Köyümüzün denizle bir sınırı yoktu. Kilometrelerce (takriben 10 km ) uzakta olmasına rağmen, yüksek rakımlı bir yerde bulunan köyümüzden Karadeniz’i adeta kuşbakışı görüyor ve seyrediyorduk. Bu demektir ki uzak olsak ta denizle kardeş gibi büyüdük. Göz göze, gönül gönüle… Hani derler ya! “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur.” Bu darb-ı meselin maksadına uygun olarak deniz bizim gözümüzden ırakta olmadığı için gönlümüzden de ırak değildi. “Trol” dediğimiz büyük balıkçı teknelerinden başka, güneşli yaz mevsimlerinde, o günlerde Karadeniz seferine çıkan Ankara Feribotunun gelip geçişini ve bu sırada arkasında bıraktığı izinin iki yana genişleyerek açılan köpüklü dalgalarına ruhumuzu okşatır, serinlerdik. Ancak, aradaki kilometrelerce uzaklık denizle aramızda soğuk rüzgârların esmesine de yol açıyordu. O, yüksek dağların tepesindeki bizleri ne kadar hissediyordu bilemiyoruz ama biz ona olan hislerimizde birazcık temkinliydik. Gözgöze, gönül gönüle olmak yetmiyor “hissetmek” için “dokunmak”, dokunabilmek için de “kavuşmak” gerekiyordu. Fazla gecikmedi bu kavuşmamız. Anne tarafımızın “Yakakent” (Gümenüz) oluşu bizim için bir şanstı. Ne zaman ki rahmetli dedem kasabada, tam da denize sıfır noktada kendine ait bir ev yaptı, daha önceleri mola vermeden “Küplüağzı” üzerinden çıkıp yürüyerek gittiğimiz “Oğuz” köyüne artık burada bir iki gün mola verip öyle çıkar olmuştuk. Bu molalar esnasında tabi kendimizi sadece dedemizin kollarına atmıyor, genellikle hırçın dalgalı olan denizin bağrına da atıyorduk. Hem de can havliyle… “Yakakent”in sahili çakıl taşlı idi. Bu yüzden o çağlarımızda deniz kıyılarına neden “kumsal” denildiğine bir türlü anlam veremezdik. Ne zaman ki biraz daha büyüyüp köyümüzün dışında başka dünyalar da keşfetmeye başladık o zaman gördük ki dünya sadece bizim bildiğimizden ibaret değilmiş. Yakakent ilçesindeki sahilin “çakıl taşlı” oluşuna rağmen hemen yanı başındaki Alaçam ilçesinin sahilinin “kum”lu olduğunu görünce anladık ki deniz sahilleri daha başka başka şekillerde olabilecektir. Deniz denince aklımıza artık sadece çakıl taşları ve kumu getirmiyor daha değişik şeylerle karşılaşabileceğimize “amenna” diyorduk.
Çocukluk çağlarımızda sadece uzaktan, köyümüzden doğru seyrettiğimiz denizle olan hukukumuz böylece Yakakent ilçemizde başlamıştı. Hatırlıyorum da o dalgalı zamanlarında denizde yüzmüyor sanki onunla boğuşuyor; boyumuzu aşan dalgalarla adeta “dalga geçiyorduk.” Üzerimize gelen dalganın üstünden aşmaya gözümüz kesmezse hemen su altına dalıyor ve dalganın geçmesiyle su yüzüne çıkıyorduk ama bazen de geç daldığımızda dalga bizi kündeye getirip sahile doğru yerden yere vuruyordu. “Sörf” nedir bilmezdik ama dalgalarla böylesine “güleş” (güreş) etmek çok hoşumuza gidiyordu. Bu maceralarımızı zamanla Alaçam Geyikkoşan sahilinde sürdürürken devlet parasız yatılı lise tahsilim için gittiğim Ordu ve yüksek öğrenim için gittiğim Trabzon sahilleri bizi tanımakta gecikmedi. Zaten deniz kollarını açmış bizi bekliyordu. Bize düşen, açılmış bu kollara kendimizi düşünmeksizin, “cumburlop” bırakmaktı. Tüm şehir merkezlerinde olduğu gibi Ordu sahilleri de kanalizasyon ve fındık harmanı atıkları gibi insan eliyle kirletilmekten nasibini almıştı o günlerde. Trabzon ise tünelden öteye limanı ve havaalanıyla sahilini insanlara kapatmıştı. Tıpkı Samsun’da olduğu gibi… Tek farkla limandan başka, Samsun’un denizle bağlantısını kesen havaalanı değil “Demir Yolu”ydu.
Köyümüzde geçen çocukluk yıllarımızı saymazsak, ömrümüzün önemli bir kısmı tahsil nedeniyle Samsun dışında geçmişti. Bu süreler içersinde İlimiz Samsun’dan sadece “geçiyorduk” bir yolcu gibi. Bu nedenle bu kent adeta yabancıydı bize. Genellikle akşam ya da sabah vakitlerinde anayol üzerinden geçip gittiğimiz bu kent aslında bizimdi ama ne çare ki o bize yabancıydı. Tabi biz de ona… Mert ırmağının yakınındaki “Eski Otogar” ile Büyük Camii’nin yakınlarındaki en eski “Bafra Garajı” denilen ilçe ve komşu illere gidip gelen araçlara ait garaj arasındaki mesafe bizim Samsun ile olan “temas noktamız” idi. Öğrenciydik… Özellikle okullar açıldığında, Şubat tatillerinde ve okullar kapandığı zamanlarda adeta “göçmen kuşlar” gibiydik ve yanımızda taşıdığımız eşyalarımızın arasında “yatak yorgan” dahi olurdu. İşte bu zamanlarda gerek atların ve gerekse insanların çektiği artık hangisi çatarsa “hamal” arabaları bizim imdadımıza yetişir, küçük bir pazarlık yaparak anlaştığımız fiyat ile iki garaj arasındaki mesafede hem yürür hem de “hamallık” yapan kimseyle sohbet eder, kısa süreli ve gelip geçici de olsa bir dostluk bağı kurardık.
Şimdi düşünüyorum da “gelip-geçici”liğin bir “kader”i olduğu Samsunumuza böylesine uzak kalışımız da bizim kendi kaderimizdi sanki. Ne biz ona ulaşmak için bir adım atıyorduk ne de o bize yaklaşıyordu haşir neşir olmamız için. Köyde yaşıyorduk. Köye nazaran şehirlerin bir cazibesi, bir çekiciliği vardı. Köylerimizde de sokak lambaları yanıyordu gün bittiğinde ama kent ışıkları bir başka ışıldıyordu. Örneğin, havanın sisli puslu olmayıp açık olduğu zamanlarda kilometrelerce ötedeki Sinop şehrinin ışıkları denizi aşıp köyümüze ulaştığında içimiz ürperirdi gece vakitlerinde. Aradaki farklı ısılardaki hava akımları nedeniyle adeta yıldızlar gibi bize göz kırpan, özellikle “Amerikan Radar Üssünden” gelen Sinop kent ışıkları bir başka dünya imiş gibi bizi kendine çağırırdı. Bu çağrılara, kalkınma için kentleşmeyi zaruri kılan ekonomik modellere ilave olarak “köylülük oranınızı düşürün” diye bas bas bağıran “Avrupa Birliği Koşulları” da eklenince köyde zor günler geçiren ve bunun sonucu seve seve “Homo economicus” olmaya talip olan insanlarımız kent seferlerine akın akın katılmaya başlamışlardı. Bu akınlardan ne yazık ki Samsunumuz pek nasibini almış görünmüyor. Bırakın dışarıdan katılanları karşılamasını yani “göç almasını”, kendi köylüsünü bile kaldıramayan, onları ağırlayacak gücü kendinde bulamayıp onları uzaklara, başka kentlere uğurlayan bir Samsun “göç veren” iller liginde oynamayı gururuna nasıl yediriyor anlayamıyorum. Çünkü diğerlerinden neyi eksikti ki?
Coğrafi keşifler dünyada ticaretin, dolayısıyla ekonomik gelişmenin önünü açmıştı. Ulaşım olanakları iktisadi hayatın atardamarlarıydı. Bir kıyı kenti olan Samsun başta “Deniz Yolu” olmak üzere Karadeniz’in Anadolu’ya açılan tek merkezî kapısı olmasıyla önem kazanan “Kara Yolu” ve “Demir Yolu” na ilaveten şimdi bir de uluslar arası “Hava Alanı/Yolu” ile ulaşım konusunda dört başı mamur bir il iken her yiğide nasip olmayacak bu nimetler karşısında ne kadar şükrediyor acaba? Şu an aklıma gelen “Febieyyi âlai Rabbiküma Tü-Kezziban” ayetinde olduğu gibi Yeşilırmak ve Kızılırmak gibi ikili “baraj ve ovalar“ gibi saymakla bitmeyecek olanak ve şartlara sahip kaç ilimiz var? Bu yazımızda Samsun’un bu ve benzer “değer”lerini saymak yerine kuruluş gerekçesinde yer alan “Deniz” konusuna değinmelerde bulunmak istiyorum.
Samsun bir deniz kentidir. Denizle kıyısı olan kentler, denizle barışık yaşamak zorundadır. Kıyı kentlerinin denizle olan ilişkisi “itişip kakışmak” yerine mecburiyetten doğan dostluk ilişkisi içinde olmalıdır. Şüphesiz deniz Samsun’a çok şey vermiştir. Hatta Samsun’u Samsun yapan denizdir. Coğrafi konumu itibariyle doğal bir liman olan Samsun il merkezini M.Ö. 7. Yüzyılda ilk kez yerleşime açan ve buraya yerleşenler (M.Ö 670) denizci bir kavim olan Miletlilerdi.
Amacımız burada tarih dersi vermek değil ancak anti parantez olarak belirtmekte yarar vardır; Samsun’un tarihi elbette Miletlilerle başlamıyor. Belki de tüm hayatını Samsun gibi güzide bir kentin tarihini aydınlatmaya adamış Bâki Sarısakal hocamızın verdiği bilgilere göre; Proto-Hitit adı verilen ve Anadolu’ya yerleşen bu topluluğun bir kolu olan “Gaskalar” ın M.Ö 3500 yıllarında bugünkü Asrî Mezarlığın alt tarafında bulunan Mert Irmağı kıyısındaki “Dündar Tepe” ya da halk arasında “Öksürük Tepe” de denilen yerde ilk siteyi oluşturdukları biliniyor. Tekkeköy Mağaralarında da rastlanan bulgulara göre “Geç Kalkolitik” ve “Tunç Çağ”larına tekabül eden bir zaman diliminde yaşamış bu “Taş Devri” insanları “denizci” değil bir “karacı” oldukları için yerleşim yerleri denizden uzak iç kesimlerde kalıyordu. M.Ö. 1350 yılına gelindiğinde o dönemim Kristof Kolombu olan Eski Yunanlı Yason, Argonaft seferiyle bugünkü Samsun kent merkezinde değil de Kızılırmak ve Yeşilırmak önleri ve Terme bölgesinde bulunup bugün Amazon dediğimiz o gün oranın mukimi İskitlerle cedelleşirler. Anadolu’nun ilk yerleşik devlet ve uygarlığını kuran Hititlerin Samsun civarındaki yerleşkelerini Firigler ortadan kaldırır. Friglerin hakkından da Kimmerler(M.Ö. 1180) gelir. Bu olaylar esnasında sadece Samsun’da değil tüm Karadeniz’deki tüm şehirler yıkılıp, yerle bir edilir.
İşte tam bu sırada Ege’nin denizci bir ulusu olan Milet’liler Karadeniz’e açılmışlardır. Bugünkü Toraman Tepe ve Cedit sırtlarında “Samsunun nüvesini oluşturacak ilk yerleşim” yerini açanlar olarak Miletliler öne çıkmaktadır. Tabi daha sonraki takip eden yıllarda İranlıları bölgede “Pers” ve “Pont” krallıklarıyla gördükten sonra sahneyi Romalılar alır. Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı diye ikiye bölününce Samsun Doğu Roma yani Bizans’ın payına düşer. Samsun, çok geçmeden 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya başlayan yeni Türk akınları akabinde Türklerin eline geçer geçmesine de elde avuçta kalan bir kent yoktur; ya saldıranlarca ya da terk edilenlerce defalarca kurulur ve defalarca yakılıp yıkılır. Samsun’u yıkan son yangın 1869 yılında meydana gelir. Mutasarrıf Arap Hakkı Paşa döneminde, bugünkü Büyükşehir Belediye Binasının karşısında bulunan Süleyman Paşa Medresesinde misafir olarak kalan bir mollanın sigara içme sevdası yüzünden bütün kasaba yanmıştı. O gün Trabzon Vilayetinin Canik adlı bir Mutasarrıflığı olan Samsun, Trabzon Valisi Esat Muhlis Paşa tarafından yurt dışından getirtilen bir Fransız Mühendise bugünkü imar planıyla yeniden inşa ettirilir. 1915 ve 1916 yıllarındaki Rus ve 1922 yılındaki Yunan bombardımanı kentin denizden aldığı son dış darbeler olur.(Kaynak: Baki Sarısakal, Bir Kentin Tarihi Samsun, II.Kitap)
Denizden gelen bir millet tarafından kurulan bu kent en son denizden gelen bir başka milletlerce yıkılmaya kalkışılmışsa da bunda muvaffak olamadıkları ortadadır. Bir kıyı kenti olan Samsun’un denizle olan “atışma”sı elbette sadece bu savaşlarla olmamıştı. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında küçük bir kasaba görünümünde olan ancak yedi ayrı iskele ile denize tutunmaya çalışan bir Samsunla karşılaşıyoruz. “Düyun-u Umumiye”’nin el koyduğu tütüncülüğümüzün Samsun’daki üretiminin dünyaya ulaştırılması için kullanılan Samsun Reji İskelesi bunların en önemlisiydi. Bilindiği gibi bombardımanlar sırasında Samsun’da ayakta kalan tek iskele Fransız şirketine ait bu iskele idi ve “Merkez İskelesi”, “Regie İskelesi” ya da “Tütün iskelesi” gibi birçok isimle anılıyordu. İşte, kendisiyle birlikte bir ülkeyi ve bir milleti de tarihin karanlıklarına gömülmekten kurtaran adımların atılmasına bu iskelesiyle Samsun vesile olmuştu. 20. yüzyılın başlarında Müslüman Türk’ün yoktan var oluşu için bir çıkış noktasıydı Samsun. Sadece kendisini değil, bir bütün olarak bir Milleti kurtaracak olan meşale, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi yine denizden gelenlerce yakılacaktı.
Samsun bir “denizden gelenler kenti”dir. Bu gelenlerden her birisinin amaçları farklı farklıydı. Bu amaçları “kurmak, kurutmak, kurtulmak ve kurtarmak” diye kategorize edebiliriz. Bu kentin birçok kurucuları oldu. İlk kurucuları birer “kolonist”ti. Her kolonist kuruculuğun yanında aynı zamanda kurutucu (sömürücü) yani yıkıcı idi. 20. yüzyılın başlarında (Pontus devleti) “kurmak” amacıyla gelenler bile atalarını aratmayacak derecede ve onlardan da daha ileri teknolojilerle Samsun’u “kurmak adına kurutma” gayesindeydiler. Bu gelenler arasında Rus’u, İngiliz’i, Yunan’ı, Hint’lisi ve Amerika’lısının olması aslında Samsunun önemini bir kat daha artırıyordu. Samsun’a denizden gelenler arasında belki de en hüzünlü olanları 20. yüzyılın başında Kırım’dan, Kafkasya’dan sürülüp canını kurtarmak için Samsun’a gelenlerdi. Samsun Merkezden Kirazlık ve Çarşamba sınırlarına kadar tüm sahili hınca hınç doldurmuşlardı. Rusların, Artvin, Rize ve Trabzon’u işgal girişimi sırasında “melmeket(!)”lerini terk edenleri göçmen saymamak gerekir; çünkü onlar “avdet” edenlerdir. Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmet Han, Trabzon’u fetheylediği zaman bölgenin Müslümanlaştırılması için tıpkı İstanbul’u fethettiği sırada yaptığı gibi, yine Samsunluları göç yollarına düşürmüştü. Çünkü Samsun, Hocasının yetiştiği topraklardı. İşte bu gidenlerin evlatlarıdır geri dönenler yani “avdet” edenler. Samsunun yüzünü güldüren elbette Bandırma Vapuruyla gelen “kurtarıcı”lar idi. Bunlar sayesinde bugün Samsun “Güneşin Doğduğu Kent” unvanını almıştır; Ne mutlu bu gelenlere ve ne mutlu bu gelenleri kucaklayanlara…
Deniz sadece felaketlerin değil aynı zamanda rızk, rahmet ve bereketin de kaynağıdır. Elbette bu, kıyıda durup bakmakla, el açıp beklemekle olmayacaktır. Eğer ondan bir şey istiyorsak ona doğru yönelmemiz gerekecektir. Yüzümüzü ona çevirmeliyiz. Emek vermeliyiz, say’ harcamalıyız ki bir karşılık bekleyelim ondan. Sahi bir kıyı kenti olan Samsun bu konuda denize ne veriyor ve ondan ne alıyor hiç düşündük mü? Türkiye’de avlanan balığın %80’i Karadeniz’den çıkmaktadır. Bu yüzde de Samsunlu balıkçıların durumu nedir? Tekkeköy yönünden gelip Canik İlçe sınırlarından kente giriş yaparken Toptepe eteklerinde bizi karşılayan 210 dönümü deniz, 190 dönümü kara olmak üzere toplam 400 dönümlük “Türkiye’nin en büyük Balıkçı Barınağı”ndaki endüstride Samsun’un durumu nicedir? Özellikle dini bayramlar sırasında üç beş günlüğüne Barınağa demirleyen büyük balıkçı tekneleri arasında gördüğüm manzara, tabiri caizse “Samsun Bandıralı” tekne sayısının yüzdesi beni düşündürmektedir. İklim şartları gereği Adana’dan erken vakitte gelen karpuzu anlarım da sezon açıldığında Karadeniz’in markası olmuş hamsinin bir Karadeniz Şehri olan Samsun’a neden Sinop, Trabzon ve Rize gibi diğer Karadeniz illerinden gelir bir türlü anlayamam? Öte yandan, doğal bir liman konumundaki bu kentte denizcilik ne durumda? Denizcilik; ticaretten başlayıp ulaşıma dek uzanan geniş bir kavram... Ancak, denize paralel, hatta bir birine de paralel bir demir yolu ve kara yolu ağı dünyanın hangi ülkesinde mevcut ola ki bence malum değil? Akıllı insanların dahi, bile bile hata yaptığı bu ülkenin mühim atasözlerinden birisi de “Hatanın neresinden dönülürse kârdır” sözünün bile hiç bir “kıymet-i harbiyesi”nin olmayışına doğrusu iç geçirerek üzülüyorum.
Samsun hâlâ denize çok uzak bir şehirdir. Alınan tüm tedbirlere, yapılan olağanüstü iyileştirmelere rağmen insanlar denizle hasret giderecek kadar henüz denize yakın değiller. Göz göze bakışabiliyorlar artık ama denizle arasında kaleyi andıran yüksek surlar mevcut. İki koltuğuna girmiş iki gencin yardımıyla Doğupark’ın oralarda ayaklarını denize sokma gayreti boşa çıkan yaşlı bir amcanın dilinden dökülen dualar hiç de hayırlı bir dua değildi. Bilindiği gibi Atakum ve Kirazlık sahillerini saymazsak il merkezi olarak Samsunumuzda doğal bir sahil alanımız kalmadı. Denize yapılan dolgu sahalarını bir kâr addederken kaybettiğimiz kıyı şeridimizle birlikte denizle olan “irtibat”ımızı da kopartmış olduk. Deniz artık eskisi gibi dalgalarını upuzun kumsalına annemizin yufka açması gibi sermiyor. Kum ve dalga sesleri gönüllerimizi okşamıyor. En kötüsü denizin kendisi kendini kumsala sererek yumuşatamıyor. Hep kafasını taşlara vuruyor. Bu yüzden hırçın, hep bu yüzden gergin… Başta balıklar olmak üzere “faunasına taş doldurulmuş” kıyılarımıza hiçbir deniz canlısı yaklaşamıyor. Gerek liman mendirekleriyle ve gerek taş dolgulu kıyılarıyla Samsun denizi, deniz canlıları için felaket bölgeleri konumundadır. Buralarda hiçbir canlı kümelenemiyor, üreyip türemek yerine gün geçtikçe yok olup gidiyor. Bu yüzden deniz bize her daim kızgın ve her daim öfkelidir bir baba gibi. Dalgalarını kumsal yerine kayalıklara her savuruşunda sanki bizim suratımıza bir tokat indirir gibi haşin ve öfkeli. Öte yandan evinden, yuvasından atılmış cezalı çocuk gibi zaman zaman masum, sessiz ve sakin de olabiliyor. Ama denizin bize küskün olduğu bir gerçektir.
Bir kıyı kenti olmanın doğal zorunluluklara dayalı zorlukları da vardır. Bunların en önemlisi bu kentlerin varlık sebebi limanlardır. Bir yandan kentleri denize bağlarken öte yandan kentlerle deniz arasında bir set, bir engel olmalarının doğal olması bundandır. Bu tip kentler “işgücü” kaynağıyla limanları beslerken, limanlar da “emek bedeli” ödeyerek kentleri beslemektedir. Ancak çağımızın getirdiği “gümrüklü saha” zorunluluğu kendi öz yurdunda insanı garip kılmaktadır. 1950’li yılların sonu ve 1960’lı yılların başında Toraman Tepedeki Radar Üssünde görevli Amerikalı askerlerin limandaki mendireklerin taa ucuna gelip o gün çektikleri “denizden Samsun” fotoğraflarını bugün ben çekemiyorum. Çünkü ticaret hukuku gereği “yasak bölge” olmuştur. Oysa eskiden böyle miydi? Gerek ana rıhtımda olsun gerek sanayi rıhtımında olsun mendireklerde ve limana yaklaşmış gemiler arasında oltalarımızda balık tutmanın ayrı bir zevki vardı.
Samsunun denizle arasındaki zorunlu engellerden birisi de “Demir Yolu”dur. Her ne kadar “Gar Binası”nı yerinden kaldırıp, lokomotifler için kurulmuş olan ve bugün onarılmış olarak ayakta duran eski su deposunun olduğu Mert Irmağı kenarına çekilmesi düşünülse de limanla olan bağlantısı nedeniyle bu engelin de tamamen aradan kaldırılması mümkün görülmemektedir. Ki Türkiye’de bir ilk olan Tekkeköy’deki “Gelemen Lojistik Köyü” limandan başlayıp Samsun sahili boyunca bu Demir Yolu ağımıza yeni bir hareketlilik kazandırmış durumdadır. Şimdi buna bir de “Hafif Raylı Sistem”imiz de ekleneceğine göre “Sevgi Köprüsü”ne daha çok iş düşecek demektir. Olur ya “tek çiçekle bahar geçmez” deyip Samsunluyu denizle buluşturacak yeni “Köprülere” imza atmaya kalkan idarecilerimiz bizi mutlaka heyecanlandıracaklardır.
Denizle olan hukukunda Samsun birçok ihlaller yapmıştır. Çiğnenen bu kurallar sonucunda sadece denizin içinde yaşayanlar değil denizin dışında, kıyısında yaşayanlar da zarara uğramışlardır. Başta dolgu yoluyla kesilen irtibata, kapalı alanlar ihdas ederek katılan alanlar da eklenince denizle aramıza konan bu mesafeler aşılmaz birer engel gibi önümüzde durmaktadır. Aşağıdaki denize karşın, yukarıdaki bizler tıpkı kalelere sığınmış birer savaşçılar gibiyiz. Liman içinde bir nebzecik de olsa dokunabileceğimiz deniz ile aramızdaki kirlilik dışında, liman dışına çıkıp sahil yolu boyunca ilerlediğimizde denizle aramızda dolgu sayesinde taşlardan örülü bir duvar hâkim. Tarihi fotoğraflarda Kalyon Burnundan başlayıp Toptepe’ye kadar uzanan bir alanda yer alan Samsun kenti ve içindeki insanlara deniz Deli Dumrul masalındaki misale benzemiş durumda. Kumsal ve deniz için Samsunlulara yapılan teklif “geçenden 10 akçe, geçmeyenden döve döve 40 akçe” de olduğu gibi “hafta içi 4 lira, hafta sonu 6 lira” ’dır. Ailecek gidildiğinde, içeri yiyecek de sokmak yasak olduğundan dolayı içeriden yiyip içileceği için kent içinde bir günlük deniz sefası bir aileye en az 50 liraya mal olmaktadır. Ne girerim ne de girdiririm hesabı kente kazandırılan Fener, Mert ve Bandırma plajları da doğal turistik alan olmaktan ziyade bir “Doğal Hapishane” durumundadır. İstanbul’daki Florya plajının halka açılmasıyla “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” söylencesinde olduğu gibi Samsun için de “plajlar açıldı halk denize giremiyor” dersek abartmış olmayız. Tabi başta da söylediğimiz gibi şiddetli dalga ve sualtı akıntılarıyla her yıl can almaya devam eden kent merkezi dışındaki Atakum ve Kirazlık sahilleri istisna.
Sahil yolu Samsun insanına nefes aldıran bir projedir. Tıpkı hayata geçirilen bu proje gibi Mert Irmağının denize kavuştuğu noktada “Sahil Yolunda Çalışanlar”ın anısına dikilmiş olan “Emek Heykeli” de yerinde ve anlamlı bir çalışma olup bu konuda “emek harcayan” herkese teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Bu noktadan sonra ne tür bir “sahil kurtarma projesi” üretilebilir bilemiyorum ama yeri gelmişken burada “denizin içinde denize hasret” yaşamamak için Batıpark alanında tanzim edilen “Denize Sevgi Parkı” için de “düşünüp üretenleri” kutlamalıyız. Dünya denizden nasıl yararlanıyorsa en azından bizler de denizden o şekilde yararlanabilmeliyiz. Ulaşımsa ulaşım, üretimse üretim, turizmse turizm… Sahil Yolumuz, İzmir’in Kordon’u, İstanbul’un Moda’sı gibi Samsunlular için bulunmaz bir fırsattır. Limandan başlayıp Belediye Evlerine kadar uzanan beş kilometrelik bu gezinti yolumuz Sahil Kafe, Sevgi Kafe, Mert Kafe ve Doğupark Kafeleriyle soluklanmaya bir şeyler yiyip içmeye ve özellikle de yaz akşamlarında “canlı müzik” dinletileriyle ruhlarımızı okşamaya devam ediyor. Aşkı bırakıp meşke düşenlerin ikaz edilmesiyle ünlenen Doğupark ve tüm sahil yolumuz aslında Samsun için bir sanat ve edebiyat ürünlerine ilham verecek boyutta derinliğe sahiptir. Şenlik treninden sonra devreye giren iki adet üstü açık “Gezi Otobüsü” ve en önemlisi 12 adet Fayton sahil yolunda bizleri nerelere götürmez ki?
Samsunu ve Samsunluyu denizle yüz yüze getiren ve onu denizle yüzleştirmeyi amaçlayan diğer güzel adımlardan da bahsetmek gerekirse bunların ilki elbette kentin doğu yakasındaki “Bandırma Vapuru Müzesi”dir. Sinoplu bir işadamının teklifi ve yapma taahhüdü söylentisi ne kadar doğru bilemiyorum ama başlangıçta Samsun Valiliği tarafından yapılan ve daha sonra Samsun Büyükşehir Belediyesine devredilen bu müzemiz “19 Mayıs kültürü”nü ayakta tutan bir değerimizdir. Öte yandan Cumhuriyet Meydanını denize bağlayan ilk adıyla “Protokol Yolu” şimdiki adıyla “Kurtuluş Yolu” ve aynı nokta olmasa da onun ucuna inşa edilen Bandırma Vapuru figürlü “Tütün İskelesi” Samsun’u deniz yönünden tarihiyle kucaklaştıran bir başka projedir. Anti parantez olarak belirtmekte yarar var; gerek Bandırma Vapuru Müzesinde gerek Kurtuluş Yolu üzerinde konumlandırılmış olan mumya heykeller, dünya sanat tarihi açısından Samsun’un adını duyuracağı ender sanat eserleridir. Diğer mumya heykeller kapalı ve klimalı ortamlarda sergilenirken sıradan bir mumya heykel olmayan, yapım teknolojisi bakımından dünyada bir ilk olan bu eserler kalıp kullanılmadan artı eksi 70 dereceye kadar ısıya ve her türlü hava koşullarına karşı dayanıklı olduğu için karda kışta açık alanlarda sergilenebilmektedir. Bu eserlerin Samsun’da ve bir “Samsunlu sanatçı” tarafından yapılmış olması “göğsümüzü kabartan” bir başka olaydır.
Çeşitli kültürel ve sosyal imkânları içinde barındıran Doğupark ve Batıpark alanlarından başka Samsunumuza bir başka güzellik katan çaba ise tarihi Fener’in yeniden inşa edilmiş olmasıdır. Samsun ile denizin birlikteliğini elbette sadece kıyılara sokularak görmek ve seyretmek yetmeyecektir. Özellikle Samsun’a bir İstanbul Boğazı edasında görüntü sağlayan Toptepe ve Hasköy tepeleri her Samsunlunun çıkıp Samsun’u ve denizi seyretmesi gereken önemli noktalardandır.
Nihayetinde, denize sırt çevirenler, ona arkalarını dönenler hep kaybetmişlerdir. Deniz bize “engin” olmayı öğütler. Ferahtır, ferahlığı önerir. Derindir, yüzeyselliğin, sığlığın dayanılmaz sıkıntısına düşmememiz için bizi uyarır. Tıpkı “Emr-i bil maruf ve nehy-i anilmünker” düsturunda olduğu gibi hep sahiplenir bizi. Biz onun bağrına dolgu yoluyla “taş”, erozyonu önlemeyerek her yağmurda “toprak” doldursak ta o bize yine ekmek vermeye devam eder ama işlenen hiçbir suçu, ihmal ve hatayı da asla affetmez, derhal cezalandırmasını da bilir. Uğruna canımızı seve seve feda edebileceğimiz “Deniz Gözlü” bir yâre hepimiz sahip olmayabiliriz ama Samsun’da olup ta Samsunlu olanların kentte kendinde olabilmelerine fırsat verecek engin bir denizleri var. Hep ağlayan, sızlayan ve mızmız eden bir çocuk olmamak için denizden çıkaracağımız çok dersler ve ibretler vardır. Deniz, tıpkı toprak ana gibidir. Ne ekersek onu biçeriz. Denizler sadece seyredilmek için yaratılmamıştır. Onların da bir “yaratılış hikmetleri” vardır. “Hikmet” sahibi olmak için filozof olmaya da gerek yoktur. Bir miktar akıl ve azıcık bir düşünce yeter de artar bile.
Kıyı kentinde yaşayıp ta “benim denize ihtiyacım yok” diyemezsiniz. Yoksa dengeleri altüst eder her şeyi berbat edersiniz. Geçmişten emanet aldıklarınızı geleceğe devredememiş olmanız “emanete hıyanet” sayılacağından altına girdiğiniz “kul hakkı” gibi bir vebalden dolayı “Rahman ve Rahim”in esirgemesi ve bağışlamasından da mahrum kalacağımız aşikârdır.
Ne zaman deniz kıyısına gitsem bir Nazım Hikmet şiiri hep dilimin ucundadır; “Denizin üstünde ala bulut / Yüzünde gümüş gemi / İçinde sarıbalık / Dibinde mavi yosun / Kıyıda bir çıplak adam / Durmuş düşünür / Bulut mu olsam? / Gemi mi yoksa? / Balık mı olsam? / Yosun mu yoksa? / Ne o, ne o, ne o, / Deniz olunmalı, oğlum! / Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla ...”
Deniz olmak… Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla… Deniz olabilmek için denizle olmalıyız, denizde olmalıyız. Samsun’a kurulacak tersane için dikilen duyuru/reklâm panomuz çürümeye yüz tuttu ama tersane alanından galvanizli sac sesleri gelmiyor. Tersane kurulacak diye zamanında öngörüde bulunup Sayın Süleyman Kaldırım başkanlığındaki mülga Gazi Belediyesi tarafından açılan kaynakçılık kurslarında yetiştirilen insanlarımız tersaneleri çalışan diğer illerin yolunu çoktan tuttular bile. Üniversitemizin Sinop’taki “Su Ürünleri Fakültesi” Samsun’a ne kadar yakın? Samsun Denizcilik Meslek Lisesi’nin adını duyan var mı? Hani nerede Samsun Feribot seferleri? Samsun adlı Feribotun kendisi Samsun’a gelmiyor bari bir zamanlar İzmir ile Trabzon arasında haftalık seferlere çıkan Ankara Feribotumuza bu rotayı kimler çok görüyor? Salı günü akşamları Trabzon’a, Perşembe günü sabahları da Sinop üzerinden İstanbul ve İzmir’e giderken “vuut vuut” sesleri arasında el sallayarak “hayırlı yolculuklar” dilediğimiz bu deniz yolu ulaşımından Samsun ve Samsunlu neden mahrumdur?
Zenginlik başa bela… Onca artı değerleri yanında üç beş eksiği(!) konularında Samsun kıyılarında durmuş düşünen bu çıplak adamdan herkese sevgi, saygı ve selamlar gönderiyorum.
/Çetin KOŞAR
Samsun, 01.09.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder