2.Bölüm- Eğitim Yılları
Bafra`da, ilk Cumhuriyet Bayramı 29
Ekim 1923 yılında kutlanmış, cumhuriyetin yeni çocukları olan Dramalılar ve ona
bağlı kasabalardan gelen Pürsıçan ve Doksat mübadilleri, kutlamalardan bir ay
sonra yeni vatanlarına ulaşmıştır. Hazırlıklar son derece yetersizdir. Rumların
kaçarken terkettiği evlerin içi harap durumdadır. Havalarda kış mevsimi olması
nedeniyle çok soğuktur. Kafiledekiler bir an önce barınma ihtiyaçlarının
karşılanmasını isterler. Mübadeleden sorumlu komisyon tarafından Rumiyan,
İshaklı ve Kargalı (Cumhuriyet) Mahallesindeki evlere yerleştirilirler.
Hilmi ve Ünsiye çifti, yıllarca
yaşayıp çocuklarını büyütecekleri Rumiyan (daha sonra adı Gazipaşa olarak
değiştirilecek) Mahallesindeki iki katlı ve bahçeli eve yerleştirilirler.
Hilmi Bey, çok çalışkan, kültürlü ve
zeki biridir. Kısa zamanda Bafra`ya uyum sağlar. Pürsıçan ‘daki mesleği
muhasebecilik, yeni memleketinde işine yarayacak,
dönemin büyük
tütün tüccarlarından
Himmet Karaçocuk` un yanında muhasebe müdürü
olarak çalışmaya başlayacaktır.
Üç çocukları Pürsıçan`da doğan aileye,
iki çocuk da Bafra`da katılır. Ailenin Bafra`da doğan ilk üyesinin adını Melek
koyarlar, dünyaya son gelen çocuklarının adı Ahmet olacaktır. Memleket acısını
ve özlemini yüreklerinden hiç çıkarmasalar da onlar, artık Bafralıdır. Drama`da
doğan çocuklar çok küçük yaşta geldiklerinden Bafra kültürüne kısa sürede
adapte olurlar.Günler su gibi akıp giderken çocuklar okul çağına gelmiştir,
büyük kızları Ayşe`nin ardından Fevzi de Merkez İlkokuluna verilir. Okulunu çok
sever, öğretmeni onun gözlerinden okuma sevdasını çoktan anlamıştır. Fevzi`nin
okuduğu yıllarda evlerde elektrikte yoktur. Onun en sevdiği geceler ay ışığının
bol olduğu gecelerdir, ay ışığında bile ders çalışır. İyi bir aileden gelen
saygılı, çalışkan ve dürüst Fevzi, öğretmeni tarafından pekiyi dereceyle mezun
edilir.
Sıra ortaokula gelmiştir, ne var ki, o
günün Bafra`sında ne ortaokul ne de lise vardır. Yatılı ortaokul sınavlarına
girerek, Tokat Yatılı Ortaokulunda okumaya hak kazanır. O günlerin
Türkiye`sinde ulaşım çok sorunludur. Bin bir zahmetle Tokat Yatılı Ortaokuluna
gidilerek kaydı yaptırılır. Orada da çalışkan bir öğrencidir. Kayıt olduğu ilk
yıl, buz gibi yatakhaneler yüzünden hastalanır, babası oğlunun hastalandığını
duyar duymaz Tokat`a gider. Okuldaki olumsuzluklar canını sıkmıştır, “oğlum
okul sevdası yüzünden buralarda hastalanıp öleceksin, Bafra`ya evimize dönelim”sözleri
onu durduramaz, her zaman dinlediği babasını
bu kez dinlemeyecektir.
İnadı, Onu, Türkiye`nin en iyi
okullarından biri olan Sivas Lisesine gitmesini sağlayacaktır. 1937 yılında
lisesin orta kısmından eğitimine devam eder.
Tam da o yıl, ATATÜRK, Sivas`ı ziyaret
etmektedir. Mahiyetinde, dönemin Kültür Bakanı Saffet Arıkan, İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya, Cumhuriyet Döneminin ilk hava kuvvetleri kadın pilotu Sabiha
Gökçen, İsmail Hakkı Tekçe ve yaveri Naşit Mengü de vardır.
Sivas Kongresi`nin de yapıldığı Sivas
Lisesi`ni hep beraber ziyarete giderler. O zamanki adıyla hendese olan geometri
dersinin yapıldığı bir sınıfa doğru hareket ederler. Bundan sonrasını, Dr.
Fevzi Birer`in, yıllarca çocuklarına aktardığı, onların da bana aktardığı
şekilde sizlerle paylaşıyorum.
“Hendese dersi yaptığımız sınıfımızın
kapısı birdenbire açılıyor, içeriye ATATÜRK ve mahiyetindekiler giriyor. Sınıf
çok heyecanlanıyor. ATATÜRK, arkaya doğru yürüyor ve en arka sırada oturan,
sınıfın uzun boylu çocuğunun yanına oturuyor. O sırada öğretmen, tahtada
üçgenleri anlatıyor ve zaviyeden bahsediyor. ATATÜRK, arka sıradan müdahale
ederek diyor ki, "zaviye değil" Başparmağı ile işaret parmağını
açarak "bakın açıldı" ve “buna açı denir, bundan sonra zaviye değil
açı diyeceksiniz"
Daha sonra ATATÜRK, tahtaya Ayşe
isminde bir öğrenciyi, geometri problemi çözmek için kaldıracaktır. Öğrenci,
Arapça kelimelerden oluşan terimleri söylerken çok bunalmakta ve yanlış
söylemektedir. ATATÜRK duruma tekrar müdahale eder, “bu anlaşılmaz Arapça
terimlerle öğrencilere bilgi verilemez, dersler yeni terimlerle Türkçe olarak
anlatılmalıdır.” O yıldan sonraki geometri kitaplarında Türkçe terimler
yer alacaktır.
“İşte bizim çocukluğumuz bu öyküleri
dinleyerek geçti. ATATÜRK’ün yanına
oturduğu o uzun boylu çocuğun
adı Fevzi`ydi, yani bizim babamız,
nur içinde yat sevgili babamız.”
İki mübadil Sivas Lisesinde
buluşmuştur, Fevzi, ATATÜRK` e, bende sizin gibi mübadilim diyemese de, ileride
duyacağı “her mübadil bir Atatürk`tür!” sözü
her zaman gönlünü
okşayacaktır. Fevzi
Birer, bir başka anekdotunda ise yaşadığı durumu şöyle anlatır:
“Gözlerinin mavisinin derinliği içimi
yaktı, ilk başlarda çekiniyordum, bir süre sonra ona iyice alıştım, Ulusal
kurtarıcımızı doya doya seyrettim.”
ATATÜRK, 4 Eylül 1919 tarihinde Sivas
Kongresi`ni yaptığı, tarihi Sivas Lisesindeki salonu ve özel odasını, okul müdürü
ve matematik öğretmeni Ömer Beygo, müdür yardımcısı, felsefe öğretmeni Fail
Dranaz, eşliğinde ziyaret ederek okuldan ayrılır, bu onun son Sivas ziyareti
olacaktır.
Sivas Lisesi orta kısmını başarıyla
bitiren Fevzi, İstanbul Haydarpaşa Lisesi`nde eğitimine devam edecek ve uzun
yıllar İstanbul` da kalacaktır. İlkokul yıllarından itibaren okuma azminden
hiçbir şey kaybetmeyen Fevzi, artık Haydarpaşa Lisesinin en çalışkan
öğrencilerindendir. Haydarpaşa Lisesinden takdirname alarak mezun olur.
1940 yılında girdiği sınavda İstanbul
Tıp Fakültesini kazanır, artık genç ve idealist bir hekim adayıdır. Tıp
fakültesinde okurken, ablası Ayşe, 1944 yılında Resim öğretmeni Mehmet Ulusar
(Aguş Hoca) ile evlenir. Eğitimin son dönemlerinde hayatı boyunca unutmayacağı bir
acıyla tanışacaktır, futbol sevdalısı 18 yaşındaki küçük kardeşi Ahmet, sinsi
hastalık tüberküloza yakalanmıştır.
Ahmet için Bafra`da şifa bulamayan
ailesi onu, İstanbul`da bir sanatoryuma yatırır. Tüberkülozun mucize ilacı
streptomisin antibiyotiği henüz deneme aşamasında olduğundan, ülkemizde
kullanılmaya başlanmamıştır. İlacı henüz kullanımda olmayan tüberküloz
hastalarına uygulanan muz kürü, Ahmet`e de uygulanır, her gün belli zaman
dilimlerinde muz verilir. Sanatoryum doktorlarının önerisiyle Ahmet Bafra`ya
evine götürülür. Ailesinin mükemmel bakımı onun iyileşmesini sağlamayacaktır.
Hilmi Bey, oğlu Ahmet`e sanatoryumda
muz kürü uygulandığını duymuş, Bafra`daki manavlarda muz aramaya başlamıştır.
Ne kadar tarif ettiyse, muz meyvasını ne duyan vardır ne de bilen! İstanbul`da
bir yakınına haber göndererek muz ister. Ahmet`in durumu gittikçe
ağırlaşmaktadır, birkaç gün sonrada ölür. Cenazenin kalktığı gün, eve bir paket
gelecek, içinden kilolarca muz çıkacaktır. Fevzi Bey, ileride çocuklarına
aldığı muzları bile çantasının içine saklayarak getirecek, anne ve babası
yaşadığı sürece de bunu sürdürecektir.
Acılarını ailesi gibi kalbine gömen
Fevzi Bey, 1946 yılında İstanbul Tıp Fakültesini bitirip doktorluk diplomasını
da alır. Pratisyen doktor olmuş, Bafra`ya ailesinin yanına dönmüştür. Tenekeciler
arastasında, ayakkabıcı Aziz`in işyerinin üstündeki katta, ilk muayenehanesini
de açar. Bu yıllarda, babası Hilmi Bey`de Gazipaşa Mahallesinde bakkal dükkânı
da açacak, kızları Müfide ve Melek işyerinin değişmez ikilisi olacaktır
Fevzi Bey, okul arkadaşlarıyla
irtibatını hiç kesmemiş, onlarla sürekli görüşmüştür. Meslektaşı bazı
arkadaşlarıyla aldığı kararla, doktorasını yapmak için 1947 yılında Fransa`nın
başkenti Paris`teki UNIVERSITE DE PARIS FACULTS DE MEDECIN üniversitesine
gider.
Fransa`ya gidiş kolay olmayacaktır,
harcamalarını yapıp geçineceği Fransız frangını bulmak neredeyse imkânsızdır.
Bin bir güçlükle parayı bulsalar da yurt dışına döviz çıkarma yasağı vardır.
Alüminyum diş macununun içini boşaltıp, frankları onun içine yerleştirirler.
Daha sonraki gidişlerinde, sabun kalıplarını keserek içine yine frankları
gizleyip Fransa`ya gidecektir. Doktorasını dâhiliye üzerine yapacak, ortaokul,
lise ve üniversite yıllarında Fransız dilini ilerlettiğinden, Fransa eğitiminde
dil sorunuyla karşılaşmayacaktır. Paris`te mütevazı bir oda kiralayarak
eğitimine devam eder. 2. Dünya Savaşından çıkalı henüz 3 yıl olmuştur. Savaşta
çok zarar gören Paris`in her tarafı restorasyon halindedir. Elektrik bu
yıllarda çok pahalı olduğundan mütevazı bütçesi bunu karşılayamaz, geceleri
derslerini sokak lambasının altında yapar. 3,5 yıl süren doktorasının ardından
bir süre daha Fransa`da kalır, artık hem mübadil, hem Bafralı, hem de
Avrupalıdır. Doktorasını yaparken yaşadığı Fransa`yı özelliklede Paris`i çok
seven genç dâhiliye doktoru, yaşamına Fransa`da devam etmek istemesine rağmen,
ailesi buna izin vermez.
Kendisini büyütüp eğitimine destek
veren ailesine karşı çıkmayacaktır, yine Bafra`ya ailesinin yanına döner. Bu
arada Fransa`da doktorasını yapan arkadaşlarının çoğu İstanbul Tıp
Fakültesinden ayrılarak, yeni kurulan Cerrahpaşa Tıp Fakültesine hoca olarak
geçmişlerdir. Arkadaşlarının, gel beraber çalışalım tekliflerini geri
çevirir, “ben köylü, kasabalı
doktoruyum, bir yere bağlı olarak çalışamam, yoluma kendi memleketimde devam
edeceğim” der. Gerçekten de öyle yapacak, öldüğü güne kadar hiçbir kuruma bağlı
olarak çalışmayacaktır.
/Recep Yılmaz
06.01.2014

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder