Cenevre’ye göreve gittiğimde küçükle birlikte Lozan’a gidip antlaşmanın imzalandığı yeri de aradık. Üçüncü kez, daha dün Samsun’daydım. Kentin 19 Mayıs’la bütünleşmesinde görünüm yönünden belirgin ilerlemeler kişiyi mutlu ediyor.
Ulusal Kurtuluş Savaşımının başında, 19 Mayıs sabahı saat 08:00’de gelip ilk kaldığı iki katlı eski ahşap yapı şimdi “Gazi Müzesi”dir. Mustafa Kemâl, “Ben Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman, memlekete ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın herhalde yerine getirilebilir olduğuna, bir defa daha kuvvetle inanmıştım.” sözünü 1924’te ikinci gelişinde söylemişti. Bu sözleri şimdi Belediye’nin dış duvarını boydan boya kaplıyor. Müze daha önce gördüğümden çok farklı olarak, belge, resim ve anlamlı eşyayla donatılmış. 1960’larda ilk gezdiğimde özenle hazırlanmadığı hemen anlaşılıyordu. İçinde benden başka dolaşan kişi de yoktu; bu son kez ise, öğrenci kümeleri, gezen yerliler, hattâ kimi yabancılarla dopdoluydu. İşlerini çok ciddiye alan, gelenlere uzun açıklamalar yapan görevliler vardı.
Bedri Rahmi’nin Prof. Ataöv’e
kendi el yazısıyla hediye ettiği şiiri:
“Türkkaya Ataöv Reise ‘Bir tane daha
şiirinden bir parça’
1 Mayıs 1974 B. Rahmi
Kırmızı gülün alı var
Kolay kolay gelir miydi bir Mustafa Kemal
Bir Mustafa Kemal yetmedi bre Şahin aman
Bir Mustafa Kemal daha
Bu Anadolu var ya bu Anadolu
Bu misli menendi görülmemiş cömert ana
Bu her yanı meme bu her yanı dudak
Bu her yanı gül
Bu zırnık akmadan veren habire veren
Yedi veren gül
Bu Anadolu varya bu Anadolu
Bu sapsarı sıtma bu masmavi gurur
Ne tosunlar doğurmuş ne tosunlar
Bak daha neler doğurur.
Beş heykelli “İlk Adım” ve yedi figürlü “Milli Mücadele” anıtları da önceden yoktu. “Doğu Parkı” kıyısındaki Bandırma Gemi Müzesi’ni de mutlaka görmeli. Mustafa Kemâl’i ve yakın arkadaşlarını Samsun’a getiren bu geminin bir eşi bugün deniz kıyısındadır ve halka açıktır. Bu ulusun tarihinde bundan daha şanlı bir tekne yok. Bu nedenle, bu geminin karakalem ya da sulu boyayla birkaç kez resmini yaparken içimde hep güzel duygular oluşmuştur. Yaptıklarımdan belki en iyisi ressam Firuz Aşkın’ın renkli yağlıboyasından aktardığım daha ufak boyda olanıydı; ama onu şimdi evde bulamıyorum. Belki birine armağan ettim. Onun yerine, resim yönünden herhalde pek değeri olmayan bir suluboyamı bu yazıya ekliyorum.
Samsun’a son gidiş nedenimi de birkaç sözcükle özetlemeliyim. Millî Müdafaa Derneği’nin Samsun kolu, o kente yaraşır biçimde 19 Mayıs’ta, ama ayrıca o kentin seçkin yerine en uygun kişilerin öncülüğünde açıldı. Ben bu çerçevede “Ermeni Sorunu” üstüne bir konuşma yapmak için gittim. Atatürk Kültür Merkezi’nin salonu dolu ve dinleyiciler bilinçliydi. Derneğin oradaki başkanı günümüzde oynanan küresel oyunları ustalıkla özetledi. O denli ki, bir sözcüğü bile ne fazlaydı, ne de eksik. Kuruluşun en özverili destekçisi meslekten mühendisse de, toplumsal bilimlerin incelenmesine vakit ayırdığı belliydi. 19 Mayıs toprağında bu yurtsever çevreden başka bir yerde daha fazla mutlu olmak herhalde olanaksız. Örnek bir öğrenci yurdu girişimcilerinin tanığı olduğumuz toplantı ise, iyi niyetli sıradan yurttaşların ne olumlu başarılara imza atabileceklerinin örneğiydi.
Bu sözlerim bana başka bir Karadeniz yöresinden, (o zaman Trabzon’a, şimdi Giresun’a bağlı) Görele’de doğmuş olan ressam Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun 1974’te Ankara’da evimize gelip, içinde “Bir Mustafa Kemâl yetmedi… Bir Mustafa Kemâl daha” sözcükleri bulunan dizelerimi kendi el yazısıyla yazıp bana bırakmasını anımsattı. Ankara’ya gelişinde Paris’ten tanıdığı Prof. Bahri Savcı’nın evinde kalırdı. Benim de resme merakımı biliyordu. Sanırım Bahri Bey’in evinde Avrupa’da Meridiane Yayınevi’nce basılan resim kitabımı da görmüştü. Konutumuzu birlikte şereflendirdiler. Resmin eğitimle öğrenileceğini, kendinin ortaokuldayken resim ödevlerini ağabeyinin yaptığını, İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisine yazılıp önceki ustaların yapıtlarını görünce okuldan kaçtığını, ama sonra dönüp (kendi sözleriyle) “minyatürler cenneti”, oymalar ve benzeri yerel süsleme işlerini keşfettiğini anlattı. Ankara Üniversitesi’nin görevlendirmesiyle iki yıl kaldığım Sovyetler Birliği’nden daha yeni dönmüştüm. O zamanki adıyla Leningrad’da Kışlık Saray’ın müzesini anlattım. Her parçanın önünde yarım dakika durulsa, müzenin dokuz yılda gezileceğini ve en güzel Rembrandt’ların orada olduğunu söyledim. Duvarımızda asılı “Boyacı Çocuk” konulu imzasız tablosunu hemen imzaladı ve bir kâğıt isteyerek üst sol köşesine kendi yüzünü çizdi, altına da konuştuklarımıza uygun bir şiirini yazdı.
Onu tanıyanlar bilir ki, Karadenizli olduğundan, herkese “Reis” derdi. Bana sesleniş biçimi de bu genel uygulamasından kaynaklanıyor. Büyük kızımız Aslı’nın dört yaşındayken yaptığı bir resmi de beğenerek, ona da bir şiir yazmış ve “Aslı Reis’e” diye eklemişti.
Ona yazdığı dizelerde İstanbul’daki kulelerden birinin Kız Kulesi’ne aşık olmasını istiyor, böylece bir sürü çocukları olacağını söylüyordu. “Bir Tane Daha” şiirine gelince: Yedi veren gül gibi cömert ülkemizin daha Mustafa Kemâl’ler doğuracağının altını çiziyordu. Bedri Rahmi’nin kendi eliyle yazdığı dizeleri bu yazıya ekliyorum.
Yazısında günümüz yazım biçimine uymayan yerler de var; ama unutmamalı ki, ressamımız 1913’te doğmuştu; Harf Devrimi’nin tarihi ise 1928’dir. Kısaca, yazıyı önce (büyük ve küçük harf ayrımı olmayan) Arap harfleriyle öğrendi… Gene de güzel bir anıdır ve dizelerin içeriği günümüze uyuyor derim.
Anılardan söz açılmışken Atatürk’ün manevî kızlarından Sabiha Gökçen’i tanıdığımı ve üniversitede öğretim üyeliği yaparken kimi kürsü asistanlarıyla öğrencileri onun evine götürdüğümü de öğretici saatler olarak anımsıyorum. Birlikte gittiklerim onunla resimler çektirmiş, onu Atatürk’le gösteren fotoğrafların altına onun imzalarını almışlardır. Anlattıklarının arasında, Atatürk’ü nasıl tanıdığı, savaş pilotluğuna nasıl yöneldiği ve dört motorlu ve mitralyözlü en modern savaş uçağıyla Balkan başkentlerine tek başına uçarak (savaş pilotu giysili çağdaş Türk kadını görünümüyle) olay yarattığını anlatmıştır.
Atatürk’ün manevî kızlarından Sabiha Gökçen’i tanıdığımı ve üniversitede öğretim üyeliği yaparken kimi kürsü asistanlarıyla öğrencileri onun evine götürdüğümü de öğretici saatler olarak anımsıyorum. Anlattıklarının arasında, Atatürk’ü nasıl tanıdığı, savaş pilotluğuna nasıl yöneldiği ve dört motorlu ve mitralyözlü en modern savaş uçağıyla Balkan başkentlerine tek başına uçarak (savaş pilotu giysili çağdaş Türk kadını görünümüyle) olay yarattığını anlatmıştır. İstanbul’daki ve Ankara’daki evlerine birkaç kez gittim. Ankara’daki son görüşmemizde bana Atatürk’le onu birlikte gösteren resmi de imzaladı.
İstanbul’daki ve Ankara’daki evlerine birkaç kez gittim. İstanbul’da ilk gidişimde o sırada Anadolu kadınlarına ilişkin (“Ben Anadolu” adlı) oyununu henüz bitirmiş olan Güngör Dilmen arkadaşımı da yanıma almıştım. Ankara’daki son görüşmemizde bana Atatürk’le onu birlikte gösteren resmi de imzaladı. Bu yazıya onu da ekliyorum.
O yazıda ortadaki kasketli kişi uzun yıllar İçişleri Bakanlığı ve CHP Genel Müfettişliği yapmış olan Şükrü Kaya’dır. Bana ilk adımı o koymuş. Kitap fuarlarında kimi okurlar adımı sonradan mı özenip aldığımı soruyorlar. Hayır, doğuştan. Hattâ, doğmadan önce. Şöyle ki: Gelibolu’da o zaman kalacak temiz otel olmadığından, oda sayısı, kullanılabilir çarşaf ve havlu ile hizmet edecek yetişmiş genç kızlara bakarak, gelen devlet büyüklerini bizim eve getirirlermiş.
Bir keresinde, Bakan Şükrü Kaya ile o zamanki TBMM Başkanı Kâzım (Özalp) ve Ali Hikmet Paşa’lar birlikte gelmişler. Şükrü Kaya Çanakkale Boğazı’nın sürekli dalgalı denizinde Anadolu kıyısında Lâpseki’den karşıda Gelibolu’ya geçerken bindiği motorda başını kamaraya çarpınca, yanına bir doktor binbaşı katmışlar. Dördü birden bizim evde konakladıklarında, bana hamile olan annemi gören Şükrü Kaya “Oğlan olursa, benim adımla kafiyeli ‘Türkkaya’ koyun!” demiş.
Bunu yakınlarımdan da işittimse de, yıllar sonra hekim tümgeneral olan (o binbaşı) A. Muhtar Davaz’dan da öğrendim. Muhtar Paşa, öğrencim (şimdi emekli Büyükelçi) Özcan Davaz’ın babasıydı. Özcan’ın oğlu Ahmet Davaz da öğrencim oldu; o da Dışişleri Bakanlığı’nda görevlidir. İlk adımın kökeni böyledir. Soyadı yasası çıkınca da aile “Ataöv”ü seçmiş.
Umarım, gelecek sayıdan sonra yurt ve dünya konularında daha “ciddî” konulara dönerim; ama ara sıra “hafiften” gitmekte de yarar var.
/ Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
http://www.turksolu.org/142/ataov142.htm
http://www.turksolu.org/142/ataov142.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder