddi”nden bahsedelim.

İsim nereden geliyor derseniz? Şöyle ki; 1986’da öğretmen olarak Sivas’a gittiğimde oradaki arkadaşlar (Sinoplu olduğumu söylememe rağmen) bana “aha, bir Laz öğretmen daha geldi” dediler. Biz Sinoplulara göre kültürel anlamda Lazlar taaa Rize’nin doğusunda Arhavi, Pazar, Hopa civarında olsalar da, meğer İç Anadolu’ya göre Karadeniz’den gelen herkes Laz kabul ediliyormuş. Bu durumda söz konusu bu seddi kim inşa etti?  Karadenizliler. (Karadenizli kim? İç Anadolu’dakilere göre Lazlar). Böylece biz de (Çin Seddi’ne nazire olsun 3 harfi geçmesin, biraz espri biraz da akılda kalsın diye) bu ucube görüntünün adını “Laz Seddi” koyduk.

Şimdi Laz Seddine dönelim. Samsun’dan Trabzon istikametine gidenlerin malumu olduğu üzere, yolculukları esnasında sağ tarafa baktıklarında, Terme’den sonra Çarşamba Ovası bitip de karayolu sahile vurduğunda, yaklaşık Ünye civarından başlayarak Hopa’ya kadar (birkaç yıla kalmaz, aradaki boşluklar da dolduğunda) yüzlerce kilometre uzunluğunda kesintisiz beton bir blokla karşı karşıyayız.

Bu set eskiden yoktu. (1950 sonrasından bahsediyorum). Karadeniz Sahil Yolu ise (bugünkü bölünmüş haliyle olmasa da) yine vardı. Bu yol boyunca; yaylalardan doğan akarsuların Karadeniz’e ulaştıkları ve azmak adı verilen küçük deltalar üzerinde bazı şehir ve kasabalar yer alıyordu. Az çok gelişmiş olanlarının il ve ilçe merkezlerini oluşturduğu bu yerleşmeler biraz doğu-batı, biraz da akarsu boyunca güneye doğru giriyor, (Ordu, Giresun, Trabzon, Rize gibi il merkezlerini hariç tutarsak), hemen hepsi az nüfuslu küçük kasabalardan meydana geliyordu.

Bu yerleşim birimlerinin aralarında, yol boyunca (tek tük evlerden oluşan, yeşillikler içinde kaybolan dağınık yerleşmeleri saymazsak) kilometrelerce boş alan vardı. İç Anadolu’dan, Marmara’dan sair yerlerden gelenler veya aynı güzergâh üzerinden bölge dışına çıkanlar, gittikleri yerlerde bu yolculuğu; “sağa bakınca yeşilin her tonu, sola bakınca masmavi deniz, ah canım Karadeniz” diye ballandıra ballandıra anlatırlardı.

Sonra ne mi oldu?

Karadeniz Bölgesinde köyler hızla boşaldı. Nüfusun önemli bir kısım bölge dışına çıkarken bir kısmı da sahile indi. Şehir ve kasabalar hızla büyüdü. Önü deniz, arkası yamaç, dere içleri de sel, taşkın, heyelan riskli olunca yerleşmeler ister istemez sahil ve karayolu boyunca doğu-batı yönlü olarak, çizgisel bir şekilde büyümeye başladı.

Kırdan kente göçün arkası kesilmeyince, yatay  / çizgisel büyüme bu kez dikey / gökyüzüne doğru büyümeye dönüştü. Binaların kat sayıları hızla arttı, bazı yerleşim birimlerinde 20 katı buldu.

Binalar da bina olsa; sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, balkonlu balkonsuz, inşa halinde veya bitmiş, karma karışık, çoğu yerde bitişik nizam ve en azı ortalama 8-10 kat yükseklikte.  15-20 yıl gibi kısa bir zamanda yüzlerce kilometrelerce uzunlukta, (Sürmene’deki Memişağa Konağı gibi birkaç sivil mimari örneğini saymazsak) hiçbir estetik değer taşımayan “ucube” bir set ortaya çıktı.

Samsun’dan Rize’ye doğru giderken artık sağa bakınca yeşillikler değil işte bu acayip görüntü ile karşı karşıyayız. Halâ arada biraz boşluklar var, oralardan yine de yeşil görünüyor diye sevinmeyin, az kaldı oralar da dolacak.

Evet, Çin meşhur seddiyle geçmişte ülkesini düşmanlarından korudu, bugün turistlere gösterip para kazanıyor. Peki, bizim bu “Laz Seddi” ne işe yarar? Arkalarına aldıkları şehir ve kasabaların denizden gelen havasını kesmek, yol boyunca yeşilliklerle dolu çay ve fındık bahçelerini perdelemek, bulutların arasından uç vermiş güzelim yaylaları, başı karlı dağları görmemizi engellemek dışında, söyler misiniz bu set ne işe yarar?

500 km boyunca kıyı şeridi bu hale gelene kadar nasıl uyuduk (ve uyumaya devam ediyoruz)? Kaş (yol) yapayım derken göz çıkarılmasına / güzelliklerimizin yok olmasına kimler, nasıl sessiz kaldılar? Siz, biz bütün Karadenizliler böyle bir ucube ortaya çıkarken neredeydik? Hadi söyleyin, çekinmeyin. Dünyanın en güzel manzaralarından birini nasıl katlettik?

Daha da kötü olmadan uyanmamız, tedbir almamız gerekmez mi? Neyi bekliyoruz?

(Not: 7 Kasım 2013’te dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar Gelişen Kentler Zirvesi için Samsun’a gelmiş, Atakum Kültür Merkezi’nde “Çağdaş Şehircilik” üzerine bir konuşma yapmıştı. Soru cevap kısmında kendisine tarafımdan böyle bir problemin olduğu hatırlatılmış; “Karadeniz Sahil Belediyeler Birliği” kurulabilir ve İstanbul'daki "Boğaziçi Öngörünüm Yasası”na benzer bir düzenleme yapılarak estetiği önem verilebilir, bu çirkinlik ve kötüye gidiş önlenebilir diye çözüm önerisinde de bulunmuştuk. Cevap çok kısa ve netti: “Hocam biz Belediye Başkanlarına söyledik, artık çok katlı yapılara izin vermeyecekler”).

/Cevdet YILMAZ
19 Kasım 2018
http://www.habergazetesi.com.tr/yazarlar/17633/karadeniz-sahil-yolu-izlenimleri-ilaz-seddi

Çok Canımız Sıkıldı


Gecenin bir yarısı yataktan kalkıp, uçağa binip, yağmurlu bir İstanbul sabahı Sarıyer’e varan sivri akıllılardan biri de bendim…

Biri diyorum, Pazar pidesini sıcak evinde canından çok sevdiklerinle yemek varken, kalkmış Sarıyer’in o meşhur börekçilerinden birinde sabah demlenmesini yaparken,  dükkânın önünde yağmurdan sığınacak mekân arayanları gözlemliyordum…

Hepsi de benim gibi aynı kafadaydılar… Bir yaşam biçimi, bir tutku, bir sevda, bir kalp ağrısıdır Samsunsporluluk… Başka bir şeye benzemez… Yıllardır alt liglerde sürünen Sarıyer’in ne de çok karın ağrısı varmış Samsunspor ile bunu öğrendik!..  Oysa 14 senedir ne o bizim, ne de biz onun kapısını çalmışız… Ama gelin görün ki kazın ayağı öyle değil…

Sözlü tacizin, sert bakışların, hakaret ve küfrün bini bin para…  Sokakta, kahvede, börekçide, kahvede,  stada, kısaca her ortamda…  Ne yapmışız bunlara? Anlamak mümkün değil… Sarıyer’de oturanların yüzde 90’ının Karadenizli olduğuna dikkatinizi çekmek isterim… Maçtan yarım  saat önce başladılar havlamaya, maç boyunca, maç sonunda da sürdürdüler…  Boka bulaşmamak lazım mantığından yola çıkarak, hiç kimse muhatap almadı bu terbiyesiz yaratıkları…

Efendi, efendi, paşa, paşa duyduk, duymazdan geldik…  İstedik ki, sahada verelim cevabı…  Veriyorduk, vermesine de akıllının biri çomak soktu tekere… Harakiri yaptı…

Takımın içini boşaltıp, rakibin gücünü artırdı…  Karşılığını da aldırdı… Güldürmedi ne kendini, ne de bizim yüzümüzü… Yanındakilerde sağ olsun, üç maymunu oynadılar, karışmadılar, müdahale etmediler… Onların da canı sağ olsun, ama bilin isterim ki, çok ama çok canımızı sıktınız…

/Resul AKÇAY
19.11.2018

Çarşambalı Osmanlı Alimleri



Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba, Trabzon vilayetine bağlı Canik sancağının kazasıdır. Tüm Trabzon vilayeti düşünüldüğünde Çarşamba, (Osmanlı'nın son döneminde Çarşamba'nın idarî sınırları şu anki Çarşamba ilçesinin tamamını, Ayvacık ilçesinin büyük bölümünü, Salıpazarı, Asarcık ve Tekkeköy ilçelerinin bazı köylerini kapsıyordu.) vilayetin en önemli ilim merkezlerinden biri olarak öne çıkmaktadır. 1904 yılı kayıtlarına göre Trabzon vilayetinin tamamında 60, Canik sancağında ise toplamda 23 medrese varken bunlardan 13 tanesinin Çarşamba'da bulunmaktadır. Yine aynı yılın verilerine göre Trabzon vilayeti genelinde 12 kütüphane bulunmakta ve bu kütüphanelerden de 6 tanesi Canik sancağında, Canik sancağındakilerin de 4 tanesi Çarşamba kazasında bulunmaktadır.

Medrese sayısının fazlalığı ve kütüphane imkanlarının oluşu Çarşamba'yı civar kazalar arasında muhakkak ki öne çıkarıyordu. Böylesine bir ilim ortamının olması da Çarşamba'dan çeşitli alimlerin çıkmasına ortam hazırlamıştır. Şimdi bu alimlerden bazılarının hayatları hakkında bilgi vermeye çalışalım.


Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi, H. 1264 yılında (M. 1848) Çarşamba'nın Biçme köyünde doğmuştur. Köy hocası Mustafa Efendi'nin oğludur.

Köyünün sıbyan mektebinde Kur'an-ı Kerim Kıraati ve dinî ilimler tahsil ettikten sonra, Çarşamba Süleyman Paşa Medresesi'nde biraz Arapça sarf ve nahiv tahsili yapmış daha sonra Amasya’da tekrar Arapça nahiv ve dinî ilimler okuduktan sonra biraz da mantık dersi okumuştur. H. 1288'de İstanbul’a gelerek zamanın birkaç büyük üstadından yüksek ilimler tahsil edip Huzur Dersleri Muhataplarından (Ramazanlarda sarayda padişah huzurunda takrir olunan derslere hazır bulunan ilmiye sınıfına kullanılan bir tabir) Kayserili Sabık Müsteşar Hacı Derviş Efendi’nin dersine devamla kendisinden icazet almıştır.

 H. 1295'te yapılan Rüûs (Medrese tahsilini bitirip imtihanda başarılı olanlara verilen beraatın adı) imtihanında başarılı olmuş ve o yıl Beyazıt Camii Şerifi'nde öğretime başlayarak H. 1313 yılında ilk talebesine icazet vermiştir. Bundan sonra aralıksız eğitim öğretim faaliyetlerine devam etmiştir.

 H. 1303 de yapılan tedris-i ilmi feraiz imtihanında başarılı olarak Beyazıt Camii Şerifinde belirli zamanlarda vazifesine devam etmiştir. H. 1305'te yapılan Fetvahaneye giriş imtihanında dördüncü dereceden kazanarak o yıl Fetvahane Tahtani Pusla (Fetvahane "Pusla Odası", "Fetva Odası" ve "İlamat Odası" olmak üzere üç birimden oluşmaktaydı. Pusla Odasındaki yetkililer sorulan fetvaları bir pusula ile fetva odasına soralardı) odasına devamla H. 1306'da ikinci sınıfa tayin olmuş yine aynı yıl birinci sınıfa terfi etmiş ve H. 1307'de Fetvahane Fevkani Müsvedde odasına müdavim sınıfa kaydolmuş daha sonra kendisine istima’i muhakemat hizmeti de verilmiştir. H. 1322 de mülazım sınıfına (subaylık) kaydolmuş H. 1326 da Fetvahaneden ayrılmış ve H. 1326'da M. 16 Ekim 1908'de 83 oyla Canik (Samsun) mebusu (milletvekili) olarak Meclis-i Mebusan'a  girmiştir. İkinci ve dördüncü devrede de milletvekilliği görevini sürdürmüştür.

 Huzur Derslerine H. 1322 – 1326 da muhatab , H. 1327'den 1331 yılına kadar mukarir (Ramazan aylarında sarayda ders okutan alimlere verilen isim) olarak katılmış, muhatablığında dördüncü rütbeden Mecidî ve Osmanî nişanları ile taltif olunmuştur. İbtidai Hariç İstanbul Müderrisliği ile başladığı medrese hocalığını, medrese hocalığının en üst mertebelerinden biri olan Hâmise-i Süleymaniye mertebesine kadar terfien sürdürmüştür.

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin kabri Fatih Camii türbe kapısının yanındaki hazirenin en sonunda bulunmaktadır. Mezar taşı kitabesinde: "haza kabru ustaz’ilkül Çarşambavî el-Hac Ahmet Hamdi Efendi ruhiçün lillahil Fatiha, sene 1330, 29, Ramazan" yazılıdır.

Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin icazet verdiği en meşhur öğrencilerinden biri İsmailağa Cemaatinin önderi Mahmut Ustaosmanoğlu'nun hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi'dir. Diğer öğrencileri arasında Prof. Dr. Şerif Mardin'in akrabalarından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden Ebül'ula Mardin ve Osmanlı'nın son dönem hattat ve ressamlarından olan Mimarzade Mehmet Ali Bey bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medenî Hukuk Ordinaryus Profesörlerinden olan ve 1960 darbesiyle görevine son verilen akademisyenler içerisinde olan Kemalettin Birsen, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi'nin oğludur.


Çarşambalı Hüseyin Hüsnü Efendi

Çarşamba ilçesi Şer'iyye Katibi Hacı Mahmut Efendi'nin oğlu olarak h.1289 (m.1872) yılında Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba ve Samsun'da bulunan çeşitli medreselerde tahsil görmüştür. 12 Haziran 1311'de Samsun Şer'iyye Mahkemesi 2. katipliğine tayin olunmuş, 21 Mayıs 1313'te de başkatip olmuştur. H. 1325 senesinden 1327'ye kadar Maraş Andırın'da ve 1328'den 1330'a kadar da İçel'e bağlı Ayaş Nahiyeleri niyabetinde bulunmuştur.1 Mayıs 1328'den itibaren de Makrî (Fethiye) ilçesi niyabetine tayin olunmuştur. 28 Kanunisani 1329 (25 Ocak 1914) tarihinde Ünye kadılığına tayin olunmuştur.


Çarşambalı Mehmet Emin Efendi

Çarşamba Müftülüğü ve Niksar Niyabeti yapmış bulunan Çakırzade Mustafa Rüştü Efendi'nin oğludur. H. 1266 (Aralık 1849) yılında Çarşamba Orta Mahallede doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Hazinedarzade Osman Paşa Medresesi'nde okumaya başlamıştır. İlk olarak Terme'de niyabete başlamış; Alaçam'da niyabette bulunduktan sonra Niksar Şer'iyye Mahkemesine tayin olunmuştur. Babasının vefatı üzerine Çarşamba'ya geri gelmiş ve H. 1292 (1874) yılında Çarşamba Şer'iyye Mahkemesi katipliğine tayin olmuştur. H. 1301'de Sivas Vilayeti Merkez Şer'iyye Mahkemesi katibi olmuştur. Niyabete kabulüyle beraber Teşrinievvel 1300 (1884) yılında Sivas Gürün Naibi olmuştur. Daha sonrasında ikişer yıl aralıklarla Milas (Hamidiye), Tenûs, Islahiye, Koçgiri, Hafik, Bafra, Çarşamba, Tirebolu, Ordu, Sarmaşıklı (Bünyan-hamid) ve Aziziye kazaları niyabetinde bulunmuştur. En son Ağustos 1328'de (1912) Alucra kadılığına tayin olmuş ve Eylül 1330'da (1914) emekliye ayrılmıştır.

Çarşambalı Mehmet Emin Efendi'ye İbtidaî Dahil Edirne müderrisliği ruûsu verilmiştir. Daha sonra, İzmir, Edirne Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi (Paye-i Mücerredi ve Mahreç Payesi ilmî yönden kendini kanıtlamış ulemaya verilen payelerdendir) ile taltif edilmiş ve kendisine dördüncü rütbeden Osmanlı Nişanı verildi. 


Çarşambalı Mustafa Hilmi Efendi

Mehmet Ağa'nın oğlu olarak Mart 1269'da (Mart 1853) Çarşamba'nın Alibeyli köyünde doğmuştur. İlk öğreniminden sonra Çarşamba'da bulunan Arnavut Ali Bey Medresesi'nde Çarşamba eski Müftülerinden Müderris (öğretmen) Ali Zihni Efendi'den ders okumuştur. 1288'de Amasya'ya gitmiş ve orada  Müderris Şirvanîzade Hacı Mustafa Efendi'den ders okumuştur. Hocasından 1299 yılında icazetname aldıktan sonra burada Müderris Erzurumlu Ömer Efendi'den de Feraiz (Miras Hukuku) okuyarak icazet almıştır.

1300 (1884) yılında Çarşamba'da bulunan Osman Paşa Medresesine müderris olarak tayin olunmuş burada bir süre görev yaptıktan sonra henüz 33 yaşında iken Mart 1302 (1886) yılında Çarşamba Müftüsü olmuştur. Şahsına İbtida-i Hariç Edirne Müderrisliği, Hareket-i Altmışlı ve Musıla-i Süleymaniye terfileri verilmiştir.

28 Kanunisani 1321'de (1905) Çarşamba Müftüsü olarak görev yapmakta iken müftülük görevinden azledilmiştir.


Çarşambalı Osman Fevzi Efendi

Rum Mehmet Paşa ahfadından (torunlarından) Çarşambalı el-Hac Süleyman Sabri Efendi'nin oğlu olarak H. 1257 (1842) de Çarşamba'da doğmuştur. Çarşamba'da ilk öğrenimini gördükten sonra medresede Arapça ve dinî ilimler okumuş, feraiz (miras hukuk) okumuş ve iki icazetname almıştır. H. 1271 yılında İstanbul Bab Mahkemesi'ne girmiş ve Hz. 1289'da Boğazlıyan daha sonra Kastamonu'ya bağlı Ereğli, 1297'de Merzifon, 1300'de Goryan, 1304'de Tirebolu, 1306'da Marmara Ereğli, 1307'de Tırnova, 1309'da Buka, 1314'de Baalbek, 1317'de Umran, 1323'de Eceabat niyabetinde bulunmuş Haziran 1325'de (1909) görevden ayrılmıştır.

H. 1295'te taşra ruusuna erişmiş ve Muharrem 1309'da (1891) Müsila-i Süleymaniye müderrisliği derecesine terfi etmiştir.


***

Ebül'ula Mardin, "Huzur Dersleri" adlı kitabında Ramazan aylarında sarayda yapılan huzur derslerine katılan alimlerin isimlerini listeler halinde vermektedir. "Çarşambalı" ön adıyla burada kayıtlı birçok isim bu kitapta yer almakta ve Ebül'ula Mardin, ismi anılan bazı alimlerin hayatları hakkında da bilgi vermektedir. Fakat anılan kişilerin tamamının hayatları hakkında kitapta bilgi verilmediğinden "Çarşambalı" olarak nitelenen bu kişilerin İstanbul Fatih'te bulunan Çarşamba semtinden mi yoksa Samsun Çarşambadan mı oldukları tam anlaşılamamaktadır. Bu isimlerden bazıları şöyle: Çarşambalı Muhammed Efendi (Ayaklı Kütüphane diye meşhur), Çarşambalı Said Efendi, Çarşambalı Mustafa Efendi (H. 1247'de saray hocalığına tayin edilmiş, Yeniçeri ocağı kaldırılırken de sarayda hazır bulunanlardandır.), Çarşambalı Mehmed Efendi, Çarşambalı Mehmed Said Efendi, Çarşambalı Hacı Muhammed Said Efendi, Çarşambalı Veliyyüddin Efendi...

Not: Yazının hazırlanmasında Ord. Prof. Dr. Ebül'ula Mardin'in "Huzur Dersleri" (İsmail Akgün Matbaası, İstanbul, 1951.) adlı eserinden ve  Sadık Albayrak'ın "Son Devir Osmanlı Uleması 1-5" (Medrese Yayınevi, İstanbul, 1980.) adlı eserinden istifade edilmiştir.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Ortalama Ömür, Ortalama Yaşam Beklentisi ve Mezarda Emeklilik


Son yıllarda, hatta son günlerde üzerinde en çok tartıştığımız konulardan biri de “erken emeklilik”. Önce şunu belirtelim ki belli bir çalışma süresinin ardından yorgun ve güçsüz düşen bedenin dinlendirilmesi tabi ki doğal bir haktır. İnsanlar çalıştıkları süreye ve ödedikleri prime bakılarak belli bir yaşa geldiklerinde, ya da güçsüz duruma düştüklerinde, belli bir ücret karşılığı elbette emekli olmak isterler. Çalışırken yapamadıklarını yapmak, ölmeden önce biraz dinlenmek ve sağlıkları elverdiği ölçüde gezmek dolaşmak her çalışanın hakkıdır. Buraya kadar tamam. (Bu arada Allah korusun çalışma esnasında kaza geçiren, malulen emekli olanları ayrı tutuyoruz, konumuz normal şartlarda gerçekleşen emeklilik).

Şimdi konu başlığındaki sıraya göre meseleyi ele alalım. Bir ülkede ölenlerin toplam yaş miktarının ölüm sayısına bölünmesi ile ortaya çıkan rakam “ortalama ömür” olarak tanımlanır. Misal; bir kişi 2 yaşında, diğer kişi 80 yaşında öldüyse 80+2: 82, 82/2: 41. Bu iki kişinin yaşadığı yerde ortalama ömür 41’dir. Bir ülkede 5 yaş altı nüfus yani “bebek ölümü” ne kadar çoksa ortalama ömür o kadar düşüktür. (Günümüz bazı Afrika ülkelerinde ortalama ömrün 40 yaş civarı olması, oradakiler kırkından fazla yaşamadıkları için değil, bebek ölümleri çok yüksek olup ortalama ömrü aşağı çektiği içindir). Türkiye’de 1980 öncesi bebek ölüm oranları binde 150, buna bağlı olarak ortalama ömür de 55 yaş civarındaydı. 1980 sonrasında aşı kampanyaları, sağlık ve eğitim şartlarındaki iyileşmeler vb faktörlerin etkisi ile günümüzde bebek ölüm oranları binde 10’lara kadar düşürülmüş, buna bağlı olarak da ortalama ömür 70 yaşa çıkmıştır. 

Bir ülkede (bebek ölümleri hariç) ileri yaşta ölenlerin ortalaması ise “ortalama yaşam beklentisi” (veya ‘doğuşta beklenen yaşam süresi’) olarak tanımlanır. Misal; 3 kişiden biri 70, biri 76, biri de 80 yaşında ölsün. 67+75+86:228, 228/3:76. Böyle bir ülkede ortalama yaşam beklentisi 76 yaştır. Gelişmiş ülkelerde ortalama yaşam beklentisi 80’in üzerine çıkmış, Türkiye’de ise 2017 yıl sonu itibarıyla 78 yaş olup, yükselmeye devam etmektedir.

Gelişmiş ülkelerde emeklilik yaşı ortalama yaşam beklentisine göre belirlenmektedir. Ortalama yaşam beklentisi 80’in üzerine çıktığı, arkadan da yeterli genç nüfus gelmediği için gelişmiş ülkeler emeklilik yaşını 65’e çıkarmışlar, İsveç ve diğer bazı ülkelerde bugünlerde 70’e çıkarılması gündemdedir.

Türkiye’de ise geçmişte ortalama ömür ile ortalama yaşam beklentisi karıştırılmış, ortalama ömre (55 yaşa) göre emeklilik yaşı belirlenmiştir. (Bu yanlış bilerek mi yapıldı, bilmeden mi onu bilemiyoruz. Fakat o dönemin, yani 1980 öncesinin siyasî şartlarını da göz ardı etmeyelim. Yani; kalkınma durmuş, enflasyon uçmuş, işsizlik artmış… böyle bir ortamda yeni istihdam yaratamayınca milleti eken emekli edip, onların yerine mevcut işsizleri yerleştirmek çözüm olarak görülmüş olabilir. Malum olduğu üzere, SSK’nın iflasıyla sonuçlanan bu durum günümüzün siyasî malzeme konularından biridir).

1980 öncesinde ortalama ömrün 55 yaş olduğu ülkemizde 35-40 yaşında emeklilik yadırganmamıştır. O dönemin eğitim sisteminden geçen, bugünün kelli felli sendikacıları da Türkiye’de ortalama ömrü 55 olarak ezberlemişler, bir daha bu bilgilerine format atma gereği duymamış olacaklar ki, halâ ortalama ömrü 55 olarak ele almakta, devletin kadınlarda 60, erkeklerde 65 yaş kararını, öldükten 5 yıl sonra emekli olacakları (!) İddiasıyla, meydanlarda boş tabutlar eşliğinde “mezarda emekliliğe hayır” diyerek protesto etmektedirler.

Sonuç olarak Türkiye’de bebek ölümleri binde 150’lerden binde 10’un altına (2017 yıl sonu itibarıyla 9,2’ye) düşürülmüş, buna bağlı olarak ortalama ömür 70’e çıkmış, ortalama yaşam beklentisi ise 78 yaş civarına ulaşmış, 80’lere dayanmıştır. Buna bağlı olarak, tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi, Türkiye’de emeklilik yaşının yükseltilmesi doğru bir karardır.

Aksi durumda, gelişmiş ülkeler için bile büyük problem olan böyle bir yükü, Sosyal Güvenlik sistemimiz taşıyamaz. Tabi ki emeklilerimize hayatlarının geri kalanını insanca devam ettirecek maaş verilmek şartıyla.

/Cevdet YILMAZ
05 Kasım 2018