19 Haziran 2014 Perşembe

Orta Asya'da bir Anadolu kızı


Türk bildiğimizle Türkçe konuşamıyor. Milli içkimizi Anadolu`da içemiyorduk. İlkokula başladığım yıllarda babamın aldığı renkli dünya atlası, geleceğimi şekillendirecek ve saatlerce bakmaktan yorulup uyuduğum, kıta ve ülkelerin ne isimlerini ne de fiziki durumlarını hiç unutmamıştım. Çoğu iş gezisi olmak üzere 5 kıtada 30`u aşkın ülkeyi gezmiştim ve sıra artık orta Asya`ya gelmişti. İki arkadaşımı da oraya gitmek için ikna etmiştim. Arkadaşlarımdan biri Samsun`da konfeksiyoncu diğeri ise halen Samsun CHP Milletvekilliği yapan İhsan Kalkavan`dı. 5 saatlik bir uçuşun ardından Taşkent`teydik. Havaalanı çok güzel değildi. Ama şehir umduğumdan çok güzeldi. Çok geniş bulvarlar, yemyeşil ağaçlarla dolu parklar ve metro yaşamı kolaylaştıran izler taşıyordu.

Ben orta Asya`yı çok farklı bulacağımı düşünürken sanki bir Avrupa şehrine gittiğimi hissettim. Ruslar şehirciliği çok iyi biliyorlardı. Tüm Rus şehirlerinde asla trafik sorunu yaşanmazdı. Caddeler o kadar genişti ki Türkiye`de olsa caddeyi ikiye böler ortasına bir sıra daha evler yaparlardı. Taşkent`teki Sheraton Otelinde rezervasyonumuzu çok önce yaptırmıştık. Aslında Özbekistan`la ilgili bir gezi programı da yapmamıştık. Her şey ezbere ve kendiliğinden gelişecekti. Resepsiyondaki güler yüzlü genç hanıma otele giriş işlemlerini yapması için pasaportlarımızı uzatmıştık.

Tam bir Anadolu Türkçesiyle hoş geldiniz dedi. Türkçe karşılanmak hoşumuza gitmiş aramızda konuşuyorduk. “Bak Türkleri görüyor musun kızlar bile artık yurt dışında iş bulup çalışıyor. Her ülkede karşımıza çıkıyorlar.” deyip gururlanıyorduk. “Aslen bende Türkiyeliyim ama Türk değilim.” dedi. Resepsiyon yoğundu bir ara anlatırım diyerek giriş işlemlerimizi yaptı. Yorulmuştuk odalarımıza hareket ettik. Sabah kalkmış kahvaltımızı yapmıştık. Taşkent`i daha iyi tanımak için yaya geziyorduk. Şehirdeki tarihi yerleri bulmak çok zor olmadı. En ilgimi çeken yerlerden biri de Alay Pazarıydı. İnanılmaz derecede büyük bu alışveriş yerinde her şey vardı. Bu kadar bolluk olan yer dünyada hiç görmedim.
Yaş ve kurutulmuş meyveler, sebzeler, baharatlar ve belki de tüm Özbekistan`a turşuyu sevdirip satan ve sadece turşuculukla geçinen Korelilerin yaptığı lezzetli turşular. Pazar yerinde hazır yiyeceklerde vardı. Özbek pilavı ve şaşlık kebabı her yerde olduğu gibi Alay Pazarında da yerini almıştı.

Akşama yakın otele dönmüştük. Otelde bu koşuşturma yoktu bizi hoş geldiniz diye gülümseyerek karşılayan kız uzaktan yine tebessüm etmiş ancak lobide oturduğumuzda yanımıza gelmiştik. Belli ki kendini tanıtacaktı, adım Desponia dedi. Akşam olmuş çok yeri de gezmiştik Desponia ile sohbet etmeye çok vaktimiz vardı. Az sonra bildiği her şeyi anlatacaktı.

1923`te mübadele kararı çıkmış, Fatsa`nın köylerinden Yunanistan`a gönderilmişlerdi. Fatsa o dönemler Samsun`a bağlıydı. Öyleyse Desponia benim hemşerimdi. Ne gariptir Türk bildiğimiz Özbeklerle tek bir kelimede bile anlaşamıyor, gavur diye yollarımızı ayırdığımız bir Rum kızıyla ne güzel Türkçe sohbet ediyorduk. Hem de Türkiye`den binlerce kilometre uzakta. Garip tesadüflerden biri de Türkler Orta Asya`dan Anadolu`ya gelmişlerdi. Bu Rum kızının ne işi vardı. Orta Asya`nın göbeğindeki Taşkent`te anlatmaya devam ediyordu...

Sıkıntılı bir süreçte yaşamışlar. Yeni ülkelerine çok zor alışıyorlardı. 1944-1948 yılları arasında Yunanistan`da iç savaş çıkmış. Kardeş, kardeşi öldürür hale gelmiş. Millet canından bezmiş. Çünkü mübadeleden sonra sadece 20 yıl geçmiş Anadolu Rumları bir türlü rahat yüzü görmemişti. İç savaşın en yoğun olduğu yerler Kuzey Yunanistan`dı ve orada genellikle Anadolu Rumları iskan edilmişti.

1948`te savaş neredeyse bitmiş küçük çaplıda olsa çatışmalar 1950 yılına kadar sürmüş, komünistler yenilmişti. Bu arada 30 Bin civarında komünist gerilla Rusya`ya sığınmıştı. Rus yönetimi de onları Özbekistan`a yollamış orada iskan etmişti. Desponia`nın anne ve babası Taşkent`te tanışıp evlenmiş iki solcu gerillaydı. Bu evlilikten bizimle sohbet eden Desponia doğmuştu. Artık çoğu Yunanistan`a gitti ama ben burada okudum büyüdüm. Alıştım buraya bundan sonraki yaşamımı da burada sürdüreceğim diyordu. Bize mutlaka Semerkant`a gitmemizi de önermişti.

Dediğini dinledik ve tutuğumuz taksiyle bir günlüğüne Semerkant`a gidip orayı da gezmiştik. İyi ki onu dinlemiş Timur`un başkentine gitmiştik. Çok tarihi bir şehirdi. Otelde akşamları Desponia ile sohbet etmek bir alışkanlık gibi olmuştu. Küçük tavsiyeleri gezimize renk katıyordu. Pazar günü boş olduğunu istersek kımız içebileceğimiz bir yere götürebileceğini söyledi.

Pazar günü dediği gibi bir köye gitmiş, bakır taslarda ayran gibi sunulan kımızları içmiştik. At sütünden yapılan içindeki alkol oranı yüzde 2 civarında olan içki Türklerin milli içkisiydi. İkram edense bir Rum kızı ne tuhaf bir durumdu ne garip tesadüfler yaşıyorduk. Türk bildiğimizle Türkçe konuşamıyor. Milli içkimizi Anadolu`da içemiyorduk. Desponia mı bize yakındı. Yoksa Özbekler mi?
Eğer Özbekler bize yakınsa neden onlarla aynı samimiyeti kuramıyor, dost olamıyorduk. Anlaşılan bu hiç bilinmeyenli denklemi hiç çözemeyecektim. Bazen en kestirme yol kader kelimesi kullanmaktı. Kaderde ne varsa olur.

/Recep Yılmaz
19.06.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder