6 Ekim 2013 Pazar

Bir Samsun Romanı

"Ben rüzgarın yalancısıyım. Bu romanda geçen olayları bana anlatan o. Havanın sıcak, penceremin açık olduğu bir gecede gün doğusundan gelmişti. O anlattıkça gece uzamış, o da serinlemişti. " Bir rüzgârdır gelip geçer sanmıştım" yanılmışım. Öykü bittiğinde büyümüştüm. Hala odamda. Uğultulu sesiyle ‘bitmedi’ diyor."
          
Samsunlu yazar Zerrin Koç Samsun'u ve Samsun tarihini anlattığı romanı " Islak Kentin İnsanları"na böyle epikraf bir fragman ile giriş yapıyor. Bu girişten de hissedileceği gibi romandaki çekicilik, sürükleyicilik ve olaylardaki gerilim, kitabın son sayfasına kadar devam edecek. Bir tarih romanı ya da tarihi bir roman olarak ele almayı düşündüğüm bu eserdeki olay örgüsü ilk okuyuşta beni fazlasıyla gerdiği için kitaba bir Samsun romanı demekten çok bir gerilim romanı demekten kendimi alamıyorum.

Kent Kültürü’nün birinci ya da ikinci toplantısında ismini duyduğum bu kitabı Samsun’daki kitapçılarda bulamadığımı da belirtmem gerek. İstanbul’dan sipariş usulü getirttim. Roman, yazarın olay kahramanlarının arka planında yer verdiği Samsun silueti, Samsun tarihi ve çok zayıfta olsa Samsun’un Milli Mücadele içerisindeki konumunun anlatımıyla zenginleştirilmiş.

Roman ismi yaz aylarında üzerimizde eksik olmaya ter ve nem ile kışın bir türlü kurtulamadığımız yağmur ve rutubetten ismini alması itibariyle isabetli bir seçim gibi duruyor. Bu ıslaklığı Samsun’un talisizliği sebebiyle gözyaşlarına yormak sanırım yazarın aklına gelmemiştir. Bizim de ortak kanaatimiz olduğu üzere yazar Zerrin Koç, Samsun’u kendi sosyo-kültürünü ve sosyo-ekonomisini oluşturamamış veya oluşturulacak bir ortam bulamamış bir kent olarak tanımlıyor..

Samsun’un yaşadığı üst üste iflasların, şehrin gerçek ve kültürlü sahiplerinin şehri terk etmesine ol açtığını, onlardan boşalan yerleri ise köy kökenli insanların doldurduğunu söyleyerek bu tezine haklılık zemini oluşturuyor. Ayrıca yazarımız siyasi olarak da dalgalanmalı bir şehir profili veriyor. Bu profili de Samsunluların siyasi parti mitinglerindeki rozet fazlalıklarıyla destekliyor.

Buhara’dan yola çıkarak Sürmene’den sonra yolculuklarını Samsun’da tamamlayan bir ailenin ağır dramının anlatıldığı romanın son kuşak kahramanları ile birlikte romanın asıl kişisine de son durak olarak İstanbul işaret ediliyor. Yazarın okuyucusuna en çok sevdirdiği kişilik olan Sümeyye İstanbul’da yaşamakta olan kızının peşine gidecektir romanın en sonunda. Böylece göç veren bir Samsun’un ana hatları belirginleştiriliyor.

Özet olarak;
Roman Buhara’lı Kerim Bey’in karısı Lola (Özbekçe lale) hanım ile birlikte yaşadıkları yurtlarından geçim sıkıntısı sebebiyle göç etmek zorunda kalmaları ile başlıyor. İlk durakları Trabzon’un Sürmene kazası. Ne yazık ki burada Kerim Bey’in çok sevdiği atı Yel’i çalarlar. Kerim Bey atının çalınması ile birlikte adeta hayata küser ve bir gün dağda odun keserken beklenmedik bir şekilde hayata gözlerini yumar.

Kerim Bey’in ölümü ile birlikte Lola hanım’da yaşama arzusunu kaybetmiştir. Her gün kocasının mezarı başında gözyaşları akıtmaktadır. Ailenin en büyük oğlu Alişir henüz on üç yaşında büyük bir sorumluluğun altına girerek Sürmene’den ayrılma kararı alır. Samsun’a yerleşmelerinin belirgin bir sebebi yoktur. Şehrimiz Samsun’a geldikleri yıl 1915, Savaş yıllarıdır. Aile için hiç de mutlu devam etmeyecek olan Samsun’daki hayat mücadelesi böylelikle başlamış olur.

Olağan romanlarda yaşamayacağımız kadar sık ve devasa felaketler silsilesi ile devam eden romanımız bazı yerlerde okuyucusunu fazlasıyla bunaltıyor, içini daraltıyor. Samsun’da yaşamaya başlayan ailenin hayat çizgisi her türlü faciadan nasibini alıyor.

Alişir Şehirde Rum ve Ermeni çetelerine karşı örgütlenen Kuvva-i Milliye grubuna katılıyor. Azınlıkları silah yardımı yapan İngilizlerin silah yüklü konvoylarına baskın yaparak onların silahlarına el koyuyorlar. Ne var ki bir baskın sırasında silahları ele geçiremeden peşlerine düşen atlılardan kaçmak için sığındıkları köy Ermeni köyüdür. Ermeni hane sahibi renk vermeden Alişir’i içeri buyur eder ve gece uyurken üzerine balta ile saldırarak öldürür. Lola Hanım evladını bu şekilde kaybettikten sonra yatağa düşmüştür. Felaket zincirlemesi bununla sınırlı kalmaz. Türk filmlerini aratmayacak sahnelerle her fırsatta kendini gösteren acı anlatımının bu daha ilkidir.

Alim, Yani ailenin ortanca oğlu evlerinin tam karşısındaki evin kızına ilk görüşte aşık olmuştur. Birbirlerine evlerinin balkonlarından “işmar” etmektedirler. Gelin bakın şu işe ki ailenin küçük oğlu Fevzi ise karşı evden her sabah aynı saatlerde balkona çıkan genç kızın kendisi için gülümsediğini zannetmektedir.. Alim üst katta, Fevzi ise alt katta aynı kız için yanıp tutuşmaktadırlar.

Annesine durumu ilk anlatan Alim olduğu için kızı Alim’e isterler. Evet, kızın gönlü de zaten Alim’dedir. Fakat bu durumu Fevzi asla kabullenemez. Birbirlerine açılamadıkları için de hiçbir zaman Alim, Fevzi’nin kendisine karşı bu kin ve nefret dolu hallerine anlam veremeyecektir. Nitekim Fevzi bu açmaza daha fazla tahammül edemeyerek evi terk edecektir.  Çünkü sevdiği kadın artık ağabeyinin karısı olmuştur. Bütün bu olaylar Lola Hanım’ı çok fazla etkilemekte iyice yatağa bağlanmaktadır. Alim’in eşi Gülhiz Hanım, kocasına ikinci çocuğa gebe olduğu haberi verdiği sırada Lola Hanım da hayata gözlerini yumar.  

Gülhiz Hanım; Alim Bey’e bir erkek evlat verebilmek ümidiyle doktorun onaylamamasına rağmen üçüncü çocuğuna riskli hamile kalır. Doktorun dediği gibi ağır bir doğum süreci yaşar. Doğum sonrası baygın gözlerle erkek çocuk dünyaya getirdiğini duymak ister gibi heyecanla haberi beklemektedir. Alim Bey doktorun tavsiyesine uyarak ölmek üzere olan karısına yalan söyler ve bir erkek çocuklarının olduğunu kulağına fısıldar..  Gülhiz hanım bu mutlu haber ile birlikte hayata gözlerini yumar.  Alim Bey bundan sonraki hayatına Ebrar, Sümeyye ve Piraye isimlerinde üç kızıyla birlikte devam edecektir. Ne yazık ki Alim Bey üç çocuk ile iş hayatını birlikte götürmekte zorlanmaktadır. Buna çözüm olarak akıllara durgunluk veren bir kararla çocuklarını kardeşi Fevzi’nin yanına gönderir.

Çarşamba Beylerce’deki köy hayatı amcaları fevzi’nin nerde ise gestapo yönetim tarzı ile acı, ıstırap ve işkence dolu günler demektir üç zavallı kız için. Kızlar köy hayatından ve Fevzi’nin acımasız tutumlarından dolayı köyde duramayacaklar ve kaçmayı deneyeceklerdir. Ne yazık ki ilk seferinde yakalanarak daha kötü ve daha gaddarca bir mukabele görürler. Uzun süren köy hayatının ardından Fevzi’nin nikâhsız Rus karısının yardımı ile köyden kaçmayı başarırlar ikinci denemelerinde. Şehre, babalarına geri dönerler.

Alim Bey, kızlarını çok iyi karşılar. Onları köye bırakmanın vicdan azabıyla ezilmektedir çünkü. Çok sürmeden Alim Bey evlenir. Artık kızlar için üvey anne dönemi başlamıştır. Üvey anneleri zaman zaman gerçekten tam bir üvey annedir ve kızların mutluluklarını bozmak için her türlü entrikaya başvuracaktır. Zaten çok geçmeden kızların ikisi evlenip baba ocağını terk ederler. Babası ve üvey annesi ile Sümeyye baş başa kalmıştır. Sümeyye de bu kadının dırdırı, dedikoduları ve her şeye yasak getirmelerinden dolayı bulamadığı huzuru sevdiği çocukta bulmak için evlenme kararı alacaktır. Ne yazık ki duruma üvey annesinin el koyması ile işler hiç de umduğu gibi gitmeyecektir. Sümeyye Sedat ile evlenmek üzere iken üvey annesinin gazabına uğramıştır. Kadın çocuğun annesine Sümeyye hakkında yalan yanlış şeyler konuşunca kız istemeye gelmekten vazgeçerler.

Evlenen diğer iki kızımız kocalarının evinde hiç de huzurlu değildir. Ebrar hiç olmaz ise kocasından şikâyetçidir. Ne yazık ki Piraye, tüm ev halkına adeta hizmetçilik yapmaktadır. Piraye’nin bu içler acısı hayatının anlatıldığı bölümler hele hamile iken çekmiş olduğu acılar ve sıkıntılar her okuyucunun kolaylıkla hazmedileceği cinsten değildir. Nihayet Sümeyye de şizofren bir tiple evlenmiştir. O da nişanlı iken çok iyi zannettiği kocasından daha ilk geceden itibaren çekmeye başlamıştır. Hayat artık şekil değiştirdiği acı ve ıstırap dolu günler ile devam etmektedir.

Bundan sonra roman, Üç kız kardeşin koca evinde çektikleri acıların anlatımıyla devam edecektir. Sümeyye kocasının istikrarsız iş hayatı nedeniyle para kazanabilmek amacıyla Almanya’ya bile gidecektir. Almanya’dan döndükten donra kocasına Samsun’un ilk renkli fotoğraf stüdyosunu açar. Sümeyye bu arada oğlunun ölümünü, gözlerinin önünde ölümünü de yaşamış çilekeş bir kadındır. Oğlu akciğerlerini saran bir illet nedeniyle yatağa düşmüştür. Gün geçtikçe eriyerek nihayet o da hayata gözlerini kapamıştır.

Oğlunun ölümünün ardından Sümeyye artık kocasına daha fazla dayanamayacağını hissederek ondan boşanma kararı alır. Babası Alim Bey’den kalan evinde oturmaya başlar. Oğlu ölmüş kızı da İstanbul’da hem okumak ta hem de çalışmaktadır. Kızı Lale istanbul’da evlenmiştir. Artık Sümeyye için İstanbul’a kızının yanına gitmek ve Samsun’u terk etmek yazılmıştır. 1874’te başlayan roman 1986 yılındaki Samsun tasviri ile Sümeyye’nin İstanbul serüveni henüz başlamadan son bulmaktadır.


Romanın Dili
Yazarımız Zerrin Koç, roman dili olarak alışkın olmadığımız bir dil kullanarak eserin akıcılığına zarar vermiş. Hangi sözlükte arayacağımızı bilemediğimiz Türkçe ve Türkçeciler tarafından da kabul görmeyen bir dil bu. Adına yeni Türkçe denilen (uydurukça dememek için) bir dil farklılığıyla romanın geniş kitleler tarafından okunup anlaşılmasını engelleyebilecek bir tercih yapmış. Bilimsel çalışmalar da yabancı dil tercümeleri için belki gerekli veya uygun olabilecek bu tarz bir dil denemesi ne yazık ki romanın edebi derinliğini zedeleyici bir iz bırakıyor okuyucuda.

Örneğin;
ilk kez bu eserde rastladığım ve başında bulaşıcı tamamlaması olmasa ne demek olduğunu anlayamayacağım bir kelime;  “sayrılık” (20), yine anlam olarak yabancısı olduğumuz “Kargışlanmış” (35), Değin (37) “Ayrımsamıştı” (54) “Devrisi” (57) “Yüksünerek” (64), “İlenmişti” (68) “ Biteviye samurdanıyordu” (69) Bu cümlenin açıklaması dipnot ile verilmiş; sürekli sayıklıyordu. Sanırım bu dipnot Özbekçe olabileceğini düşündüğüm Samurdanmak için konmuş. Benzer bir dipnot ta Farsça terkip olan “Malumatfuruş” için de konulmuş; bilgi sahibi, entelektüel olarak anlamı düşülmüş. Salt(73) Umar(84) Duyumsadığı(136) Devinim(151) Duyumsattığı (180) Yüksünmek(181)

Islak Kentin İnsanları’nın bana göre en sıcak ve sempatik yanı ise; Roman kahramanlarının İslam ile barışık bir yaşam tarzı ortaya koyuyor olmaları; “Erkek dediğin çalışır, akşam olup da evine geldiğinde erkenden yatar uyurdu. Ara sıra camiye gider, namaz kılar Cuma geceleri de açar Kuran’ını Yasin okurdu. (171)

Romana bu rengi veren galiba Savaş yıllarının acılar, yokluklar ve sıkıntılarla dolu günlerinin insanı dine ve ibadete yakınlaştırması olsa gerek. “Sümeyye bu duruma kahroluyordu; “ Allah’ım affet şartsız şurtsuz bir adam bu. Bastığı yerde ot bitmez, sen rızkımızı kesme yarabbi” diye yakarıyordu beş vakit.” (Gusül abdesti almayan kocası için dua ediyor)


Romanda Gerilim Anlatımları
Kitap, okuyanı derinden etkileyecek gerilim ve felaket anlatımları ile Milli Mücadele döneminin gerçekçi insan tasvirini yapıyor.  Saathane Meydanı’nda asılan ya da Ermeniler tarafından balta ile kesilen vatansever direnişçilerin acıklı serüvenleri hem yüreğimizi fazlasıyla burkuyor ve hem de alışkın olmadığımız veya beklemediğimiz bir gerilimin içine sürüklüyor bizleri. Gerilim ve felaket anlatımları bunlar ile sınırlı kalmıyor. Okudukça insanın kitabı bir kenara bırakmak isteyeceği anlatımlardan bir kaçını paylaşmak istiyorum;

“Alişir’in ölümünün üstünden yedi-sekiz gün geçmişti. Alim, hava kararmadan önce atölyeden eve gitmek için dışarı çıktı. Darağacının boş olmadığını gördü. Başını çevirip uzaklaşmak istediyse de yapamadı. Yaklaştı. İpin ucunda sallanan gence baktı. Elleri arkasından bağlanmıştı. Dili dışarı sarkmış, ayakları çıplaktı. Yırıtlmış pantolonundan bacakları görünüyordu. Yüzü kararmıştı. Ayakları, elleri, bacakları karamıştı. Sanki ipe akşamdan asmışlardı. Boynu kırılmış, yüreği durmuştu. Sessizdi. Kasap çengeline takılmış kuzu kellesi kadar sessizdi. Alim acıyla göğüs geçirdi. O esnada çıplak ayaklarından biri sallandı. Şaşırdı. Başını çevirip baktı. Dokuz on yaşlarında bir oğlan çocuğu, elindeki sapanı doğrultmuş, öbür ayağı hedeflemeye çalışıyordu. Kan beynine sıçradı “ Atma!” diye ünledi. Çocuğun sapanı tutan elleri aşağıya düştü. Olduğu yerde kalakaldı. Korkuyla, şaşkınlıkla Alim’e bakıyordu. Sesini yumuşatan Alim; “ taşını başka yere savur. Ona atma…” deyince çocuk kımıldadı. Başını hayır anlamında sallarken; “Acımaz ki, ölü o..” dedi. Alim alt dudağını ısırdı. Yutkunmaya çalışırken; “ Acır” dedi. Sonra da uzaklaşmak üzere arkasını dönerken, çocuk peşi sıra ünledi; “yalancı!..” (36)

“Devrisi sabah ne görsün? Piraye sakız çiğniyor! Şaşkınlığını üstünden atar atmaz sormuştu: “Nerden buldun o sakızı?” Piraye yanıt yerine önüne bakmıştı. Sümeyye bu! Öğrenmeden bırakır mıydı? “ Söyle nereden buldun?” N’olur dövme beni ..kızma” “Ben seni döver miyim hiç? Ama söyle nereden buldun?” “Osman’ın bezlerini yıkarken çıktı..” Sümeyye’nin gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “ Ne yani bokundan mı çıkardın?” “hee..” “ Sonra da ağzına attın ha?” Ağzını açmış sakızı gösteriyordu: “ Baak, tertemiz yaptım…”(106)

“Feyzi kafasını kaldırarak Sümeyye’yi yanına çağırdı. Kız gelince “ koy başını yere!” dedi. Kurbanlık koyun gibi uzattı başının sağ yanını. Feyzi usturayı kulak memesinin hizasından tutarak omuz başına doğru hızla vurdu. İnce bir çizgi şişkinliği ortadan bölmüştü. Usturayı çekmesiyle kan akmaya başladı. Gözlerini kapatan Sümeyye’nin gıkı çıkmamıştı. “ Olmadı” dedi Feyzi. “İrin daha derinde galiba” bu kez usturayı daha derinden vurdu. İltihap arıyordu. Kan bu kez oluk gibi fışkırıyordu. “ İrin mirin yok bunu içinde. Hadi davran işinin başına!” Çekip giderken usturayı, pantolona silerek temizledi. Sümeyye pantolona bulaşan kanına baktı.  Kızın başı sağ omzuna yapışırcasına düşmüştü. Kol boyunca akan kanlar basma elbisesinin eteklerinde birikimleniyordu. Sümeyye kana baktıkça başı dönüyor içi geçiyordu. Bir yandan da tütünün dizmeye çalışıyordu. Mide bulantısı dayanılır gibi değildi. Gündelikçi bir adam bu vahşete daha fazla dayanamayarak; “ Götürün şu sabiyi yatırın. Ben bu günkü yevmiyemi almayacağım. Onun hesabına yazın” Sümeyye’yi yatırmadan tütün bastılar yarasına. Kan tutmuştu çocuğu. Yattığı yerden kusuyordu. Derin karanlık uçurumlara doğru yuvarlanır gibi sarsılıyordu yattığı yerden çelimsiz başı. Yüksek ateş içinde, işçileri bıraktığı o yerde günlerce yattı. Hiç kimse ilgilenmedi. Günün birinde gözlerini açtı. Yattığı yerden kalktı. Kurumuş kana, kabuk tutmuş kumuş kusmuklara bulaşan başı, Sağ omzuna yapışmıştı. Ne denli uğraştıysa bir türlü doğrultamadı. Üstelik böyle uğraşırken çok canı yandı. (109-110)

“Akşama kadar işi bitmiyordu. Çok da titizdi. Kılı kırk yaran cinsiten. Haftada bir gün sabahtan akşama değin çamaşır yıkardı. Önce banyo kazanını yakar,kaznın suyu kaynadığında da o dar uzun yere girer, kapısın kapatır, bütün çamaşırları elinde dört, beş kez çitileyerek yıkardı. Çamaşır günü diye diğer günlük işleri de işleri de savsaklamazdı. Öğlen ve akşam bulaşıkları da onundu. Bakır kazan güldür güldür yanardı o daracık, kapısı kapalı yerde. Öyle ısıtırdı ki orayı, duvarlara el değmezdi. Kâh bağdaş kurar, kâh dizlerinin üstünde yıkardı onca çamaşırı. Sodalar çivitler, durulardı sonra da. Eleri patlak patlaktı. Ter sicim gibi akardı sırtından, yüzünden, saç diplerinden. En çok da sodalı suda eziyet çekerdi elleri. Çatlayan derilerini yakan sodanın duyumsattığı acı dayanılır gibi değildi. Suların içinde kalmaktan elleri ayakları şişmiş büyümüştü. Yalınayak silerdi bütün evi her gün. Balkonu yalınayak akıtır, Banyoyu yalınayak temizlerdi. Ter su içinde kalan körpecik bedeni, halıları silkelerken kurur, Camları silerken yeniden ıslanırdı. Gece geç saatlere kadar kuruttuğu çamaşırların ütüsünü büyük bir özenle yapardı. Kolları düşerdi demirden yapılmış kömür ütüsünü kullanmaktan. Üç hizmetçinin ancak yapabileceği işleri yapardı gün boyu. Hiç yüksünmezdi. Çift canlı olduğu için daha bir çökmüştü cılız omuzları. Bütün gücünü harcadığı gibi öyle berbat bir aşermesi oluyordu ki.. Zişan Hanım öğürmeleri işittiğinde;

“ Biz de geçirdik bunları. Kudret’e naz yapmaya kalkma.  Hadi işinin başına büyütme o kadar. Hareket iyi gelir. Kolay doğurursun “ derdi. (181–182)

“Akşam yemeğini yiyen dörtlü oturma odasına geçtikten sonra Piraye’nin gece yarısına dek sürecek işleri ancak başlıyordu. Oturma odasından gelen kahkaha seslerini işitirdi arada bir holden geçerken. Buz gibi salonda ütü yaparken kulağı kirişte, adının ünlenmesini beklerdi; “ Piraye çay demle’, Piraye yemişleri getir! Piraye Çocuğun maması hazır mı? Piraye sobaya kömür at! Piraye kahve yap!” Piraye’nin gözyaşları aktıkça ütü sürdüğü çamaşırlar daha bir nemlenirdi.”… Zamansız bastırmıştı Piraye’nin sancıları. “Ayak ağrısı. Biz de böyle çektik” diyordu Zişan Hanım. Banyoya tepeleme yığılmış çamaşırlar dururken, doğurmanın sırası mıydı? Gürül gürül yanıyordu bakır kazan. Piraye iki büklüm sancılar içinde oturmuştu leğenin başına. Zeliha bağırıyordu oturma odasından; “ Sakın o çamaşırları bitirmeden doğurayım demeyesin ha!” ( 182–186)


Romanda Milli Mücadele
“Savaş yıllarıydı… Ekmek dirhem dirhem dağıtılırken toprak, fersah fersah kaybediliyordu. Savaşa katılmak üzere yola çıkanlardan tek haber gelmediği gibi, geri dönen de olmuyordu. Kalanları da bulaşıcı sayrılıklar kırıp geçiriyordu. Fransızlara kucak açan Araplar için Türklerin kanıyla sulanıyla sulanıyordu çöl. Anadolu’nun kendisinden çok Araplara harcadığı çabaya, paraya karşın Araplar, Türkleri istemiyordu.” (20)

“1919 Mart… Ayın on dördü. Sisli, soğuk bir sabah. İngiliz askerleri, Sayıca kendilerinden daha az olan Fransız askerleriyle birlikte Samsun’un sokaklarını çiğniyorlar. Şehirde Rum ve Ermenilerin sevincine karşın Türkler suskun. Evlerine çekilmişler, kapıları sıkı sıkıya kapalı, perdeler örtük. Mutasarrıf Cevdet Bey’in adamları sokak soka dolaşarak halkı Saathane Meydanı’nda toplanmaya çağırıyorlar. Belediye Başkanı Ali Rıza Bey, Vilayet Kadısı Nevzat Bey, Yanlarında İngiliz Binbaşı Wilson, Fransız Üsteğmen Fevre olduğu halde, Cevdet Bey’in halka hitaben yaptığı konuşmayı hep birlikte dinliyorlar. Bu konuşmada; padişaha karşı ayaklanan ‘çetecilerin, eşkıyanın’ hain olduğu duyuruluyor. Yabacı güçlerin bu topraklara, azınlık halkı onlara karşı korumak için geldiği anlatılıyor. Konuşmanın sonunda, hainleri bildirenlere para ödülü vaat ediliyor. Halk sessizce dağılıyor.” (28)

“Çeteler ile birlikte Milli Mücadeleye katılan Alişir artık evine geceleri ve gizlice girmektedir.  Yine bir gece Silah arkadaşı Sabri ile birlikte gelmişlerdir. Evde Ağabeyine ve annesine Eşkıyanın hain olduğunun yayılmasına karşılık ‘gerçekleri’ anlatıyor;

“ Bunlar halkın lafları değil, şehri satanların lafları. İhanet içindeler. Rum köylükleri silah, cephane deposu olmuş. Büyük kıyıma hazırlanıyor. Bitecek ama Milli Mücadele buradan başlayacak.”

Sözlerini tam burasında ayağa kalkmıştı. Yerinde duramıyordu. “… Buradan başlayacak” derken ayağını yere vurmuştu… Gözlerinden bulutlar çekilmiş, gözbebekleri ışıl ışıldı; “ Selanikli Komutan’ı bekliyoruz. On, on beş gün içinde buraya gelecek. Paşalarla temas kuracak. Bizim Reisle de… Sakın ola bu anlattıklarımdan kimsenin haberi olmasın.”

“ Şu dediğin komutan.. Padişahtan izinli mi?”  
“ Bu şehri, bu memleketi satanlar padişahtan izinli. O baş kaldırdı. Bizler onun ardındayız. İstanbul hükümetine itaat etmiyoruz.” ( 30 )

Yazarın Padişah’ı memleketi satanlar ile aynı kefede değerlendirmesi tarihi bir romana uygun olmayan ve gerçekçilikten uzak bir anlatımdır. Yazarımızın bu tezinin gerçekleri yansıtmadığını artık sadece tarihçilerimiz değil, Bülent Ecevit bile ifade etmekten çekinmemiştir. Bakın “Küller Altında Yakın Tarih” isimli kitabında Mustafa Armağan bu konuda neler diyor;

“Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından 15 Mayıs 1919’daki veda ziyaretinde Sultan Vahdettin’in söylemiş olduğu sözler; “ Bunları unutun” dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, paşa! Devleti kurtarabilirsin.”

Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sında Vahdettin’in ölüm haberini alan Mustafa Kemal’in ilk sözleri “ Çok namuslu bir adam ölmüştür.”  Rauf Orbay anlatıyor; “ Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediliyordu. Cuma selamlıkları 16 Mayıs 1919 tarihine kadar devam etmiştir. 15 Mayıs’ta Vahdettin’le baş başa görüşen Mustafa Kemal, ertesi günde Cumadan sonra padişah tarafından yeniden kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı.

Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını makbuz karşılığında teslim etmiştir.” ( daha ayrıntılı okumalar için Mustafa Armağan’ın Küller Altında Yakın Tarih- Vahdettin’den Mustafa Kemal’e Unutulan Gerçekler isimli kitabına bakabilirsiniz)

“Ağır bir mütareke sonucu yorgun, yoksul düşen halkın, silahsızlandırılan ordunun, işgal güçleriyle el ele veren kişiliksiz, güçsüz yöneticilerin (yine aynı hamasi yorum) oluşturduğu bu kargaşa ve karmaşa içinde İstanbul’dan üç gün önce yola çıkan Mustafa Kemal’in 19 Mayıs sabahı Samsun kıyısına demir atan vapurdan karaya çıkışı; halkın dışında kalanların, yai idarecileri, işgalcileri, Türk ve Rum çetecilerin, birbirlerinden son derece farklı beklentilerine bir çıkış olarak değerlendiriliyordu.

Mehmet Reis Mustafa Kemal’le havza’da görüşebilmişti. Mehmet Reis’ten bir miting düzenleyerek halka açıklamalarda bulunmasını önermişti. Mehmet Reis’in Havza’da yaptığı bu gizli görüşmesinden haberdar edilen idarecilerle Wilson’un sıkıntısı görülmeye değerdi. Bu herifi ne pahasına olursa olsun yakalamak zorundaydılar.” (36–37)

“İşgalcilere gelince… Kenti, birbirinden ayrı üç noktadan denetim altına almışlardı. Bu üç noktadan birisi İnzibat Karakol Binasıydı ki işgalcileri büyük bir bölümü burada toplanmışlardı. (Bugünün Orduevi). Kalan ikisinden birisi, güneyde tepe bölgesine düşen kışla, öbürü de doğu yöresinde bulunan lise binasıydı. (37–38)


Romanda Samsun   
“Annesinin bütün itirazlarına karşın Alişir, ailesini, toplayabildiğince ev eşyasıyla birlikte, at arabasına yükleyerek Samsun’a doğru yola çıktığı vakit yıl, 1915’ti. Haftalarca süren yolculuk Rus donanmasının Samsun’u bombardımana tuttuğu günlerde son bulduğunda Alişir on üç, Alim on bir, Feyzi dokuz yaşındaydı.

Samsun’un o tarihlerde nüfusu on altı bin dolaylarındaydı, bunu yedi bini yakını Rumlar,iki bini Ermeniler, kalanını da Türkler, ve gene bir Türk kolu olan Çerkezler oluşturuyordu. Rumlar; Kırbaç, Yeni Kırbaç ve Reşadiye semtlerinde, Ermeniler; Hançerlide, Çayıriçi, Kaleiçi, Cedit, Hacebe ve Meğde semtlerinde ise Çerkezler, Trükler, Rum ve Ermeniler bir arada yaşamaktaydı. Bu Semtlerin birbirine olan uzaklıkları çok değildi. Yerleşim daha çok batı yöresine toplanmış olup, güneyini yarım ay biçiminde kuşatan tepelere doğru kent, hafif bir eğimle yükseliyordu. Doğu yöresi, en yakın Çarşamba’ya kadar uzanan dümdüz, boş topraklardan oluşuyordu. Köylü, bu topraklarda mısır, tütün, fındık yetiştiriyordu. Benzer ekip düzeni batı yöresinde de Bafra’ya kadar uzanmaktaydı. Ancak bu yörenin en önemli ürünü tütündü. (19,20)


1919 Yılının Mart ayında Saathane Meydanı
“Saathane Meydanı. Adını meydanın ortasında yükselen ağaç gövdesine takılı büyük saatten alan meydan. Saatin hemen karşısında kurulmuş darağaçları. İpleri kaygan. Dolanacak boyunları beklerken rüzgarda sallanıyorlar. Burada böyle halk, her infazı izlemek zorunda. Çünkü burası; ‘İbret Meydanı’(28)

“Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra da Samsun, Trabzon’dan ayrılarak il olduğunda, Trakya’daki Türklerle Anadolu’daki Rumlar, karşılıklı olarak yer değiştirdikten sonra Samsun’a çok sayıda Türk göçmeni yerleşti. Göçten önce on altı bin olan kentin nüfusu, bu göçten sonra 30.333’e ulaştı. (50)


Yıl 1939
Limanın henüz yapılmadığı bu tarihte kır kahveleri, çay bahçeleri, sahilde yan yana uzanıyordu. Kentli en çok bu güz mevsiminde inmeyi yeğlerdi sahile. Islak kentin en güzel mevsimiydi çünkü güz. Taze incir kokardı sokaklar. Üzüm kokardı, nar kokardı. Manolyaların baygın koksu bu mevsimde daha bir keskinleşir kuş cıvıltıları gün boyu kesintisiz sürerdi. Bahçelerdeki çardakların altında nakış yapardı genç kızlar. Çeyiz hazırlarlardı. Yeni gelinler siyah tayyör giyinir, kırımız ruj sürünürlerdi. Kayınvalideleriyle gezerlerdi mutlaka. Havanın karamasıyla çarşıdaki kepenkler iner, erkekler evlerine dönerlerdi. Sözün senet, selamın devlet sayıldığı bu tarihlerde ramazan ayı geldiğinde, oruç tutmayanlar asla bilinmezdi. Nüfusunun yüzde yirmisini oluşturan gayrimüslimlerle gerek sosyal yaşam, gerekse ticaret, birbirine kaynaşmış, tam bir uyum içinde sürüp gidiyordu. (129)
  

Yıl 1945
“O tarihte Samsun esnafında bir kıpırdanış görünüyordu. İflas eden tüccarların yerini başka tüccarlar alıyor; Subaşı, Mecidiye ve Saathane Meydanı’nda yeni adlar göze çarpıyordu. Kent nüfusu 36.000’e ulaşmıştı. Nüfus yoğunluğu kentin batı bölgesinde yoğunlaşmış olup doğu yöresi boydan boya mısır, buğday tarlalarıyla kaplıydı. Kentin tek lisesi olan 19 Mayıs, Bu tarlaların hemen başlangıcında kurulmuştu.

Güneşli Pazar günlerinde faytonlara doluşan aileler konvoy halinde Söğütlü Bahçe’ye akın ederlerdi. İki gün öncesinden hazırlanırdı yiyecekler. Bir gece öncesinden de sepetlere yerleştirilirdi. Yağmur kaygısıyla gezi heyecanı iç içe yaşanırdı. Çocuklar için serüven, büyükler için sevinç, birbirine gönül düşürmüş gençler için ayrı mutluluk taşırdı bu gezinti.

Samsun halkının en önemli özelliklerinden biri giyime kuşama düşkünlüğüydü. Genç kızlar, vistara adı verilen yumuşak keten elbiselerin üstüne dekor alırlardı. Dekor günümüzdeki tüniğin o zamanki adıydı. Uzun kollu, kalçaları örten tek düğmeli ayrı bir giysiydi bu. Tek düğme kapatılmadı…


Yıl 1950…
Karadeniz’in kurşun rengi suyu, gökyüzü ile aynı renk. Güneyini kuşatan dağların tepelerini yağmur bulutları, kara duvak gibi örtmüş. Duraksız yağışlar başladı başlayacak. Yağışlar kara dönüşebilirse ortalık aydınlanacak bir parça. Gök gürültüsü kesilecek.  Yağmurun sesi karın sessizliğine bırakacak yerini. Aylar boyunca şimşeklerin yayacağı elektrik bir parça yatışacak, sert bakışlar yumuşayacak. Denizin iri hırçın dalgaları biraz daha ufalıp, uysallaşacak.
O yıl tüccar sayısı oldukça çoğalmış. Özellikle tütün işi büyük bir tırmanış göstererek, ticaret ticaret yaşamında ilk sıraya yerleşmiş görünüyor. İkinci sırada tekstil ürünlerin toptancıları göze çarpıyor. Zahireciler Saathane meydanı’nı tutarken Subaşı, zanaatçıların elinde. Ünlü bakırcılar yokuşu, torna tezgâhları, ayakkabı yapımcıları, terziler, eczacılar, organcılar, doktor muayenehaneleri gene aynı yerde. Kereste piyasasına batı Trakya ve Yugoslavya’dan gelen göçmenler hakim durumda. Saathane Meydanı’nın denize dik uzanan sokaklarında kuyumcular bulunuyor. Şehir o günlerde ilçe ve köylerin akımından uzaktır. Ekonomik gücün arttığı sosyal yapıdaki ayrım oldukça belirgin. Şehir kulübü üye seçiminde oldukça titiz davranmakta, zanaatçıdan üye kabul etmemektedir. Bu kulübün kuruluş tarihi yeni değildir. (200)


Yıl 1953
“1953 yılının sonlarına doğru Samsun, ticaret yaşamında zincirleme iflaslara sahne oluyordu. İlk iflas haberi kentin yerlisi olarak bilinene Sabuncular’dan gelmişti. Bunu sırayla Rize kökenli armatör Kalkavanlar izliyordu. Gene kentin yerlisi olan, koyun ticaretiyle uğraşan koyuncular, aynı şekilde deve ticaretiyle uğraşan Deveciler, Şahinzadeler, zücaciye tüccarlığı yapan Hamamiler, tuhafiye tüccarı Üçkardeşler, Lazzadeler ve Kani Tulas, ticaret sahnesinden art arda çekilmeye başlıyorlardı.

Bu arada Deveci’lerin kumar zaafı, Koyuncu’ların kadınlara düşkünlüğü gibi dedikodular kentte, kulaktan kulağa yayılarak iflaslara neden olarak gösterilse de söylentiden öteye geçmiyordu. Gerçek olan bir şey vardı ki, Şehir Kulübü’nde her gece dönen kumarda orta ölçekli esnafın sapır sapır dökülmesiydi.

Samsun böylesi zincirleme iflasları ikinci kez tanık oluyordu. İlki 1926’da yalnızca tütün piyasasında yaşanmıştı. Bu iflaslar donucu tüccardan dokuz tanesinin, çok kısa bir zaman içinde ard arda kalp krizi geçirerek ölmelerini kent halkı hala unutmamıştı. Bozguna uğrayan ticaret sahnesinden silinene ailelerin, kenti boşaltarak “ taşının toprağının altın” olduğu o büyük kente akımları sonucu, onlardan boşalan yerleri çevre ilçe ve köylerden gelen doldurmaya başlamışlardı. Böylelikle Samsun, küçümsenmeyecek boyuttaki göçe tanık olmaya başlıyordu gene aynı yıllarda.

 Dağılan büyük tüccarın göçünü orta sınıfı oluşturan zanaatçılarla, küçük esnaf izlemeye başlamıştı. Kimisi eğitime gönderdikleri çocuklarının ardına takılıp gidiyordu. Kimisi de daha varsıllaşmak umuduyla çıkıyordu yola. İlçe ve köylerden yok pahasına almaya başlamışlardı onların bıraktıkları iş yerlerini, görkemli evlerini, topraklarını. Böylece el değiştiriyordu ticaret, huy değiştiriyordu ıslak şehir..usul usul.. Sinisice.” (207)


Yıl1960
Elli dörtte temeli atılan deniz limanı hizmete açılmıştı. Ayrıca elli yedide yapılan hava limanının yanı sıra Samsun’u Ankara, Trabzon ve Sinop illerine bağlayan karayolu çalışmaları tamamlanmıştı. Mayıs Devrimi’nin hemen sonrası… Kent halkının çoğunluğu suskun, kinli, öfkeli. Devrim, bu çoğunluğun üstünde adeta şok etkisi yaratmış. Azınlığı oluşturan devrim yanlılarının canlı kıpırdanışları, Halk Partisi binasında geceli gündüzlü çaldırılan davul sesleri de olmasa, dışarıdan gelen biri kentin boşaltıldığını düşünebilir. Sokaklarda asker dolu cemseler dolaşırken, üç kişinin bir arada dolaşması yasaklanmıştı. Yıllar öncesine dayanan bu iki parti çekişmesi devrimlerle birlikte büsbütün hal almış. Halk haber bültenlerini, radyolarının içine girmişçesine diliyor. Tutuklanmaları duyuran her anonsta çoğunluğun sinirleri yay gibi geriliyor. (230)


Yıl 1961, Güz
“Kentin doğu yöresini kaplayan mısır tarlalarındaki son ürün toplandıktan sonra, ekim durdurulmuştu; toprak parsellenerek, yerleşim alanını bu bölgeye yaymak amacıyla satışa çıkarılmıştı. Nüfusu elli bine ulaşan kent batıdan doğuya genişliyordu. Söğütlü Bahçe’ye yapılan pazar gezintileri bitmiş, onu yerini inşaatlar almıştı. O günlerde kent halkı öğlen haberlerinde, eski Maliye ve Dışişleri Bakanlarına verilen kararının infaz edildiğini öğrendi.” (236)


Yıl 1986
Doğu ve batı yöresiyle birleşen kent, güneyde tepelerin eteklerine değin yerleşimini yayılmış durumdan. Geçmişe dair tek iz yaşamıyor artık. Bütün semtler, mahalleler alt üst olmuş. Bahçeler bozulmuş, deniz suyu zehirlenmiş, balıklar azalmış… Çoğalan binalar, inşaatlar, insanlar, araçlar,sesler..Uğultu, gürültü.. ‘Yalnız alıp verilir bir selam’da kalmamış… Kentin yerli aile sayısı bir elin parmaklarını ya bulur ya da bulmaz. Eski yağmurlar da yok artık. Eski dondurucu kara kışlarda… Deniz, doldurula doldurula kentliden olabildiğince uzaklaşmış. Samsun sırtını denize dönüp oturan bir insan gibi.. Küskün, bağrı toz duman, gözü sisli.”

06 Ekim 2013
/Recep YAZGAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder