31 Aralık 2013 Salı

Devrim Lisesi Elli Yaşında


Devrim Lisesi Elli Yaşında (ŞEHİT AHMET ALTUNOĞLU 100. YIL LİSESİ)

Geçmişinizle ilintili bir yere/mekâna yürümek, kendinize yürümekle eşdeğerdir. Yaşamış olduğunuzu hatırlar ve de hatırlatırsınız bu sayede. Sadece nefes almaktan ibâret olmaktan çıkarır bu durum hayatı.

Geçmiş, aslında sadece geçmiş (mâzî) olduğu için güzeldir. Zımparadan zırhından, yarayla, bereyle geçtiğiniz ne varsa, geçmiş olduğunda, geçmişte kaldığında, tatlı bir hatıra olarak sâkinleşir; sâkinleşebilir…

Çocukken ve de ilk gençliğimdeyken yürüdüğüm bu yolu, şu an tırmanıyorum; resmen bir tırmanma şu anki yürüyüşüm. Kulaca Caddesi bu kadar dik miymiş?

Okuluma, Devrim Lisesine, aslında bir nevi evime, kendime, en eski kendime… Yokuşu çıkıyorum.

Okulumun tam karşısına, sanki çocukların içi kararsın diye yapılmış, berbat, turuncusu ishal neticesi rengine dönüşmüş bir binâ… İki dinamit bulup yerle yeksân etse insan, sevâba bile girebilir. Pazar yeri olduğu hâlini hatırlıyorum oranın; daha güzeldi... Binâya iyi dileklerimi sunup, bahçeye dalıyorum. Ve elbet, bahçe kapısından geçerken, içeri girerken, dalarken bahçeye, ben de dalıyorum eskiye, epeskime…

Aynı. Her şey değişir, aynı değildir; elbet öyle. Fakat anlaşılır bu cümle: Aynı. Sağ tarafa yiyecek çadırları kurulmuş. Çadır dememin sebebi, stand/stant kelimesi nasıl yazılır bilemediğimden. Yiyecek kuponu alıp, ev yapımı börek dilimlerini, güpgüzel dolmaları diziyorum plâstik tabağıma. Siz elinizi kirletmeyin diyerek tabağımı dolduran güleç yüzlü, ayparçası kızımın gülümsemesini de yere göğe sığdıramam…

Sol tarafta, eski askerî bayramlarda gördüğünüz bir protokol yeri. [Bahçe girişinde, giriş fişi kesenleri atlatıyorum] Ekâbirlere ve okulun eski öğretmenlerine ayrılmış. Ön sırada oturan komutan, bizim okuldan mezun sanırım. Sağolsun, o da icabet etmiş davete. Ve tanış kimse yok etrafta. Tanış biri, böyle durumlarda bir sığınaktır benim için.

Protokol kısmının yan tarafında, güneşin alnına koyulmuş sandalyeler var. Burası sanırım normal insanlar için. Güneşten faydalanmak, en fazla normal insanlara nasip olur; ne güzel… Oradan biri el ediyor. Bizim Burak (Burak Can Durgun). Başka zaman olsa, ben de el edip geçebilirim. Fakat bunca ıssız bir bahçede, kurtarıcı gibi geliyor bana; yanına gidip, eliyle temizlediği sandalyeye oturuyorum. Her ihtiyar gibi okul hatıralarıma başlıyorum. Elbet her ihtiyar gibi uzun konuşmuyorum, sıkmamak için ayarlıyorum cümlelerimi; kısa kesiyorum. Ve anlıyorum ki artık deniz görünmüyormuş okulun en üst katından. İçim katlanıyor bunu anladığımda; belli etmiyorum elbet denizi kaybetmiş gibi olduğumu…

Okul Müdürü (Sayın Bayram Kahraman) açılış konuşmasını eda ediyor. Elbet saygı duruşu ve marştan sonra… Konuşmacıları (en şöhretlilerimizi mezunlardan) çağırıyor mikrofona. Bir konuşmacı çocuklar, susun, susun, susun; bakın siz de benim gibi büyük adam olabilirsiniz çabalarsanız meâlinde bir cümle kuruyor. Amca ya, kısa kes de şarkı dinleyelim diyor çocuklar. Haklılar. Sus da şarkı dinleyelim büyük adam. [Fırsat bulup, Doğan Akçagöz Hocamın ellerini öpüyorum. Panoda, onun arşivinden alınmış fotoğraflar var sadece. O bizim, hiç emekli olmayan tek öğretmenimiz demek ki]

Okul aile birliği başkanı Şeref Atalay Beyefendinin ikna ediciliği, o tatlı dili olmasa, asla giymem mümkün olmayan cübbeyi ve de –diploma törenlerine has- şapkayı giyiyorum; mezuniyet pastası kesiyoruz. Oysa diplomamı almaya bile gelmemiştim; ülkemin karmakarışık olduğu o günlerde. Pastayı keserken, o günleri de kesip atıyorum; büyük ihtimal bunu yapıyorum… [Pasta kesmeye inerken merdivenlerden, kırmızı bir kurdelenin üstünden atlayarak geçiyoruz. O kırmızı kurdelenin sırrı, sonra ortaya çıkacak]

Ve nihayet, hep beraber, protokol ehli, biz mezunlar ve normal vatandaşlar, o kırmızı kurdelenin kesilmesiyle, asla fark etmediğim resim sergisinin açılışını gerçekleştiriyoruz. Merdivene, geçişi engellemeyecek şekilde dizmişler resimleri. Sanatçı çocuklar da resimlerinin başında… Gözlerinde, emeklerinin görülecek, görünecek olmasının ışığını fark ettiğimde, böyle kıyı bucak yerde olmalarından üzüntü duyuyorum. Arada, herhangi bir şey/herhangi bir yer gibi burası. Oysa bahçenin kalbi asıl burada.

Resimler, hem onların çocuksuluğunu, hem de içlerinde yatan aslanı -yeteneklerini yani – yansıtıyor. Bir Mevlevi resmi. Taştan bir köprü. Arkasında güneş –ya da bana güneş gibi geliyor- olan bir at. Tanıştığım bir ressamın tarif ettiği (sanırım Anıl Kaplandı) ve fakat benim cesaret edip bakmadığım bir resim: Saçları şelale olan bir kız… Niye bakamadığımın hikâyesi de bana kalsın. Vardır herkesin ömrü hayatında, öyle şelale gibi akan, çağlayan gibi saçlı… Neyse… [Buruk bir hisle, o resimlerden birini, hatta tümünü alacak kadar param olmadığına hayıflanıyorum]

Anıl Kaplan, Fatih Memu, Esra Karakaya, Aygül Semiha Türkel, Burak Yıldız, Caner Erdem, Yıldız Karabiber sanatçı dostlar; o resimlerin sahipleri… Burak (Burak Yıldız), elbet bana kalırsa, karikatüre de yönelmeyi denemeli. Çünkü yaptığı çizgi kahraman (Road Runner) resmi, sanki bunun işaretçisi. Hepsinin emeklerine en derin saygılarımı sunuyorum. Ve hatta kelime bulamıyorum; Allah biliyor ya yüreğinize sağlık falan da demek istemiyorum; pek hazzetmemiyorum o sözden, epey yıprandığı için… Elleriniz dert görmesin diyeyim. Keşke yemek dizilmiş masalar yerine, okul girişine koysalardı serginizi.

Babasının tüm iyi özelliklerini taşıyan Levent Atalay sayesinde, onun mihmandarlığıyla tanışıyorum elbet ressam sanatçılarla. Levent, Şeref Atalay Beyefendinin oğlu. Elbet yetiştirmenin etkisi var, vardır; fakat yetişen de yetişmeye uygun. Belirtmek lâzım…

Bahçeyi, benim sözlerini anlamadığım –ve fakat – tüm o küçük yüreklerin, kızlı erkekli hep bir ağızdan söyledikleri, söylenmesine dâhil oldukları şarkı kaplıyor.

İki eskimeyen/kadim dost, ben ve Hasan Hüsnü Bayar, demir kapıdan geçip, iniyoruz Kulacadan…

Mühim Not: Upuzun bir yazıyı bu kadar kısaltabildim. Hüzünlü cümleler vardı, onları budadım. Eğlencenin, askerî törene dönüşmüş hâline yergi vardı, onu da budadım. Ve Anıl Kaplanla Burak Yıldızın adını karıştırmışım gibi bir hisse kapıldım. Eğer böyle olduysa, ikisinden de özür dilerim. İlaveten; okulumun bir önceki müdürü Namık Karaman Beyefendiye de teşekkür ederim. Hem üşenmeden geldiği için hem de dostane tavrı için. Şeref Atalay Beyefendiye zaten teşekkür cümlelerim yetmez; sağolsun…

/Ahmet Ufuk ERKAN
29.05.2012


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder