"Ben rüzgarın yalancısıyım. Bu romanda geçen
olayları bana anlatan o. Havanın sıcak, penceremin açık olduğu bir gecede gün
doğusundan gelmişti. O anlattıkça gece uzamış, o da serinlemişti. " Bir
rüzgârdır gelip geçer sanmıştım" yanılmışım. Öykü bittiğinde büyümüştüm.
Hala odamda. Uğultulu sesiyle ‘bitmedi’ diyor."
Samsunlu yazar Zerrin Koç Samsun'u ve Samsun tarihini
anlattığı romanı " Islak Kentin İnsanları"na böyle epikraf bir
fragman ile giriş yapıyor. Bu girişten de hissedileceği gibi romandaki
çekicilik, sürükleyicilik ve olaylardaki gerilim, kitabın son sayfasına kadar
devam edecek. Bir tarih romanı ya da tarihi bir roman olarak ele almayı
düşündüğüm bu eserdeki olay örgüsü ilk okuyuşta beni fazlasıyla gerdiği için
kitaba bir Samsun romanı demekten çok bir gerilim romanı demekten kendimi
alamıyorum.
Kent Kültürü’nün birinci ya da ikinci toplantısında
ismini duyduğum bu kitabı Samsun’daki kitapçılarda bulamadığımı da belirtmem
gerek. İstanbul’dan sipariş usulü getirttim. Roman, yazarın olay
kahramanlarının arka planında yer verdiği Samsun silueti, Samsun tarihi ve çok
zayıfta olsa Samsun’un Milli Mücadele içerisindeki konumunun anlatımıyla
zenginleştirilmiş.
Roman ismi yaz aylarında üzerimizde eksik olmaya
ter ve nem ile kışın bir türlü kurtulamadığımız yağmur ve rutubetten ismini
alması itibariyle isabetli bir seçim gibi duruyor. Bu ıslaklığı Samsun’un
talisizliği sebebiyle gözyaşlarına yormak sanırım yazarın aklına gelmemiştir. Bizim
de ortak kanaatimiz olduğu üzere yazar Zerrin Koç, Samsun’u kendi
sosyo-kültürünü ve sosyo-ekonomisini oluşturamamış veya oluşturulacak bir ortam
bulamamış bir kent olarak tanımlıyor..
Samsun’un yaşadığı üst üste iflasların, şehrin
gerçek ve kültürlü sahiplerinin şehri terk etmesine ol açtığını, onlardan
boşalan yerleri ise köy kökenli insanların doldurduğunu söyleyerek bu tezine
haklılık zemini oluşturuyor. Ayrıca yazarımız siyasi olarak da dalgalanmalı bir
şehir profili veriyor. Bu profili de Samsunluların siyasi parti mitinglerindeki
rozet fazlalıklarıyla destekliyor.
Buhara’dan yola çıkarak Sürmene’den sonra
yolculuklarını Samsun’da tamamlayan bir ailenin ağır dramının anlatıldığı
romanın son kuşak kahramanları ile birlikte romanın asıl kişisine de son durak
olarak İstanbul işaret ediliyor. Yazarın okuyucusuna en çok sevdirdiği kişilik
olan Sümeyye İstanbul’da yaşamakta olan kızının peşine gidecektir romanın en
sonunda. Böylece göç veren bir Samsun’un ana hatları belirginleştiriliyor.
Özet olarak;
Roman Buhara’lı Kerim Bey’in karısı Lola (Özbekçe
lale) hanım ile birlikte yaşadıkları yurtlarından geçim sıkıntısı sebebiyle göç
etmek zorunda kalmaları ile başlıyor. İlk durakları Trabzon’un Sürmene kazası.
Ne yazık ki burada Kerim Bey’in çok sevdiği atı Yel’i çalarlar. Kerim Bey
atının çalınması ile birlikte adeta hayata küser ve bir gün dağda odun keserken
beklenmedik bir şekilde hayata gözlerini yumar.
Kerim Bey’in ölümü ile birlikte Lola hanım’da
yaşama arzusunu kaybetmiştir. Her gün kocasının mezarı başında gözyaşları
akıtmaktadır. Ailenin en büyük oğlu Alişir henüz on üç yaşında büyük bir
sorumluluğun altına girerek Sürmene’den ayrılma kararı alır. Samsun’a
yerleşmelerinin belirgin bir sebebi yoktur. Şehrimiz Samsun’a geldikleri yıl
1915, Savaş yıllarıdır. Aile için hiç de mutlu devam etmeyecek olan Samsun’daki
hayat mücadelesi böylelikle başlamış olur.
Olağan romanlarda yaşamayacağımız kadar sık ve
devasa felaketler silsilesi ile devam eden romanımız bazı yerlerde okuyucusunu
fazlasıyla bunaltıyor, içini daraltıyor. Samsun’da yaşamaya başlayan ailenin
hayat çizgisi her türlü faciadan nasibini alıyor.
Alişir Şehirde Rum ve Ermeni çetelerine karşı
örgütlenen Kuvva-i Milliye grubuna katılıyor. Azınlıkları silah yardımı yapan
İngilizlerin silah yüklü konvoylarına baskın yaparak onların silahlarına el
koyuyorlar. Ne var ki bir baskın sırasında silahları ele geçiremeden peşlerine
düşen atlılardan kaçmak için sığındıkları köy Ermeni köyüdür. Ermeni hane
sahibi renk vermeden Alişir’i içeri buyur eder ve gece uyurken üzerine balta
ile saldırarak öldürür. Lola Hanım evladını bu şekilde kaybettikten sonra
yatağa düşmüştür. Felaket zincirlemesi bununla sınırlı kalmaz. Türk filmlerini
aratmayacak sahnelerle her fırsatta kendini gösteren acı anlatımının bu daha
ilkidir.
Alim, Yani ailenin ortanca oğlu evlerinin tam
karşısındaki evin kızına ilk görüşte aşık olmuştur. Birbirlerine evlerinin
balkonlarından “işmar” etmektedirler. Gelin bakın şu işe ki ailenin küçük oğlu
Fevzi ise karşı evden her sabah aynı saatlerde balkona çıkan genç kızın kendisi
için gülümsediğini zannetmektedir.. Alim üst katta, Fevzi ise alt katta aynı
kız için yanıp tutuşmaktadırlar.
Annesine durumu ilk anlatan Alim olduğu için kızı
Alim’e isterler. Evet, kızın gönlü de zaten Alim’dedir. Fakat bu durumu Fevzi
asla kabullenemez. Birbirlerine açılamadıkları için de hiçbir zaman Alim,
Fevzi’nin kendisine karşı bu kin ve nefret dolu hallerine anlam veremeyecektir.
Nitekim Fevzi bu açmaza daha fazla tahammül edemeyerek evi terk edecektir. Çünkü sevdiği kadın artık ağabeyinin karısı
olmuştur. Bütün bu olaylar Lola Hanım’ı çok fazla etkilemekte iyice yatağa
bağlanmaktadır. Alim’in eşi Gülhiz Hanım, kocasına ikinci çocuğa gebe olduğu
haberi verdiği sırada Lola Hanım da hayata gözlerini yumar.
Gülhiz Hanım; Alim Bey’e bir erkek evlat verebilmek
ümidiyle doktorun onaylamamasına rağmen üçüncü çocuğuna riskli hamile kalır.
Doktorun dediği gibi ağır bir doğum süreci yaşar. Doğum sonrası baygın gözlerle
erkek çocuk dünyaya getirdiğini duymak ister gibi heyecanla haberi
beklemektedir. Alim Bey doktorun tavsiyesine uyarak ölmek üzere olan karısına
yalan söyler ve bir erkek çocuklarının olduğunu kulağına fısıldar.. Gülhiz hanım bu mutlu haber ile birlikte
hayata gözlerini yumar. Alim Bey bundan
sonraki hayatına Ebrar, Sümeyye ve Piraye isimlerinde üç kızıyla birlikte devam
edecektir. Ne yazık ki Alim Bey üç çocuk ile iş hayatını birlikte götürmekte
zorlanmaktadır. Buna çözüm olarak akıllara durgunluk veren bir kararla
çocuklarını kardeşi Fevzi’nin yanına gönderir.
Çarşamba Beylerce’deki köy hayatı amcaları
fevzi’nin nerde ise gestapo yönetim tarzı ile acı, ıstırap ve işkence dolu
günler demektir üç zavallı kız için. Kızlar köy hayatından ve Fevzi’nin
acımasız tutumlarından dolayı köyde duramayacaklar ve kaçmayı deneyeceklerdir.
Ne yazık ki ilk seferinde yakalanarak daha kötü ve daha gaddarca bir mukabele
görürler. Uzun süren köy hayatının ardından Fevzi’nin nikâhsız Rus karısının
yardımı ile köyden kaçmayı başarırlar ikinci denemelerinde. Şehre, babalarına
geri dönerler.
Alim Bey, kızlarını çok iyi karşılar. Onları köye
bırakmanın vicdan azabıyla ezilmektedir çünkü. Çok sürmeden Alim Bey evlenir.
Artık kızlar için üvey anne dönemi başlamıştır. Üvey anneleri zaman zaman
gerçekten tam bir üvey annedir ve kızların mutluluklarını bozmak için her türlü
entrikaya başvuracaktır. Zaten çok geçmeden kızların ikisi evlenip baba ocağını
terk ederler. Babası ve üvey annesi ile Sümeyye baş başa kalmıştır. Sümeyye de
bu kadının dırdırı, dedikoduları ve her şeye yasak getirmelerinden dolayı
bulamadığı huzuru sevdiği çocukta bulmak için evlenme kararı alacaktır. Ne
yazık ki duruma üvey annesinin el koyması ile işler hiç de umduğu gibi
gitmeyecektir. Sümeyye Sedat ile evlenmek üzere iken üvey annesinin gazabına
uğramıştır. Kadın çocuğun annesine Sümeyye hakkında yalan yanlış şeyler
konuşunca kız istemeye gelmekten vazgeçerler.
Evlenen diğer iki kızımız kocalarının evinde hiç de
huzurlu değildir. Ebrar hiç olmaz ise kocasından şikâyetçidir. Ne yazık ki
Piraye, tüm ev halkına adeta hizmetçilik yapmaktadır. Piraye’nin bu içler acısı
hayatının anlatıldığı bölümler hele hamile iken çekmiş olduğu acılar ve sıkıntılar
her okuyucunun kolaylıkla hazmedileceği cinsten değildir. Nihayet Sümeyye de
şizofren bir tiple evlenmiştir. O da nişanlı iken çok iyi zannettiği kocasından
daha ilk geceden itibaren çekmeye başlamıştır. Hayat artık şekil değiştirdiği
acı ve ıstırap dolu günler ile devam etmektedir.
Bundan sonra roman, Üç kız kardeşin koca evinde
çektikleri acıların anlatımıyla devam edecektir. Sümeyye kocasının istikrarsız
iş hayatı nedeniyle para kazanabilmek amacıyla Almanya’ya bile gidecektir.
Almanya’dan döndükten donra kocasına Samsun’un ilk renkli fotoğraf stüdyosunu
açar. Sümeyye bu arada oğlunun ölümünü, gözlerinin önünde ölümünü de yaşamış
çilekeş bir kadındır. Oğlu akciğerlerini saran bir illet nedeniyle yatağa
düşmüştür. Gün geçtikçe eriyerek nihayet o da hayata gözlerini kapamıştır.
Oğlunun ölümünün ardından Sümeyye artık kocasına
daha fazla dayanamayacağını hissederek ondan boşanma kararı alır. Babası Alim
Bey’den kalan evinde oturmaya başlar. Oğlu ölmüş kızı da İstanbul’da hem okumak
ta hem de çalışmaktadır. Kızı Lale istanbul’da evlenmiştir. Artık Sümeyye için
İstanbul’a kızının yanına gitmek ve Samsun’u terk etmek yazılmıştır. 1874’te
başlayan roman 1986 yılındaki Samsun tasviri ile Sümeyye’nin İstanbul serüveni
henüz başlamadan son bulmaktadır.
Romanın Dili
Yazarımız Zerrin Koç, roman dili olarak alışkın
olmadığımız bir dil kullanarak eserin akıcılığına zarar vermiş. Hangi sözlükte
arayacağımızı bilemediğimiz Türkçe ve Türkçeciler tarafından da kabul görmeyen
bir dil bu. Adına yeni Türkçe denilen (uydurukça dememek için) bir dil
farklılığıyla romanın geniş kitleler tarafından okunup anlaşılmasını
engelleyebilecek bir tercih yapmış. Bilimsel çalışmalar da yabancı dil
tercümeleri için belki gerekli veya uygun olabilecek bu tarz bir dil denemesi
ne yazık ki romanın edebi derinliğini zedeleyici bir iz bırakıyor okuyucuda.
Örneğin;
ilk kez bu eserde rastladığım ve başında bulaşıcı
tamamlaması olmasa ne demek olduğunu anlayamayacağım bir kelime; “sayrılık” (20), yine anlam olarak yabancısı
olduğumuz “Kargışlanmış” (35), Değin (37) “Ayrımsamıştı” (54) “Devrisi” (57)
“Yüksünerek” (64), “İlenmişti” (68) “ Biteviye samurdanıyordu” (69) Bu cümlenin
açıklaması dipnot ile verilmiş; sürekli sayıklıyordu. Sanırım bu dipnot Özbekçe
olabileceğini düşündüğüm Samurdanmak için konmuş. Benzer bir dipnot ta Farsça
terkip olan “Malumatfuruş” için de konulmuş; bilgi sahibi, entelektüel olarak
anlamı düşülmüş. Salt(73) Umar(84) Duyumsadığı(136) Devinim(151) Duyumsattığı
(180) Yüksünmek(181)
Islak Kentin İnsanları’nın bana göre en sıcak ve
sempatik yanı ise; Roman kahramanlarının İslam ile barışık bir yaşam tarzı
ortaya koyuyor olmaları; “Erkek dediğin çalışır, akşam olup da evine geldiğinde
erkenden yatar uyurdu. Ara sıra camiye gider, namaz kılar Cuma geceleri de açar
Kuran’ını Yasin okurdu. (171)
Romana bu rengi veren galiba Savaş yıllarının
acılar, yokluklar ve sıkıntılarla dolu günlerinin insanı dine ve ibadete
yakınlaştırması olsa gerek. “Sümeyye bu duruma kahroluyordu; “ Allah’ım affet
şartsız şurtsuz bir adam bu. Bastığı yerde ot bitmez, sen rızkımızı kesme
yarabbi” diye yakarıyordu beş vakit.” (Gusül abdesti almayan kocası için dua
ediyor)
Romanda
Gerilim Anlatımları
Kitap, okuyanı derinden etkileyecek gerilim ve
felaket anlatımları ile Milli Mücadele döneminin gerçekçi insan tasvirini
yapıyor. Saathane Meydanı’nda asılan ya
da Ermeniler tarafından balta ile kesilen vatansever direnişçilerin acıklı
serüvenleri hem yüreğimizi fazlasıyla burkuyor ve hem de alışkın olmadığımız
veya beklemediğimiz bir gerilimin içine sürüklüyor bizleri. Gerilim ve felaket
anlatımları bunlar ile sınırlı kalmıyor. Okudukça insanın kitabı bir kenara
bırakmak isteyeceği anlatımlardan bir kaçını paylaşmak istiyorum;
“Alişir’in ölümünün üstünden yedi-sekiz gün geçmişti.
Alim, hava kararmadan önce atölyeden eve gitmek için dışarı çıktı. Darağacının
boş olmadığını gördü. Başını çevirip uzaklaşmak istediyse de yapamadı.
Yaklaştı. İpin ucunda sallanan gence baktı. Elleri arkasından bağlanmıştı. Dili
dışarı sarkmış, ayakları çıplaktı. Yırıtlmış pantolonundan bacakları
görünüyordu. Yüzü kararmıştı. Ayakları, elleri, bacakları karamıştı. Sanki ipe
akşamdan asmışlardı. Boynu kırılmış, yüreği durmuştu. Sessizdi. Kasap çengeline
takılmış kuzu kellesi kadar sessizdi. Alim acıyla göğüs geçirdi. O esnada
çıplak ayaklarından biri sallandı. Şaşırdı. Başını çevirip baktı. Dokuz on
yaşlarında bir oğlan çocuğu, elindeki sapanı doğrultmuş, öbür ayağı hedeflemeye
çalışıyordu. Kan beynine sıçradı “ Atma!” diye ünledi. Çocuğun sapanı tutan
elleri aşağıya düştü. Olduğu yerde kalakaldı. Korkuyla, şaşkınlıkla Alim’e
bakıyordu. Sesini yumuşatan Alim; “ taşını başka yere savur. Ona atma…” deyince
çocuk kımıldadı. Başını hayır anlamında sallarken; “Acımaz ki, ölü o..” dedi.
Alim alt dudağını ısırdı. Yutkunmaya çalışırken; “ Acır” dedi. Sonra da
uzaklaşmak üzere arkasını dönerken, çocuk peşi sıra ünledi; “yalancı!..” (36)
“Devrisi sabah ne görsün? Piraye sakız çiğniyor!
Şaşkınlığını üstünden atar atmaz sormuştu: “Nerden buldun o sakızı?” Piraye
yanıt yerine önüne bakmıştı. Sümeyye bu! Öğrenmeden bırakır mıydı? “ Söyle
nereden buldun?” N’olur dövme beni ..kızma” “Ben seni döver miyim hiç? Ama
söyle nereden buldun?” “Osman’ın bezlerini yıkarken çıktı..” Sümeyye’nin
gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “ Ne yani bokundan mı çıkardın?” “hee..” “
Sonra da ağzına attın ha?” Ağzını açmış sakızı gösteriyordu: “ Baak, tertemiz
yaptım…”(106)
“Feyzi kafasını kaldırarak Sümeyye’yi yanına
çağırdı. Kız gelince “ koy başını yere!” dedi. Kurbanlık koyun gibi uzattı
başının sağ yanını. Feyzi usturayı kulak memesinin hizasından tutarak omuz
başına doğru hızla vurdu. İnce bir çizgi şişkinliği ortadan bölmüştü. Usturayı
çekmesiyle kan akmaya başladı. Gözlerini kapatan Sümeyye’nin gıkı çıkmamıştı. “
Olmadı” dedi Feyzi. “İrin daha derinde galiba” bu kez usturayı daha derinden
vurdu. İltihap arıyordu. Kan bu kez oluk gibi fışkırıyordu. “ İrin mirin yok
bunu içinde. Hadi davran işinin başına!” Çekip giderken usturayı, pantolona
silerek temizledi. Sümeyye pantolona bulaşan kanına baktı. Kızın başı sağ omzuna yapışırcasına düşmüştü.
Kol boyunca akan kanlar basma elbisesinin eteklerinde birikimleniyordu. Sümeyye
kana baktıkça başı dönüyor içi geçiyordu. Bir yandan da tütünün dizmeye çalışıyordu.
Mide bulantısı dayanılır gibi değildi. Gündelikçi bir adam bu vahşete daha
fazla dayanamayarak; “ Götürün şu sabiyi yatırın. Ben bu günkü yevmiyemi
almayacağım. Onun hesabına yazın” Sümeyye’yi yatırmadan tütün bastılar
yarasına. Kan tutmuştu çocuğu. Yattığı yerden kusuyordu. Derin karanlık
uçurumlara doğru yuvarlanır gibi sarsılıyordu yattığı yerden çelimsiz başı.
Yüksek ateş içinde, işçileri bıraktığı o yerde günlerce yattı. Hiç kimse
ilgilenmedi. Günün birinde gözlerini açtı. Yattığı yerden kalktı. Kurumuş kana,
kabuk tutmuş kumuş kusmuklara bulaşan başı, Sağ omzuna yapışmıştı. Ne denli
uğraştıysa bir türlü doğrultamadı. Üstelik böyle uğraşırken çok canı yandı.
(109-110)
“Akşama kadar işi bitmiyordu. Çok da titizdi. Kılı
kırk yaran cinsiten. Haftada bir gün sabahtan akşama değin çamaşır yıkardı.
Önce banyo kazanını yakar,kaznın suyu kaynadığında da o dar uzun yere girer,
kapısın kapatır, bütün çamaşırları elinde dört, beş kez çitileyerek yıkardı.
Çamaşır günü diye diğer günlük işleri de işleri de savsaklamazdı. Öğlen ve
akşam bulaşıkları da onundu. Bakır kazan güldür güldür yanardı o daracık,
kapısı kapalı yerde. Öyle ısıtırdı ki orayı, duvarlara el değmezdi. Kâh bağdaş
kurar, kâh dizlerinin üstünde yıkardı onca çamaşırı. Sodalar çivitler,
durulardı sonra da. Eleri patlak patlaktı. Ter sicim gibi akardı sırtından,
yüzünden, saç diplerinden. En çok da sodalı suda eziyet çekerdi elleri.
Çatlayan derilerini yakan sodanın duyumsattığı acı dayanılır gibi değildi.
Suların içinde kalmaktan elleri ayakları şişmiş büyümüştü. Yalınayak silerdi bütün
evi her gün. Balkonu yalınayak akıtır, Banyoyu yalınayak temizlerdi. Ter su
içinde kalan körpecik bedeni, halıları silkelerken kurur, Camları silerken
yeniden ıslanırdı. Gece geç saatlere kadar kuruttuğu çamaşırların ütüsünü büyük
bir özenle yapardı. Kolları düşerdi demirden yapılmış kömür ütüsünü
kullanmaktan. Üç hizmetçinin ancak yapabileceği işleri yapardı gün boyu. Hiç
yüksünmezdi. Çift canlı olduğu için daha bir çökmüştü cılız omuzları. Bütün
gücünü harcadığı gibi öyle berbat bir aşermesi oluyordu ki.. Zişan Hanım
öğürmeleri işittiğinde;
“ Biz de geçirdik bunları. Kudret’e naz yapmaya
kalkma. Hadi işinin başına büyütme o
kadar. Hareket iyi gelir. Kolay doğurursun “ derdi. (181–182)
“Akşam yemeğini yiyen dörtlü oturma odasına
geçtikten sonra Piraye’nin gece yarısına dek sürecek işleri ancak başlıyordu.
Oturma odasından gelen kahkaha seslerini işitirdi arada bir holden geçerken.
Buz gibi salonda ütü yaparken kulağı kirişte, adının ünlenmesini beklerdi; “
Piraye çay demle’, Piraye yemişleri getir! Piraye Çocuğun maması hazır mı?
Piraye sobaya kömür at! Piraye kahve yap!” Piraye’nin gözyaşları aktıkça ütü
sürdüğü çamaşırlar daha bir nemlenirdi.”… Zamansız bastırmıştı Piraye’nin
sancıları. “Ayak ağrısı. Biz de böyle çektik” diyordu Zişan Hanım. Banyoya tepeleme
yığılmış çamaşırlar dururken, doğurmanın sırası mıydı? Gürül gürül yanıyordu
bakır kazan. Piraye iki büklüm sancılar içinde oturmuştu leğenin başına. Zeliha
bağırıyordu oturma odasından; “ Sakın o çamaşırları bitirmeden doğurayım
demeyesin ha!” ( 182–186)
Romanda Milli
Mücadele
“Savaş yıllarıydı… Ekmek dirhem dirhem dağıtılırken
toprak, fersah fersah kaybediliyordu. Savaşa katılmak üzere yola çıkanlardan
tek haber gelmediği gibi, geri dönen de olmuyordu. Kalanları da bulaşıcı
sayrılıklar kırıp geçiriyordu. Fransızlara kucak açan Araplar için Türklerin
kanıyla sulanıyla sulanıyordu çöl. Anadolu’nun kendisinden çok Araplara
harcadığı çabaya, paraya karşın Araplar, Türkleri istemiyordu.” (20)
“1919 Mart… Ayın on dördü. Sisli, soğuk bir sabah.
İngiliz askerleri, Sayıca kendilerinden daha az olan Fransız askerleriyle
birlikte Samsun’un sokaklarını çiğniyorlar. Şehirde Rum ve Ermenilerin
sevincine karşın Türkler suskun. Evlerine çekilmişler, kapıları sıkı sıkıya
kapalı, perdeler örtük. Mutasarrıf Cevdet Bey’in adamları sokak soka dolaşarak
halkı Saathane Meydanı’nda toplanmaya çağırıyorlar. Belediye Başkanı Ali Rıza
Bey, Vilayet Kadısı Nevzat Bey, Yanlarında İngiliz Binbaşı Wilson, Fransız
Üsteğmen Fevre olduğu halde, Cevdet Bey’in halka hitaben yaptığı konuşmayı hep
birlikte dinliyorlar. Bu konuşmada; padişaha karşı ayaklanan ‘çetecilerin,
eşkıyanın’ hain olduğu duyuruluyor. Yabacı güçlerin bu topraklara, azınlık
halkı onlara karşı korumak için geldiği anlatılıyor. Konuşmanın sonunda,
hainleri bildirenlere para ödülü vaat ediliyor. Halk sessizce dağılıyor.” (28)
“Çeteler ile birlikte Milli Mücadeleye katılan
Alişir artık evine geceleri ve gizlice girmektedir. Yine bir gece Silah arkadaşı Sabri ile
birlikte gelmişlerdir. Evde Ağabeyine ve annesine Eşkıyanın hain olduğunun
yayılmasına karşılık ‘gerçekleri’ anlatıyor;
“ Bunlar halkın lafları değil, şehri satanların
lafları. İhanet içindeler. Rum köylükleri silah, cephane deposu olmuş. Büyük
kıyıma hazırlanıyor. Bitecek ama Milli Mücadele buradan başlayacak.”
Sözlerini tam burasında ayağa kalkmıştı. Yerinde
duramıyordu. “… Buradan başlayacak” derken ayağını yere vurmuştu… Gözlerinden
bulutlar çekilmiş, gözbebekleri ışıl ışıldı; “ Selanikli Komutan’ı bekliyoruz.
On, on beş gün içinde buraya gelecek. Paşalarla temas kuracak. Bizim Reisle de…
Sakın ola bu anlattıklarımdan kimsenin haberi olmasın.”
“ Şu dediğin komutan.. Padişahtan izinli mi?”
“ Bu şehri, bu memleketi satanlar padişahtan
izinli. O baş kaldırdı. Bizler onun ardındayız. İstanbul hükümetine itaat
etmiyoruz.” ( 30 )
Yazarın Padişah’ı memleketi satanlar ile aynı
kefede değerlendirmesi tarihi bir romana uygun olmayan ve gerçekçilikten uzak
bir anlatımdır. Yazarımızın bu tezinin gerçekleri yansıtmadığını artık sadece
tarihçilerimiz değil, Bülent Ecevit bile ifade etmekten çekinmemiştir. Bakın
“Küller Altında Yakın Tarih” isimli kitabında Mustafa Armağan bu konuda neler
diyor;
“Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından 15 Mayıs 1919’daki
veda ziyaretinde Sultan Vahdettin’in söylemiş olduğu sözler; “ Bunları unutun”
dedi. “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, paşa!
Devleti kurtarabilirsin.”
Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sında Vahdettin’in ölüm
haberini alan Mustafa Kemal’in ilk sözleri “ Çok namuslu bir adam ölmüştür.” Rauf Orbay anlatıyor; “ Mustafa Kemal, Padişah
tarafından sık fasılalarla ve hemen her Cuma selamlığından sonra kabul
ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediliyordu. Cuma
selamlıkları 16 Mayıs 1919 tarihine kadar devam etmiştir. 15 Mayıs’ta
Vahdettin’le baş başa görüşen Mustafa Kemal, ertesi günde Cumadan sonra padişah
tarafından yeniden kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı.
Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa
Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten
1000 altını makbuz karşılığında teslim etmiştir.” ( daha ayrıntılı okumalar
için Mustafa Armağan’ın Küller Altında Yakın Tarih- Vahdettin’den Mustafa
Kemal’e Unutulan Gerçekler isimli kitabına bakabilirsiniz)
“Ağır bir mütareke sonucu yorgun, yoksul düşen
halkın, silahsızlandırılan ordunun, işgal güçleriyle el ele veren kişiliksiz,
güçsüz yöneticilerin (yine aynı hamasi yorum) oluşturduğu bu kargaşa ve karmaşa
içinde İstanbul’dan üç gün önce yola çıkan Mustafa Kemal’in 19 Mayıs sabahı
Samsun kıyısına demir atan vapurdan karaya çıkışı; halkın dışında kalanların,
yai idarecileri, işgalcileri, Türk ve Rum çetecilerin, birbirlerinden son
derece farklı beklentilerine bir çıkış olarak değerlendiriliyordu.
Mehmet Reis Mustafa Kemal’le havza’da
görüşebilmişti. Mehmet Reis’ten bir miting düzenleyerek halka açıklamalarda
bulunmasını önermişti. Mehmet Reis’in Havza’da yaptığı bu gizli görüşmesinden
haberdar edilen idarecilerle Wilson’un sıkıntısı görülmeye değerdi. Bu herifi
ne pahasına olursa olsun yakalamak zorundaydılar.” (36–37)
“İşgalcilere gelince… Kenti, birbirinden ayrı üç
noktadan denetim altına almışlardı. Bu üç noktadan birisi İnzibat Karakol
Binasıydı ki işgalcileri büyük bir bölümü burada toplanmışlardı. (Bugünün
Orduevi). Kalan ikisinden birisi, güneyde tepe bölgesine düşen kışla, öbürü de
doğu yöresinde bulunan lise binasıydı. (37–38)
Romanda
Samsun
“Annesinin bütün itirazlarına karşın Alişir,
ailesini, toplayabildiğince ev eşyasıyla birlikte, at arabasına yükleyerek
Samsun’a doğru yola çıktığı vakit yıl, 1915’ti. Haftalarca süren yolculuk Rus
donanmasının Samsun’u bombardımana tuttuğu günlerde son bulduğunda Alişir on
üç, Alim on bir, Feyzi dokuz yaşındaydı.
Samsun’un o tarihlerde nüfusu on altı bin
dolaylarındaydı, bunu yedi bini yakını Rumlar,iki bini Ermeniler, kalanını da
Türkler, ve gene bir Türk kolu olan Çerkezler oluşturuyordu. Rumlar; Kırbaç,
Yeni Kırbaç ve Reşadiye semtlerinde, Ermeniler; Hançerlide, Çayıriçi, Kaleiçi,
Cedit, Hacebe ve Meğde semtlerinde ise Çerkezler, Trükler, Rum ve Ermeniler bir
arada yaşamaktaydı. Bu Semtlerin birbirine olan uzaklıkları çok değildi.
Yerleşim daha çok batı yöresine toplanmış olup, güneyini yarım ay biçiminde
kuşatan tepelere doğru kent, hafif bir eğimle yükseliyordu. Doğu yöresi, en
yakın Çarşamba’ya kadar uzanan dümdüz, boş topraklardan oluşuyordu. Köylü, bu
topraklarda mısır, tütün, fındık yetiştiriyordu. Benzer ekip düzeni batı
yöresinde de Bafra’ya kadar uzanmaktaydı. Ancak bu yörenin en önemli ürünü
tütündü. (19,20)
1919 Yılının
Mart ayında Saathane Meydanı
“Saathane Meydanı. Adını meydanın ortasında
yükselen ağaç gövdesine takılı büyük saatten alan meydan. Saatin hemen
karşısında kurulmuş darağaçları. İpleri kaygan. Dolanacak boyunları beklerken
rüzgarda sallanıyorlar. Burada böyle halk, her infazı izlemek zorunda. Çünkü
burası; ‘İbret Meydanı’(28)
“Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra da Samsun,
Trabzon’dan ayrılarak il olduğunda, Trakya’daki Türklerle Anadolu’daki Rumlar,
karşılıklı olarak yer değiştirdikten sonra Samsun’a çok sayıda Türk göçmeni
yerleşti. Göçten önce on altı bin olan kentin nüfusu, bu göçten sonra 30.333’e
ulaştı. (50)
Yıl 1939
Limanın henüz yapılmadığı bu tarihte kır kahveleri,
çay bahçeleri, sahilde yan yana uzanıyordu. Kentli en çok bu güz mevsiminde
inmeyi yeğlerdi sahile. Islak kentin en güzel mevsimiydi çünkü güz. Taze incir
kokardı sokaklar. Üzüm kokardı, nar kokardı. Manolyaların baygın koksu bu
mevsimde daha bir keskinleşir kuş cıvıltıları gün boyu kesintisiz sürerdi.
Bahçelerdeki çardakların altında nakış yapardı genç kızlar. Çeyiz
hazırlarlardı. Yeni gelinler siyah tayyör giyinir, kırımız ruj sürünürlerdi.
Kayınvalideleriyle gezerlerdi mutlaka. Havanın karamasıyla çarşıdaki kepenkler
iner, erkekler evlerine dönerlerdi. Sözün senet, selamın devlet sayıldığı bu
tarihlerde ramazan ayı geldiğinde, oruç tutmayanlar asla bilinmezdi. Nüfusunun
yüzde yirmisini oluşturan gayrimüslimlerle gerek sosyal yaşam, gerekse ticaret,
birbirine kaynaşmış, tam bir uyum içinde sürüp gidiyordu. (129)
Yıl 1945
“O tarihte Samsun esnafında bir kıpırdanış
görünüyordu. İflas eden tüccarların yerini başka tüccarlar alıyor; Subaşı,
Mecidiye ve Saathane Meydanı’nda yeni adlar göze çarpıyordu. Kent nüfusu
36.000’e ulaşmıştı. Nüfus yoğunluğu kentin batı bölgesinde yoğunlaşmış olup
doğu yöresi boydan boya mısır, buğday tarlalarıyla kaplıydı. Kentin tek lisesi
olan 19 Mayıs, Bu tarlaların hemen başlangıcında kurulmuştu.
Güneşli Pazar günlerinde faytonlara doluşan aileler
konvoy halinde Söğütlü Bahçe’ye akın ederlerdi. İki gün öncesinden hazırlanırdı
yiyecekler. Bir gece öncesinden de sepetlere yerleştirilirdi. Yağmur kaygısıyla
gezi heyecanı iç içe yaşanırdı. Çocuklar için serüven, büyükler için sevinç,
birbirine gönül düşürmüş gençler için ayrı mutluluk taşırdı bu gezinti.
Samsun halkının en önemli özelliklerinden biri
giyime kuşama düşkünlüğüydü. Genç kızlar, vistara adı verilen yumuşak keten elbiselerin
üstüne dekor alırlardı. Dekor günümüzdeki tüniğin o zamanki adıydı. Uzun kollu,
kalçaları örten tek düğmeli ayrı bir giysiydi bu. Tek düğme kapatılmadı…
Yıl 1950…
Karadeniz’in kurşun rengi suyu, gökyüzü ile aynı
renk. Güneyini kuşatan dağların tepelerini yağmur bulutları, kara duvak gibi
örtmüş. Duraksız yağışlar başladı başlayacak. Yağışlar kara dönüşebilirse
ortalık aydınlanacak bir parça. Gök gürültüsü kesilecek. Yağmurun sesi karın sessizliğine bırakacak
yerini. Aylar boyunca şimşeklerin yayacağı elektrik bir parça yatışacak, sert
bakışlar yumuşayacak. Denizin iri hırçın dalgaları biraz daha ufalıp,
uysallaşacak.
O yıl tüccar sayısı oldukça çoğalmış. Özellikle
tütün işi büyük bir tırmanış göstererek, ticaret ticaret yaşamında ilk sıraya yerleşmiş
görünüyor. İkinci sırada tekstil ürünlerin toptancıları göze çarpıyor.
Zahireciler Saathane meydanı’nı tutarken Subaşı, zanaatçıların elinde. Ünlü
bakırcılar yokuşu, torna tezgâhları, ayakkabı yapımcıları, terziler, eczacılar,
organcılar, doktor muayenehaneleri gene aynı yerde. Kereste piyasasına batı
Trakya ve Yugoslavya’dan gelen göçmenler hakim durumda. Saathane Meydanı’nın
denize dik uzanan sokaklarında kuyumcular bulunuyor. Şehir o günlerde ilçe ve
köylerin akımından uzaktır. Ekonomik gücün arttığı sosyal yapıdaki ayrım
oldukça belirgin. Şehir kulübü üye seçiminde oldukça titiz davranmakta,
zanaatçıdan üye kabul etmemektedir. Bu kulübün kuruluş tarihi yeni değildir.
(200)
Yıl 1953
“1953 yılının sonlarına doğru Samsun, ticaret
yaşamında zincirleme iflaslara sahne oluyordu. İlk iflas haberi kentin yerlisi
olarak bilinene Sabuncular’dan gelmişti. Bunu sırayla Rize kökenli armatör
Kalkavanlar izliyordu. Gene kentin yerlisi olan, koyun ticaretiyle uğraşan
koyuncular, aynı şekilde deve ticaretiyle uğraşan Deveciler, Şahinzadeler,
zücaciye tüccarlığı yapan Hamamiler, tuhafiye tüccarı Üçkardeşler, Lazzadeler
ve Kani Tulas, ticaret sahnesinden art arda çekilmeye başlıyorlardı.
Bu arada Deveci’lerin kumar zaafı, Koyuncu’ların
kadınlara düşkünlüğü gibi dedikodular kentte, kulaktan kulağa yayılarak
iflaslara neden olarak gösterilse de söylentiden öteye geçmiyordu. Gerçek olan
bir şey vardı ki, Şehir Kulübü’nde her gece dönen kumarda orta ölçekli esnafın
sapır sapır dökülmesiydi.
Samsun böylesi zincirleme iflasları ikinci kez
tanık oluyordu. İlki 1926’da yalnızca tütün piyasasında yaşanmıştı. Bu iflaslar
donucu tüccardan dokuz tanesinin, çok kısa bir zaman içinde ard arda kalp krizi
geçirerek ölmelerini kent halkı hala unutmamıştı. Bozguna uğrayan ticaret
sahnesinden silinene ailelerin, kenti boşaltarak “ taşının toprağının altın”
olduğu o büyük kente akımları sonucu, onlardan boşalan yerleri çevre ilçe ve
köylerden gelen doldurmaya başlamışlardı. Böylelikle Samsun, küçümsenmeyecek
boyuttaki göçe tanık olmaya başlıyordu gene aynı yıllarda.
Dağılan
büyük tüccarın göçünü orta sınıfı oluşturan zanaatçılarla, küçük esnaf izlemeye
başlamıştı. Kimisi eğitime gönderdikleri çocuklarının ardına takılıp gidiyordu.
Kimisi de daha varsıllaşmak umuduyla çıkıyordu yola. İlçe ve köylerden yok
pahasına almaya başlamışlardı onların bıraktıkları iş yerlerini, görkemli
evlerini, topraklarını. Böylece el değiştiriyordu ticaret, huy değiştiriyordu
ıslak şehir..usul usul.. Sinisice.” (207)
Yıl1960
Elli dörtte temeli atılan deniz limanı hizmete
açılmıştı. Ayrıca elli yedide yapılan hava limanının yanı sıra Samsun’u Ankara,
Trabzon ve Sinop illerine bağlayan karayolu çalışmaları tamamlanmıştı. Mayıs
Devrimi’nin hemen sonrası… Kent halkının çoğunluğu suskun, kinli, öfkeli.
Devrim, bu çoğunluğun üstünde adeta şok etkisi yaratmış. Azınlığı oluşturan
devrim yanlılarının canlı kıpırdanışları, Halk Partisi binasında geceli
gündüzlü çaldırılan davul sesleri de olmasa, dışarıdan gelen biri kentin
boşaltıldığını düşünebilir. Sokaklarda asker dolu cemseler dolaşırken, üç
kişinin bir arada dolaşması yasaklanmıştı. Yıllar öncesine dayanan bu iki parti
çekişmesi devrimlerle birlikte büsbütün hal almış. Halk haber bültenlerini,
radyolarının içine girmişçesine diliyor. Tutuklanmaları duyuran her anonsta
çoğunluğun sinirleri yay gibi geriliyor. (230)
Yıl 1961, Güz
“Kentin doğu yöresini kaplayan mısır tarlalarındaki
son ürün toplandıktan sonra, ekim durdurulmuştu; toprak parsellenerek, yerleşim
alanını bu bölgeye yaymak amacıyla satışa çıkarılmıştı. Nüfusu elli bine ulaşan
kent batıdan doğuya genişliyordu. Söğütlü Bahçe’ye yapılan pazar gezintileri
bitmiş, onu yerini inşaatlar almıştı. O günlerde kent halkı öğlen haberlerinde,
eski Maliye ve Dışişleri Bakanlarına verilen kararının infaz edildiğini
öğrendi.” (236)
Yıl 1986
Doğu ve batı yöresiyle birleşen kent, güneyde
tepelerin eteklerine değin yerleşimini yayılmış durumdan. Geçmişe dair tek iz
yaşamıyor artık. Bütün semtler, mahalleler alt üst olmuş. Bahçeler bozulmuş, deniz
suyu zehirlenmiş, balıklar azalmış… Çoğalan binalar, inşaatlar, insanlar,
araçlar,sesler..Uğultu, gürültü.. ‘Yalnız alıp verilir bir selam’da kalmamış… Kentin
yerli aile sayısı bir elin parmaklarını ya bulur ya da bulmaz. Eski yağmurlar
da yok artık. Eski dondurucu kara kışlarda… Deniz, doldurula doldurula
kentliden olabildiğince uzaklaşmış. Samsun sırtını denize dönüp oturan bir
insan gibi.. Küskün, bağrı toz duman, gözü sisli.”
06 Ekim 2013
/Recep YAZGAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder