13 Ocak 2014 Pazartesi

Bir Zamanlar Türkiye’de Bir Ondokuzmayıs Lisesi Vardı



Başlığa bakıp da, “Ne oldu Ondokuzmayıs Lisesi’ne, tarihin derinliklerine mi? gömüldü” diye endişelenmeyiniz.   

Ondokuzmayıs Lisesi yerinde duruyor. Hem de benim sözünü ettiğim Ondokuzmayıs Lisesi’nin o günlerde ki futbol sahası üzerine inşa edilmiş, daha büyük ve daha geniş olanaklara sahip olarak.

Ne var ki, bu Ondokuzmayıs Lisesi artık benim başlıkta sözünü ettiğim Türkiye’nin nam salmış 5–6 Lisesinden birisi değil. Hatta artık Samsun’un da en popüler ve tercih edilen lisesi değil.

O dönemlerde Ondokuzmayıs Lisesi’nin adı İstanbul’da ki Kabataş Lisesi, Vefa Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi, Ankara Atatürk Lisesi, Sivas Lisesi gibi başarıları ile tüm Türkiye’nin tanıdığı liselerle anılırdı.

Üzülerek söylemek gerekirse, Ondokuzmayıs Lisesi bu namını 1960’lı yılların sonuna doğru kaybetti.  

Amacım biraz nostalji yapmak, birazda hemen her konuda olduğu gibi eğitim alanında da büyük bir düşüş yaşayan Samsun’un geçmişine ışık tutmak.

O nedenle, bugün sizlerle 1960’lı yılların Ondokuzmayıs Lisesi anılarımı paylaşmak istiyorum. Biliyorum ki, bu anılar sizlere Samsun’un eğitim alanında nerelerden nerelere, nasıl ve neden yuvarlandığı konusunda da ışık tutacaktır. Çünkü o yılların eski adı ile Samsun Lisesi, sonraki adıyla Ondokuzmayıs Lisesi, eğitim alanında yalnız Samsun’un değil tüm Türkiye’nin de simge liselerinden birisidir. Samsun’u Türkiye gündemine taşıyan bir eğitim üssüdür.

19 Mayıs Lisesi’nin ana binası, günümüzde Atatürk İlköğretim Okulu olarak kullanılan tarihi binadır. Ayrıca bahçesinde, koridor etrafına sıralanmış dersliklerden oluşan ve “Baraka” olarak adlandırılan bir de ek binası vardır.  

1960’lı yıllarda 19 Mayıs Lisesi’nin ortaokul bölümü de vardır ve İlkokul sonrası ortaokula 19 Mayıs Lisesinde başlayan öğrenci, altı yıl sonra kendisini Üniversite kapısında bulurdu.

O yıllarda 19 Mayıs Lisesi’nde tam gün eğitim yapılmaktaydı. Eğitimin sabah bölümü sabah 8.30 da başlıyor ve dört ders yapıldıktan sonra saat 12.15 ile 14.00 arası öğle yemek molası veriliyordu. Saat 14.00 de başlayan öğleden sonraki bölümde de iki ders yapıldıktan sonra, saat 15,45 de o günkü ders programı bitmekteydi. Ders araları da 15 er dakikadır.

Ortaokula 19 Mayıs Lisesinde başlamak bir öğrenci için büyük bir şanstı. Çünkü ortaokulun derslerine de lise öğretmenleri girdiğinden ders programları diğer ortaokullara göre çok daha ağır geçmekte bu da, diğer ortaokullara göre de eğitim seviyesini yükseltmekteydi.

O yıllarda okulun binası yeterli olmadığı için, sınıf sayıları 50- 55 arasında değişmekteydi. İşte böylesine fiziksel şartları günümüz okullarına göre çok daha kötü olan bir lisenin 1963 yılı mezunlarının başarı öyküsünü, o dönemin bir öğrencisi olarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Eğitim seviyesinde ki bu kaliteyi sağlayan en önemli faktör, isimleri efsaneleşmiş eğitim kadrosundan ve yönetimin ödün vermez disiplininden kaynaklanıyordu. Hiç unutmuyorum, fizik dersinde yardımcı kitap olarak İstanbul teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nusret Kürkçüoğlu’nun Teknik Üniversitesi öğrencileri için yazdığı kitabı kullanıyor ve o kitapta ki problemleri çözüyorduk. Matematik dersinde de ise, Prof. Dr. Turan Tanın’ın kitabından yararlanıyorduk. İşte aldığımız bu eğitim, bizim sınıfın aşağıda anlatacağım toplu başarısının da anahtarıydı.   

Bu sınıfın benim de içinde olduğum çok sayıda öğrencisi, ortaokula 19 Mayıs Lisesinde başlayıp altı yıllık eğitim sonrası bu başarıya imza atmıştır.

19 Mayıs Lise’sinin ortaokul bölümünü bitirenler lise de 4-A ve 4-B sınıfını oluştururlardı. Bu kural haline gelmişti. Nitekim 3-A sınıfı lise–2 de, fen bölümünü seçenler 5/ Fen-A da, edebiyat bölümünü seçenler de 5/ Edebiyat-A da bir araya geldiler.

1960 öncesi dönemlerde 19 Mayıs Lise’sin de çok daha ağır bir eğitim programı uygulanmakta ve öğrenciler mezun olabilmek için, bir yılda “Olgunluk” sınıfını okumak ve sınavını geçmek zorundadırlar. Bizim dönem öncesinde bu sınav kaldırılmıştı. Ancak bizim dönemde de liseden mezun olabilmek için, yazılı ve sözlü olmak üzere iki sınavdan geçmek zorunluydu.

6/ Fen-A olarak sınıf sayımız 55 kişiydi. Bu sınıfın beş öğrencisi haziran döneminde, diğerleri de eylül döneminde mezun olurlar. Bu sınıfın mezun olanlarından 5–6 arkadaşımız evlilik ve baba mesleğini seçtikleri için eğitimlerini noktaladılar.

Yine o dönemlerde, her fakülte ayrı tarihlerde ve ayrı  ayrı sınavla öğrenci almaktadır. Ortadoğu Üniversitesi test sınavı ile öğrenci almaya başlamıştır. Tıp, Dişçilik ve Eczacılık fakülteleri ise, aynı gün ve aynı saatte sınav yaptığı için, ancak birisine girme şansımız vardı.

İşte böyle bir ortamda, 6/fen A sınıfı o yıl muhteşem bir başarı öyküsüne imza atıyordu.  20 arkadaşımız İstanbul Teknik Üniversitesi ile Ortadoğu Üniversitesinin çeşitli Mühendislik fakülteleri’ni, 7’si Ankara ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülteleri’ni, benim de içinde olduğum üç arkadaşımız İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni, bir arkadaşımız İstanbul üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesini, üç arkadaşımız İstanbul ve Anakara Üniversiteleri Hukuk Fakültelerini kazanıyordu. Diğer arkadaşlarımızın da birisi İ.Ü İktisat, üçü Ziraat Mühendisliği, biri İ.Ü Orman Mühendisliği, üçü Eğitim Fakülteleri’ni kazanırken, üç arkadaşımız bankacılığı tercih ediyordu.

En büyük başarıyı ise sınıfımızın en zeki ve çalışkanı olan Ertuğrul Çepni gösteriyor ve burslu Amerika sınavını kazanıyordu.  Sonuç olarak o sınıfın 50 öğrencisi ülkemizin en seçkin üniversitelerinden mezun olarak şu anda bir kısmı Samsun’da, bir kısmı da ülkemizin değişik kentlerinde meslek yaşamlarını sürdürüyor. 

Tabii bu sınıfın başarısını anlatırken bir ismi anmadan geçemeyiz. Hem sınıf öğretmenimiz, hem de matematik öğretmenimiz olan Ahmet Çağlayan’ı rahmetle anarken, onun bizlere olan katkısını bu satırlara sığdırmamın mümkün olmadığını belirtmek istiyorum. O bizim için sadece öğretmen değil bir babaydı. Her dersin ilk on beş dakikasında ileride karşılaşabileceğimiz sorunları nasıl aşabileceğimizi anlatır ve yol gösterirdi.

Rahmetli Ahmet Çağlayan ilgili bir anımızı anlatmak istiyorum. Fen sınıfı olmamız nedeniyle sosyal içerikli derslere çok fazla önem vermiyoruz. Bu sırada, sınıfta bir söylenti çıktı. İngilizce Öğretmenin 6 Edebiyat A sınıfında İngilizce dersini çok daha detaylı işlediği ve bizi savsakladığı sınıfta konuşulur oldu. Tüm sınıfın imzaladığı bir dilekçe yazarak İngilizce öğretmeninin değiştirilmesi talebiyle okul müdürüne verdik. Bir sonraki dersimiz geometri ve sınıf öğretmenimiz de olan Ahmet Çağlayan’ın matematik dersi.

O’nun üzerimizde ki sevgi ve saygıya dayalı otoritesi bir başkaydı. O’nun dersi öncesi herkes yerine oturur kitabını açar ve sınıfta çıt çıkmazdı. Sinek uçsa duyulacak bu sessizlik nedeniyle, koridordan geçenler sınıfı boş sanırdı.

Her zaman ki gibi yerimizi almış bekliyoruz. Kapı açıldı Ahmet hoca içeri girdi. Tüm sınıf ayaktayız. Ahmet Hoca’dan alıştığımız “nasılsınız”? Sorusu olmadığı gibi “oturunuz” komutu da yok. Sadece eliyle yaptığı oturunuz işareti hiç alışık olmadığımız bir tavır. Hoca masasına geçti. Hiç konuşmuyor. Sonra kafasını kaldırıp bir süre sınıfı süzdü. Belli ki çok kızgındı.

Sonra bir yanardağ gibi patlayan bir öfke ile “ Nasıl yaparsınız bunu bana? Bunun adı isyandır. Beni hiçe saymaktır. Siz kimsinizde öğretmen beğenmiyorsunuz? Şu andan itibaren sınıf öğretmenliğinizi bırakıyorum” sözleri sonrası sınıfı terk edip gitti.

Gök kubbe sanki üstümüze çökmüştü. Kısa bir şaşkınlıktan sonra hep birlikte Ahmet Çağlayan’ın yanındaydık. Yalvarıyor ve O’nun bizim için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyor ve özür üzerine özür diliyorduk. Sonra ne mi oldu? Uzun uğraşılar sonunda Rahmetli Çağlayan bir dizi nasihatten sonra bizleri affetti. Derslere girmeye başladı.

İki gün sonra İngilizce dersimiz vardı. Bu kez de hakkında istemezük dilekçesi verdiğimiz İngilizcecinin korkusu sardı bizi. Ders saati geldi, bir de baktık ki, bir başka İngilizce öğretmenini bizim sınıfa vermişler. O gün, Ahmet Çağlayan’a olan sevgi ve saygımız doruğa ulaştı. Bugün bana bu satırları yazdırdı.

5. ve 6. sınıflarda Nadire Odabaş adında bir kimya öğretmeni derslerimize girmeye başladı. Çoğu öğrencinin sevmediği bir ders olan kimyayı bizlere öylesine sevdirdi ki, bugün seçtiğimiz mesleğe girmemin belki de en büyük nedeniydi. Bize öylesine bir kimya öğretti ve öylesine redoks problemleri çözdürdü ki, Eczacılık Fakültesinde bana çerez gibi gelen redoks ( Kimyanın en zor anlaşılır denklemleri olan) denklemlerini kolayca çözdüğümü gören hocalarımız şaşkınlık içersinde “Sen bunları nerede ve nasıl öğrendin? Diye sorarlardı.         

Ortaokul sıralarından başlayarak liseyi bitirene kadar bizleri eğiten öğretmenlerimizin ne kadar değerli eğitmenler olduğunu, iki çocuk büyütmüş bir baba olarak bugün çok daha iyi anlıyorum. O dönemden hala yaşamını sürdüren Sayın Fizik öğretmenimiz Lütfü Dündar’a, kimya öğretmenimiz Sayın Nadire Odabaş’a, edebiyat öğretmenimiz Sayın Yüksel Yümlu’ya ve resim öğretmenimiz Sayın Vildan Kurtoğlu’na sağlıklı nice yıllar dilerken, aramızdan ayrılan başta Ahmet Çağlayan olmak üzere sevgili öğretmenlerimizi rahmetle anıyorum. 

1970’li yıllara kadar olan dönemde 19 Mayıs Lisesi hiç birisi sıradan olmayan, onlarca Vali, siyasetçi, bilim adamı, öğretim üyesi, hekim, mühendis, hukukçuyu toplumumuza kazandırdı. Bunların içersinde tersane sahibi işadamları, Türkiye’nin en büyük şirketlerinde genel müdürlük yapan arkadaşlarımız da var. İsimleri yazmaya kalksam unutacaklarımın üzülmesinden korkarım. Ancak iki isimi örnek olarak söylemek istiyorum.

Bunlardan birisi bilim ve araştırma adına en üst kurul olan TUBİTAK’IN yıllarca Başkanlığını yaptıktan sonra, siyasetin kirlenmiş elleri tarafından görevinden kopartılan Sayın Prof. Dr. Namık Kemal Pak’tır. Diğeri ise, bu ülkeye çok uzun ve çok önemli makamlarda hizmet vereceğine tüm Türkiye’nin inandığı, ne yazık ki, çok genç yaşta gizemli bir kazaya kurban giden rahmetli Adnan Kahveci’dir.  

Geçmişi böylesine başarılarla dolu sevgili okulum 19 Mayıs Lisesi’nin, günümüzde sınavla girilen okullara giremeyen, başarı seviyesi daha düşük öğrencileri almak zorunda bırakılmasını ve buna bağlı olarak sınavlarda ki başarısız sonuçlarını kabullenemiyorum.

Son 30 yılda hemen her konuda Türkiye’nin çok gerilerinde kalan Samsun’umuzun eğitimde ki düşüşünün nedenlerini bu yazının içersinde bulabilirsiniz.

Sorun sadece fiziksel yetersizlikler değildir. Bu gün sınıf sayıları 35 li rakamlara düşmüştür. Ama siyasi kadroların milli eğitimi çok daha iyiye götürecek vizyona sahip olmamaları ile her gelen hükümetin milli eğitimi yazboz tahtasına çevirmesi sonucun da eğitim kalitesi hızla düşmüştür.

Samsun’da ki düşünün nedenlerini araştırmak ise, Samsun adına pembe tablolar çizen kent yöneticileri ile bu kent adına siyaset yapanların boynunun borcudur.

Geleceğimiz olan gençlerimizin çok daha iyi eğitileceği ortamın hazırlanması  dileğiyle, iyi haftalar.

/Sadi SUBAŞI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder