6 Ocak 2014 Pazartesi

Atatürk Biyografisinden Sayfalar-V

IV. Amasya Protokolü:

Mustafa Kemal Paşa, yanında Hüseyin Rauf ve Bekir Sami Beyler olduğu halde, 16 Ekim 1919’da Sivas’tan hareket ederek, 18 Ekim’de Amasya’da olur. Burada Salih Paşa ile yapılan görüşmeler 20 Ekim’de başlar ve 22 Ekim’de son bulur. Bu görüşmelerde beş protokol düzenlenir108 ve kararlar kolordulara da bildirilir. Paşa, Amasya görüşmesinde özellikle göz önünde tuttuğu bir noktayı şöyle belirtiyor: “...Bizce, Millî Teşkilâtın ve Heyet-i Temsiliyenin, Merkezî Hükümet tarafından resmen tanınmış bir siyasî varlık olduğunun; görüşmelerimizin resmî ve sonuçlarının uyulması gerekli hususlar bulunduğunun her iki tarafça taahhüt edildiğini vurgulatmak esastı. Bu nedenle, görüşmelerde tespit edilen sonuçların protokol olduğunu kabul ettirmek ve Merkezî Hükümetin murahhası olan Bahriye Nazırına imza ettirmek önemli idi...”.109.

Mustafa Kemal Paşa, Amasya’da bulunduğu sırada, İstanbul’dan gelmiş olan gazete muhabirlerinin ziyaretlerini kabul eder. Özellikle; Tasvir-i Efkâr Gazetesi muhabiri Ruşen Eşref (Ünaydın) ile 24/25 Ekim’de “Millî Harekâtın Karakteri” üzerinde yaptığı görüşme dikkate değer (özet): “...Bu harekâtın başından beri bizimle bulunmuş olsaydınız, çok mühim yerler ve hadiseler görecektiniz. Sizin için faydalı bir inceleme sahası olacaktı. Şimdilik ilk safha kapanmıştır... Bu hareketle alâkalı olduğumuz için, bundan bir iki ay evvel bizi maceraseverlikle itham eden bir iki İstanbul gazetesi, isterdim, yakından temas etseydi de işin hakikatim keşfedip ona göre tarif etseydi... Milletin hakkını aramasına, bir iki kişi maceraseverlik dediler. O hakkı geri almak için çalışanlar da macerasever birer muhteris oldu. Fakat; durup dururken, macera yaratmaya, macerasever olmaya; bilmem ki, lüzum ve ihtiyaç var mı idi? Bu macerasever denen insanların rütbeleri mi eksikti? Şahsî haysiyetleri mi bozulmuştu? Aç mı kaldılardı, yoksa şahsî istikballeri gölgelenmiş mi idi? Hayır, değil mi ya? Her şeyleri yerli yerinde idi. O halde, bilhassa bir harp yorgunluğundan sonra istirahata muhtaç bir kimsenin böyle kalkıp da maceralar, sıkıntılar yaratmaya ihtiyacı yoktu. Halbuki, milletin ve memleketin istikbal ve şerefi söz konusu oluyordu. Bu mesele her düşüncenin üstündedir. Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz, bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını savunmak için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa, umumî şerefsizliğin yıkıntıları altında şunun bunun şahsî şerefi de parça parça olur. Biz, o umumî şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla iştirak ettik, iştirakimize engel olabilecek rütbeleri, mevkileri de, umumî şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik. Milletin hayat ve istiklâl hakkını istemesi, birkaç kişi tarafından, âleme, güya hükümete karşı bir isyan mahiyetinde yutturulmaya çalışıldı. Bir iki kişiyi de teşvikçi olarak gösterdiler... Bu hareket, milletin bir arzusudur. Hatta, bir ihtiyacıdır. Bu arzu ve ihtiyacı doğuran şey de, şahıslar değil; bizzat hadiselerdir. Devletin birlik ve istiklâlini tehdit eden meşru olmayan birtakım ihtiraslar, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın yapılan taarruzlar, tehlike karşısında millete birleşmek lüzumunu duyurmuştur. Böyle bir harekete macera demek, bu hareketi takdir edenleri maceraseverlikle adlandırmak, gafillik, garezcilik değil midir? Fakat, böyle şahsî şeylerle uğraşılacak vakitlerde değiliz. Böyle birtakım adî, bayağı şeylere zamanın nezaketi müsait değildir. Bence; muhalefet, saygıya lâyıktır. Çünkü; o da, bir inceleme, bir inanç özüdür. Fakat; edilecek itirazlar akla uygun, ılımlı ve meşru sebeplere dayanmazsa; muhalefet, bayağı olur... (millî hareketi fırka manevrası görenlere) böyle bir zamanda fırka (parti) manevrası yapmak olur mu? Memleket olmazsa, fırka kaç para eder. Evvelâ, memleket selâmete çıkmalı ki; fırkalar da, ondan sonra bir siyasî, bir sosyal esasa, inanca dayanarak meydana gelebilsin... Bu bir fırka manevrası olsaydı, Sivas Kongresi’ne memleketin her köşesinden, Ferit Paşa Kabinesinin gayet sıkı tutucu tedbirlerine rağmen, seçilmiş temsilciler iştirak eder mi idi? Anadolu’nun arzu ve ihtiyacına uymayan bir harekette, Anadolu’nun ta göbeğinde barınmak, yardım görmek mümkün mü idi?... Canlandırılmasından en çok kaçınılan şey, ittihat ve Terakki Fırkasıdır. Bir kere, Kongre’ye iştirak eden üyelerin her biri, kesinlikle böyle bir teşebbüste bulunmayacağına dair yemin etmiştir. Yemin, mukaddes bir taahhüt demektir. Namuslu bir kimse, verdiği sözden dönmez, öte yandan; ittihat ve Terakki, siyaseti itibariyle de iflâs etmiştir... O fırkaya mensup olan kimseler, iktidarda iken, milletimizin ihtiyacı ile, huyu ile ilişkili olmayan istilâcı bir politika takip ettiler. Kendi toprağı himmet ve dikkate muhtaç iken; bu milletin gözlerini başka noktalara yönlendirmeye çalışan bir siyaset, tabiî bir siyaset değildir. Bu nedenle, iflâsa mahkûmdu. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin emeli ise, o siyasetten dolayı bu hale gelen zavallı memleketi ve toprakları, meşru olmayan emperyalizm ve kolonizasyon (sömürgeleştirme) siyasetleri ile istilâya, parçalamaya çalışan yabancı ve saldırgan kuvvetlere çiğnetmemek!... Ben, kendi hesabıma, takip ettikleri siyasetin vatan ve millete zararlı olduğunu yüzlerine karşı söyleyip açıktan açığa muhalefette bulunduğum insanların ve sistemlerin tekrar iktidara gelmesine ve sonuç olarak feci akibetleri şu anda hepimizin yüreğini kanatan dünkü hallerin tekrar devam etmesine mi çalışacağım? Bunu hangi aklı başında ve insafı yerinde bir adam düşünebilir? Böyle bir düşünce, mantıkla uyuşmaz... Millete dost görünüp de; ilk fırsatta, iktidara geçtikten sonra, onun hakikî ihtiyaçlarını düşünecek yerde; memleketi kendi istediği yolda götüren, lâf anlamayan, yetkililerin aydınlatmasına kulak asmayan, millette mevcut kuvvetleri şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan hayli zarar çekildi. Onun için, bazı kimselerin bu türlü tereddütlerde bulunması mazur görülebilir. (Ama) Kâbusların artması ve devam etmesi, arzu edilir şey değildir... Millete hizmet için en sağlam vasıtanın her türlü yapmacık gösterişten vazgeçip, ancak milletin bağrında bulunmakla, manevî mükâfatı maddî mükâfata tercih etmekle kabil olacağını takdir edenlerdenim... Üstlendiğimiz vazife çok mukaddestir... Bizim istediğimiz şey, bugüne kadar hakkından mahrum yaşatılan, varlığına önem verilmeyen milletin, hayata, refaha hak kazanmış bir kuvvet olduğunu hükümetimize ve hükümetlere anlatmaktır. Bugün, dünya, sosyal inkılâplar geçirmektedir. Bu sahada gösterilen başarılar, zorbalara veya umursamazlara teslim ettirilen haklar, muharebe meydanlarındaki zaferler kadar, hatta daha mühimdir. Ancak bu isteği anlayan ve anladığını fiilî alanda da ispat eden hükümetler, herhangi bir fırkaya mensup olurlarsa olsunlar, milletin ululamasına lâyık olurlar. Bunu anlamayıp da, milleti hâlâ kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler, artık birer belâdır. Belâ çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır. Millet, yapılan işlere bizzat denetimini koymalıdır: Hayata lâyık olduğunu, dünyaya bu suretle ispat etmeli; sonra, dünyadan da, hayat hakkını yalvarmamalı, istemelidir. Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip onun birlik ve istiklâlini tasdik edecektir; ya da son topraklarımızı, son insanlarımızın kanı ile suladıktan sonra, bütün bir milletin ölü vücudu üstünde, çirkin istilâ hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu türlü bir vahşiliğe ise, bugünkü insanların sinirleri artık tahammül edemez. Milletin bu arzusunu anlayan hükümet ileri gelenlerinin vazifesi gayet açıktır: Milletin emniyetini kazanmak; samimiyetle, tereddütsüz çalışmak; bizi masa başında hesaplaşmaya çağıracak yabancı yetkili kişilerle milletin arzusunu açıktan açığa münakaşa etmektir... (öğleden sonra, davetli bulunduğu Amasya Panayırındaki güreşlere gelmiş olan büyük bir kitle kendisini alkışlayınca, çok duygulanarak) Bak kardeşim, böyle milletten nasıl ayrılırsın! Bu, paçavralar içinde perişan gördüğün insanlar yok mu? Onlarda öyle yürek, öyle cevher vardır ki, olmaz şey! Çanakkale’yi kurtaran bunlardır. Kafkas’ta, Galiçya’da, şurada burada, aslan gibi çarpışan, yokluklara aldırmayan bunlardır. Şimdi, bu adamcağızların seviyesini sosyal yönden yükseltmek, herhangi bir hükümet yüksek mevkii hırsından daha iyi değil midir? Bu insanî mücadelenin yanında; siyasî mücadeleler bayağı kalırlar, değil mi ya? Siyasî çekişmelerin çoğu faydasızdır. Fakat; sosyal çalışmalar, her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu’ya gelip uğraşmazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli, milleti tanımalı. Eksiği nedir, görüp göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa, lâfla muhabbet, fayda vermez... (istiklâlden ne kasdedildiğini Sivas Kongresi Beyannamesinin yedinci maddesini okuyarak açıklar) Görüyorsunuz ki; bu cihet de, Kongre’ce dikkate alınmıştır. Yalnız, milletin düşündüğü yardım, Saltanat Şurasında birkaç kişinin, şimdilik idaremizi herhangi bir yabancıya teslim edip onun himayesine girmemiz lâzımdır, demesi şeklinde değildir... Malî, sınaî, sosyal birçok eksiğimiz olduğunu kim inkâr eder? Fakat; bu eksikliği gidermek için de dipdiri bir milleti ortadan kaldırmak mı icabeder? Biz yenilgimizin pahasını (bedelini) çok ağır ödedik. Elimizden karyeler, vilâyetler değil ülkeler alındı. Fakat; son lokmasını da ağzından kapmak için, bir milletin hayatına kıymak, canice bir harekettir, öldürülen bir adamın ise, kendini son nefesine kadar cesaretle, mertlikle müdafaa etmesi, tabiî ve zaruridir... Milletimiz bugüne kadar çok zorluklara ve çok haksızlığa uğramıştır. Bu nedenle, devamlı bir barışı can ve gönülden temenni eder. Ancak; tehlikenin boğaza sarıldığı yerde, mücadele kendiliğinden doğuyor, İzmir’de mücadeleyi kim açtı? Oraya haksızca hücum eden Yunanlıların zulmü değil mi? Yoksa, durup dururken; zavallı halkın, bilhassa uzun bir savaş devrinden sonra, silâh patlatmaya istekleri yoktur. Canına kıyılan bir millet, her şeyi göze alır. Kongre’nin maksadı, Millî Teşkilâtı yapıp, makul ve meşru haklarını dünyaya dinletebilmek, hududunu ve hayatını kurtarabilmektir. Toplu bir milleti istilâ etmek, darmadağınık bir milleti istilâ etmek gibi kolay değildir. Tabiîdir ki; hariçten gelecek sermayeye, aydınlatmaya, çalışma usulüne ihtiyacımız vardır. Fakat; bu, birliğimize, istiklâlimize son verecek bir vasilik tarzı demek olamaz. Bize yardım edecek insanî kaynaklara, biz de karşılıklı taahhütlerle, birliğimiz ve istiklâlimiz dahilinde, samimiyetle bağlı oluruz. Arzuya ve meşruluğa dayanan bir yakınlaşma da, hem daha verimli olur, hem de daha uzun ömürlü. Zira; bu türlü çözüm yolu, milletimizin haysiyetini ve istiklâlini yaralamaz...”.110

Amasya’dan 27 Ekim sabahı ayrılan Mustafa Kemal Paşa, 27/28 Ekim gecesini Tokat’ta geçirir ve 28 Ekim günü Sivas’a döner. Amasya’da ele alınmış olan konular arasında, Mustafa Kemal Paşa tarafından “en önemli nokta” olarak nitelenen “Millî Meclisin toplanma yeri” sorunu vardır. Mustafa Kemal Paşa, eskiden beri toplanma yerinin İstanbul olmaması düşüncesindedir. Bu fikri, Salih Paşa şahsen benimser; fakat, bütün kabine adına söz veremeyerek, kabine üyelerinin bu fikre katılmaları için elinden geleni yapacağını bildirir. Bunu başaramadığı, 27/28 Ekim gecesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı’ndan aldığı bir telgraftan anlaşılır. Bu telgrafta, özellikle, “...Mebusların Hilâfet ve Saltanat Merkezinden başka bir yerde toplanmasının çok önemli ve tehlikeli göründüğü...” 111 sebepleri ile birlikte uzun boylu açıklanır. Mustafa Kemal Paşa, buna Sivas’tan verdiği 29 Ekim tarihli cevapta iki şey sorar: “Şahıslarına karşı İtilâf Devletlerince herhangi bir muamele yapılması hatıra gelen kimselerin kimler olduğu ve yayınlanması düşünülen beyannamenin ana hatları...”.112 Harbiye Nazırı, 29/30 Ekim tarihli telgrafında üç noktayı açıklar ve Mustafa Kemal Paşa’nın artık devamlı olarak “Meclis-i Millî” dediği “Meclis-i Mebusan”ın “...Hilâfet ve saltanat başkentinden başka bir yerde toplanması devlet ve memleket için büyük sakıncalar yaratacağından, bugünkü hükümet, görüşünde sabittir ve meselenin süratle halli çok lüzumludur.” 113 der. Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ekim’de verdiği tarihî cevapta, özellikle şu noktalar dikkate değer: “.... Bugün, saltanat merkezi ve İslâmlığımızın hilâfet yeri olan İstanbul, düşman donanma topları ve işgal kuvvetleri altında, düşman polis ve jandarmasının fiilî müdahale ve iştiraki altında bulunuyor... Kabinenin sayın erkânına varıncaya kadar giren çıkan herkes yabancıların muayene ve teftişlerine bağlı bulunmaktadır. Bütün anlamıyla saltanat ve hilâfet yeri muhasara altında olup, hâkimiyetimiz, burada manen ve fiilen geçerli değildir. Buna bir de Rum ve Ermenilerin, hükümeti tanımamaları ve itilâf devletlerine dayanarak, âdeta isyan halinde ve birtakım fesatçı teşkilâtta bulunduklarını ilâve edersek; başkentimizin içinde bulunduğu acıklı ve tehlikeli durumu tamamen tanımlamış oluruz. Bu nedenle, bütün bu hakkı çiğneyen muameleleri ayrıntıları ile açıklayarak; Avrupa’dan, dünya kamuoyundan hak ve adalet isteyecek ve bunu sağlamaya çalışacak olan Millî Meclisin İstanbul’da vazife yapabileceği bizce düşünülemez... Millî Meclisin toplanmasının mutlak emniyet içinde olması ilk ve esaslı şarttır...”.114 Harbiye Nazırı, 2 Kasım tarihli cevap yazısının sonunda, “...Meclisin behemehal İstanbul’da içtimai lâzım geleceğini dinî ve vatanî hamiyetinize müracaatla tekrar ederim” 115 demektedir. Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım’da verdiği cevapta, özetle, “Hükümeti güç duruma düşürmemenin birinci arzuları olduğunu... Her halde dinî ve vatanî hamiyet icaplarının her türlü fedakârlık gösterilerek yerine getirileceğini” 116 belirtir.

Mustafa Kemal Paşa, çok önem verdiği Meclisin toplanma yeri sorunu üzerinde gelişigüzel karar vermemek maksadı ile, ordunun görüşünü almayı gerekli görür. Bu amaçla, gelebilecek durumdaki kolordu komutanlarını 16 Kasım’da Sivas’ta yapılacak toplantıya çağırır. Bu toplantıya Heyet-i Temsiliye üyeleri ve katılmaları yararlı görülen kimseler de iştirak eder. 26 Kasım’a kadar süren toplantıda alınan kararlar arasında, “Millî Meclisin, İstanbul’da toplanmasındaki sakıncalara ve tehlikelere rağmen, İstanbul’da toplanması zaruretinin kabul edilmesi... Heyet-i Temsiliye’nin, şimdiye kadar olduğu gibi, hariçte kalarak millî vazifesine devam etmesi... Paris Barış Konferansı, hakkımızda olumsuz bir karar verdiği, bunun hükümet ve Millî Meclisçe kabul ve tasdik edilmesi halinde; uygun süratli vasıtalarla millî irade yoklanarak, nizamnamede açıklanan esasların sağlanmasına çalışılması” 117 vardır. Bu arada; Ayıntap (Gaziantep) Maraş (Kahramanmaraş) ve Urfa (Şanlıurfa) nın Fransızlar tarafından işgali üzerine; Mustafa Kemal Paşa, Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtına 6 Kasım’da gönderdiği telgraflarda,118 İtilâf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları çekmelerini bildirir ve kendisi de, 16 Kasım tarihli şu protestoyu yayımlatır: “İngilizler tarafından Mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal edilmiş iken; son zamanda tahliye olunan Ayıntap, Maraş ve Urfa’yı, bu kere de Fransızlar işgal etti. Bundan anlaşıldığına göre; İtilâf Devletleri, milletimizi, vatanımızın en güzel parçalarından mahrum bırakmak hakkındaki karşılıklı karar ve niyetlerinden bir türlü vazgeçemiyorlar. Sulh konferansının kararlarını beklemeksizin; görünüşte, geçici ve ihtiyatî bir işgaldir, diyerek projelerini tatbik ediyorlar. Osmanlı Devleti’nin yedi asırlık parlak bir tarihî hayata ve seri ve kuvvetli bir yenileşme gelişiminin bütün sebep ve unsurlarına malik olduğunu dikkate almak istemiyorlar. Vatanımızın varlığından koparılacak parçalarla beyinlerinde menfaatler dengelemesine çalışıyorlar. İtilâf Devletlerinin hareket ve tatbikat vakıası insanlığa aykırı olduktan başka, tabiî adaleti ve sulh kongresinde tam bir büyüklük ve görkemle ilân edilmiş olan esasları ve Türkiye’ye bütün dünya karşısında Wilson Prensiplerinin onikinci maddesi ile edilen vaadleri ayaklar altına almaktadır. Türkiye’nin taksimine yol bulmak emeli ile Yunanlılara işgal ettirilen Aydın vilâyetindeki öldürme, baskı ve yok etme facialarının şimdi de Ermenileri alet eden Fransızların işgal ettiği Adana vilâyetinde, Maraş Urfa ve Ayıntap’ta aynen yapılması, bütün bu siyasî haksızlıklara bir ilâve teşkil ediyor. İtilâf Devletlerinin bugüne kadar yapmış ve yapmakta olduğu haksız muameleleri şiddetle protesto eder ve onların memleketimiz ve milletimiz için daha insanca ve daha adaletli duygulara dayanan isteklere dönmelerini temenni ederiz. Milletimiz, uzuvlarının parçalanmasına ve bölünmesine ve esaret zilletine razı olmaktansa; bütün maddî ve manevî kuvvetleri ile, varlığını ve meşru haklarını müdafaada azimli olarak devam ve sebat edecektir. Bu meşru ve yüksek kararda, milletimizin bütün manası ile birleşmiş olduğundan İtilâf Devletlerini haberli kılmak isteriz. Bu hususta, milletimizin yükselen meşru sedasını duymak istemeyerek, tutulan insanlığa aykırı yolda devamın verebileceği netice pek acı olabilir. Ve bu halin, yalnız birkaç memlekete değil; belki iki büyük dünyaya yayılmasından korkulur. Tabiî, böyle büyük bir felâketi taşıma mesuliyeti, Tanrı’nın ve insanlık dünyasının huzurunda İtilâf Devletlerine ait kalır. Bu sözlerimizle, varlığının haklarını müdafaadan başka bir gaye takip etmeyen milletimizin birleşik emellerine tercüman oluyoruz. Meşru feryadımızın bütün haksızlıklara rıza göstermeyeceklerine emin bulunduğumuz Avrupa ve Amerika milletlerine duyurulmasını isteriz”.119

Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’taki yoğun çalışmaları, Kasım ayında ve Aralık ayı ortalarına kadar da sürer. Özellikle, Harbiye Nazırı ile ve yurdun her köşesindeki sivil ve askerî otoritelerle sürekli haberleşmeler, Meclis-i Mebusanın toplanması ile ilgili konular, Millî Teşkilâtın düzenlenmesini ve toparlanmasını güçlendirme hususları, Yahya Kaptan sorunu120, vb. konular, Paşa’yı sürekli uğraştıran başlıca işlerdir.

Bununla beraber; Mustafa Kemal Paşa, bir süredir, Heyet-i Temsiliye merkezinin Ankara’ya naklini düşünmektedir. Paşa’nın sözleri ile “...Bu fikir oldukça eski idi... Heyet-i Merkeziyenin Doğu vilâyetlerinden ziyade Batı vilâyetlerine ve İstanbul’a yakın bulunmasını gerektiren mantıkî sebepler elbette çoktu. Önce; Batı ve Güneybatı vilâyetlerimizden fiilen düşman işgali altına alınmış olanlar vardı. Bu vilâyetlerimizi işgal eden düşman karşısında esaslı savunma cepheleri teşkil ve onların güçlendirilmesi çarelerini temin etmek lâzımdı... İzmir cephelerinde; muhtelif kumanda şekilleri, değişik nitelikte kuvvetler ve muhtelif yerlerden kaynaklanan zararlı tesirler vardı... Bu nedenle; usul ve kurallara göre, genel durumu idare ve sevk sorumluluğunu üzerlerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunur... Ankara, bu şartları taşıyan bir yerdi. Her halde; cephelerle meşgul olacağız diye Balıkesir’e, Nazilli’ye veya Afyon’a gitmiyorduk... Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması zarurî görüldükten sonra ise, Ankara’ya gelmenin ne derece gerekli ve yararlı olduğunun düşünülmesi icap ettiğini açıklamaya lüzum görmem...”.121

(Devam Ediyor)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder