19 Nisan 2013 Cuma

Kuzeyde Bir Şehrin Hikâyesi

 “O güzel insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler… !

           
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapımı bad-ı sabadan gayrı”

Her şehir geçmiş ve bu günüyle ayrı bir hikâyedir. Geçmiş zamanı anlamak ve duymak için sessizlik gerekir. O sesi duymayı başarabilirseniz her şehrin kendine has dokusunu, ruhunu hissedebilirsiniz. Bu ses, duymak isterseniz ancak size ulaşır yoksa zamanla iyice kısılır ve kaybolur. İnsanlar şehrin, şehirlerde insanların dünyasına dokunamadan öylece birbirlerinin yanından geçip giderler. Geçmiş zaman olur ki iki yabancı olup çıkarsınız.

   Her şehrin kendine ait bir ruhu olduğuna inanıyorum. Bu ruhu yaşatan, bir musiki, bir renk, bir taş yapı olabilir. Bu değerler geçmişimizle aramızda bağ kuran köprülerdir. Gelişen, değişen dünyaya karşı unutulmuşluğuyla kaderlerine terk ediverdiğimiz, kentlerin orta yerinde fark edilmeyi bekleyen, derin ıssızlıkta yaşayan mekânlar. Bu mekânlardan biri de Bedestenler! Şehir içinde ufak şehircikler. Şehrin tam da orta yerinde bir o kadar kuytu köşede kalan şehircikler. Körebe oyununda hep onlara saklanmak düşmüş. Bu nedenle midir bilinmez küçülmüşler birer beden.

   1975 yılı yapımı ”Bir Araya Gelemeyiz” filminin bir sahnesinde Orhan Gencebay, Ziya Gökalp Caddesinde yürürken Bedestenin içinden çekilen tek kare sahne ve filmin ismi, nasılda anlatır, yüzlerce yıllık tarihimizle aramızdaki kopukluğu. Oysa geçmiş, katre kaya tuzu gibidir kolay kolay erimez.

    Geçmiş zamana ziyaret beni heyecanlandırıyor. Kendimi kentin beton yığını soğuk sokaklarına atıyorum. Her adımda kentin utancı, ağzı insanı yutacakmış hissi veren koca koca loğar kapaklarıyla göz göze geliyorum. Kentin havasında kimliksiz kötü kokular. Boğuluyorum. Nefes alamadığımı hissediyorum. Yaşadığım şehri keşfetmek onun ruhuna dokunmak niyetindeyim. Islak kentte hava yine gri. Yağmur çise çise omuzlarımdan dökülüyor. Ben hızlı adımlarla beni kentin arka bahçelerinde gezdirecek dostlarımla buluşma telaşındayım. Yağmuru hissetmiyorum bile.

İ.Ö.VIII. yüz yılda Milet Göçmenleri tarafından kurulmuş 1869 yangınında küle dönmüş “Kara Samsun “un sokaklarında bir yanımda Lefkıyadis Hristaki Zevcesi Eleni diğer yanımda Hazinedarzade Süleyman Paşanın zevcesi Keriman Hanım. Geçmişe ziyaretimde beni yalnız bırakmıyorlar.

Mimar Briyo’nun, şehri birbirine dik kesen cadde ve sokaklara neden böldüğünü anlıyorum şimdi. Her sokak başından, kuzeye doğru baktığınızda hırçın Karadeniz limanındaki Ceneviz bayraklı gemileri, yolcu iskelesinde bekleşen Diyarbakır, Harput, Sivas’tan gelen, Bağdat’a gidecek insanları aynı anda görebilmek ayrı bir heyecan veriyor insana. Açıkta demirlemiş gemilerden yükler, kayıklarla kıyıya taşınıyor. Şimendifer İskelesinde yolcular, Gümrük İskelesinde tütün, kendir ve İstanbul’a gönderilmek üzere sıralanmış nar rengi armut turşularının fıçıları dizilmiş sıra sıra. Nar rengi olduğunu gördüğümden değil Eleni Hanım anlatıyor. Bir gün Uğrarsam ikram sözünü de alıyorum hanilaf arasında.

Bağların, bahçelerin içinde yapılmış kırmızı kiremitli kimi tek, kimi iki katlı ahşap evlerin arasında ilerliyoruz. Gözüm kırmızı kiremitli evlerin cihannüması üzerine yuva yapmış leyleklere takılıyor. Kırık bir tebessüm kaplıyor yüzümü. Sahile doğru ilerliyoruz. Amacımız Bedesteni talan etme fikriyatı. Eleni Hanım yeni ipek kumaşlar gelmiş Bağdat’tan diye anlatmaya başlıyor. Hoş kadın, sevdim sohbetini. Ben, kırık ayrıntı, kaçırmama telaşında pür dikkat kesilmiş inceliyorum etrafı. Uzaklardan çok da uzak sayılmayacak bir yakınlıktan kara kara dumanlar yükselmeye başlıyor aniden. Telaşla yanımdakilere göstermeye çalışıyorum. Şöyle bir bakıp, korkma “her şer bir hayır barındırır içinde” diyorlar. Şimdi anlıyorum söylenmek isteneni, Yangından sonra yeniden inşa ediliyor Samsun. Zaman yanılsaması yapıyorum sanılsa da yoktur hikayatta zamana kölelik!  Süleyman Paşa medresesi ateş topu oluveriyor bir anda. Elimi çantama atıyorum telefon etsen dakkasında söner bu yangın,  bir şehri yutacak gibi değil diyorum. Koca şehri, Kara Samsun a dönüştürmeye yetmez gücü. Keriman hanım gülümsüyor telaşıma, Hazinedarzade Süleyman Paşa hayratından yanan evler, medrese, cami ve bedesten için 86.895 kuruşluk bir bedel ayrıldı. Tamiratı bitti çoktan diyor. Yüzüne şaşkınlıktan irileşmiş gözlerimi çeviriyorum. Yangın diyorum şimdi başlamıştı. Başımı tekrar çevirdiğimde Canik Sancağıyla göz göze geliyorum! Zamanda yolculuğa ilk kez çıkmışım vardır bir hikmeti diyorum. Unutuyorum yangını. Keriman Hanımın zarif üslubuna takılıyorum. Benim bey yaptırdı diyemiyor da kırk dereden kırk kelimeyle anlatıyor maruzatını. Nasıl bir incelik ve mütevazılıktir. Şaşırıyorum. Birden aklıma bedel geliyor. Kuruşluk bedel. Gülümsüyorum. Yokuş aşağı kaptırmış yürüyoruz. Eleni bizim taş kaldırıma çarpıyor ökçesini, omzuna kılıfsız insanlar çarpıyor. Kaldırım taşları arasından ruhsuz insan kahkahaları yayılıyor etrafa. Yaşadığım kaybolmuş şehrin sokaklarında insana ve insanlığa dair bir şeyler göstermek istiyorum bende onlara. Her köşeden fışkıran yalancı kahkahalar avuçluyor görüntüleri. Pandoranın kutusu saçılıveriyor etrafa. Utanıyorum. Düşüncelerimden, yanımızdan geçen omzuna boyunduruklu çatallarının ucuna yoğurt bakraçlarını asmış yoğurtçunun sesiyle ayrılıyorum. Sokak aralarında çocuklar üçtaşın peşinde. Bizim mahallenin başında ise üçkâğıt oynuyor yüzleri karanlık koca adamlar. Eleni biraz sahile insek diyor. Kabul ediyoruz hiç itirazsız. Sol yanımızda akan Mert Irmağının tahta köprüsü üzerinde birer ikişer insan silueti sakin sakin karşıya geçiyor. Irmağın kenarında ateşe oturtulmuş kara kazanlar, ellerinde tokaçlarla kadınlar insansız esvapları dövmede. Gördüklerim içimi ısıtıyor.

   Bu şehrin hiç sevemediğim yokuşlarını bir tek bayır aşağı inerken seviyorum. Kendimizi liman sahilinde buluveriyoruz. Yıkık dökük bir iskele önünde çırpınan Karadeniz. Değişmeyen tek gerçeği yakalamak beni mutlu ediyor. Keza, Kara Deniz hala çırpınıyor. Liman işçileri dayamışlar küfelerine sırtlarını moladalar belli. Kıyıda bekleşen birbirine karışmış “Gavur Samsun”,”Müslüman Samsun “ahalisi. Deniz havası iyi geliyor. Bir süre soluklanıp yolcu yoluna deyip koyuluyoruz Bedesten öte.

  Sahilden yukarı bakınca Moltenin sözleri geçiyor aklımdan :”Şehrin görünüşü pek hoş” geliyor benimde gözüme. Sahilde kabartmalı cumbalarıyla Türk Konakları, birkaç taş camiinin minaresi, topu topu iki bin nüfuslu küçük bir kasaba havası. Şehri çepeçevre saran dağlar yemyeşil zeytin ağaçlarıyla kaplı. Dağların zirvesinde Rum köyleri. Etrafımızda sazlık ve bataklıklar. Eleni sıtmadan yakınıyor. Dağları gösteriyor sonra. Bu şehirde ne zaman yağmur yağsa dağlarından misk ve amber kokusu yayılır havaya diyor. Aklıma açık loğar kapakları geliyor. Yüzündeki huzuru kıskanıyorum.

  Biz Bedestene yaklaştıkça doğudan, sonu ufukta kaybolan yüz yıllık ıssız yollardan, on katar bir deve kervanının çıngırak seslerini işitiyoruz. Dövme demir sandıklarda kırk yama hatıraları taşıyorlar. Keriman hanım deve yürüyüşü ile dokuz saat sonra anca erişirler şehre diyor. Anlamış gibi yapıyorum. Anlatıyor bir yandan da bu gününü bildiğim, Bedestenin bilmediğim geçmiş zaman sırlarını. Sohbet koyu olunca anlamıyoruz Bedestenin kapısına nasıl eriştiğimizi.

    İçimden “Aç kapıyı bezirgân başı” tekerlemesi geçiyor. İlahi ben kapı zaten açık. Çarşının tepesi kapalı, küçücük pencerelerinden ışık sızıyor içeri. Şimdi de ise başörtüsü kayıp, kurşun kaplı kubbeleri zamana yenik düşmüş görünen, yerinde yeller esmede. Bedestenin yorgun duvarlarına dayalı, birbirine omuz vererek ayakta durmaya çalışan küçük, ışıksız, kağirden beşik tonozlarla örtülü dükkânlara giriyoruz. Benim bir gözüm dar sokakta. Gözlerim tanıdık yüzleri arıyor. Çakmakçı Necati, Saatçi Ali Dede, ayakkabı Doktoru Yaşar, namı diğer Yaşarver, Terzi Cemal, dertlere şifa sülükleriyle meşhur Murat Abi… Bedestanı Yeşilcama çeviren, çarşının Türkan Şoray’ının yankılanan sesi geliyor derinden kulaklarıma. Rahatlıyorum. Karşıdan kollarını açarak gelen Mustafa’yı görüyorum bir anda. Yanıma yaklaşıp “Hazineyi arıyorsan burada değil “deyip kayboluveriyor. Dükkânlardan birinin duvarında gözüme, Osmanlı harfleriyle yazılmış “Altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor” sözü ilişiyor. Düşünmeye fırsat kalmadan Eleni elinde üzeri motiflerle işlenmiş bir gülübdanlıkla yaklaşıyor yanıma. Hayranlıkla bakıyorum. Sözü unutuyorum o anlık. Havadaki ıtriyatların kokusundan genzimin yandığını hissediyorum. Meslek ehilleri iş başında. Koyun saatleri, buhurdanlıklar, körüklü fenerler, kamış kalemler, ipek kumaşlar, geçmiş zamanlarımızın yaşam mezatları karşımda sıralanıyor. Benim, senin, dünümüz, dünümüzden öncemiz. Geçmişimizin sahibi eşyalar, yaşanmışlıklara tek tek dokunuyorum. Elimle değil ruhumla dokunuyorum. Daracık bir sokakta, iki yanı, hepsi yirmi bir dükkândan oluşan çarşının, nemli duvarlarının geçmiş zaman kokan bedenleri arasında dolaşırken Ağa Camiinden öğle ezanının upuzun kolları ruhumuza kadar uzanıyor. Bu muazzam çarşıda Haceganlar ulvi bir ritmle dükkânlarını öylecene bırakıp gidiyorlar. Fransız Müellif Motray’ın sözünü anımsıyorum:”Bedestende hiçbir zaman tek meteliği kaybolmazdı kimsenin”.Gözlerim dalıyor yaşadığım zamanın geldiği noktaya. Keriman Hanım anlamış olacak kırıklığımı,”Biz iyi insanlardık diyor. Evlerimizin başına leylekler yuva yaparlardı, köylerde merkeplerimiz dahi iki gün izinliydi bizim ve biz sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alıp göğe uçuran bir millettik.”Türklerin doğrularına hayran kalmak “diye bir deyim vardı bir zamanlar. Hiç duymadım diyorum fısıltıyla. Oda benim cahilliğim olsun. Af buyrun.

  Allah’ın ışık bahçeleri yanana kadar kalıyoruz çarşıda. On iki muhafız, Nanpareci ve küçük Ağa kemerli kapıda görünüyor. Sahipsiz mallar Beytü’l-mal’e aktarılıyor. Akşam duacısı duasını bitirince aminliyoruz hep beraber. Muhafızlar el tetikde, kulak tıkırtıda günün ilk ışıklarına kadar nöbete başlıyor. Eleni Hanım, Keriman Hanım ve ben Bedestenin inşa kitabesi kayıp batı kapısında vedalaşırken dokuz deve yürüşüyle kervan çarşıya ulaşıyor. İçimden “doğdular, güzel yaşadılar ve öldüler”diye geçiriyorum bu güzel insanların ardı sıra bakarken. Bedestenin kapısındaki taşlar, yerlerinden fırlayıp gelip geçen insanların kafasına vurmak istiyor gibi hissediyorum bir an. Kentin renkleri uçuk, kokuları bozulmuş caddesine yönelirken “Altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor “sözünün anlamını çözmeye koyuluyorum. Islak kentte hava yine ıslak yine gri. Sorunun cevabını beklediğinizi biliyorum…

El-cevap ben de bilmiyorum!

19 Nisan 2013
/Hülya BULUT

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder