5 Temmuz 2011 Salı

Kim Nerenin Sahibi?

Kentler; toplu yaşam arenalarıdır. Gerek tarihi bir geçmişe dayalı olarak yaşayan, gerekse çoğalan insan kümelerinin mekân tuttukları yerlerde biriken insanların belirli standartlarla yaşadıkları yerlerdir Kentler. İnsanlar birlikte yaşamak zorunda oldukları mekânların her türlü kullanımlarını belirli normlara kanunlara bağlamaları belirli mecburiyetlerden sonra vuku bulmuştur. Ancak, genelde insan anatomisi kişiden kişiye türlü çeşitli değişkenlikler gösterdiği için her kesin kabul ve olabilirlik ölçüsü de aynı olmamaktadır. Toplumun büyük bir kesimi, mer’i kuralları bir mecburiyet, gereklilik ve şart olarak kabul etseler bile küçük bir azınlık zaman zaman yasakları bir köşesinden delmek ve başkaldırmak gibi direnç temayüllerini adeta hak gibi algılamaktadırlar.

Kent yaşamının ilk müdavimleri, tarihi bir nesep olgusu içinde kuşaktan kuşağa devam eden bir yaşantının ilk sınıfıdır.  Ataları o coğrafyayı mekân tuttukları için, onlardan türeyen alt nesil o iklime o bölgeye adeta raptolmuşlardır. Yaşamsal zorunluluk içindebir diğer bölge ve yerleşime göç etseler dahi, Onların Sivaslılığı, Sinopluluğu, Trabzonluluğu yakalarından düşmemekte hatta gurur vesilesi bile olmaktadır. Zaman zaman bulundukları bölge özelliklerine ilaveten kendi örflerini oraya taşımak sanki yaşamsal bir kural gibi algılanmaktadır. Büyük Metropollerde bir Kiğı, bir Zara, bir Alucra, bir Çemişkezek yaşatmak işte bu direnişin bir neticesi gibi de düşünülebilir.

Kırsaldan göç ederek, şehrin belirli bölümlerinde yoğunlaşan, kendi komşuluk ünitelerini kurarak kendi bakkalından alışveriş eden, kendi hemşeri zanaatkârını evinin ihtiyaçlarına çağıran yeni şehirli çoğu zaman da kent merkezinin kullanımlarında sıkıntı yaşamaktadır.

Bir bölgede büyük tüccar kesimi kadar küçük ticaret yapanlar da, kentin alışveriş yaptıkları ada ve bölgesinin hâkimiyetini de ellerine geçirmektedirler. Bir kafe, bir restoran masa ve sandalyesini kaldırıma atarak müşteri kabul etmekten zevk alır duruma gelmiş olduğu gibi, bir hırdavatçı, bir manav, bir elektrikçi de malının teşhirini ve satışını kaldırımda yapmaktan hiç mi hiç gocunmamaktadır. Kentin her bölgesini birilerinin pervasızca kullanması maharet sayılmaktadır adeta. İnsanlar, kentin hangi bölgesinin kime ait olduğunu bilememektedirler artık. Kaldırım kime aittir, kimin kullanımına tahsislidir, yol yayanın mıdır, taşıtın mıdır? Seyyar arabası tam da köşe başında araçların dönüş yaptığı noktada, satış yapmakta haklı mıdır? İki tekeri kaldırımda, iki tekeri yolda olan araç nizami mi durmaktadır, buranın sahibi kimdir kim denetleyecektir? Her davranışa, bir ceza sistemi mi yoksa başka bir yaptırım mı gereklidir?

  Yolların ve kaldırımların kullanımı, kullanıcılarının kendi kurallarıyla yavaş yavaş meşrulaşırken şimdide koca meydanlar dahi kişilerin hegemonyalarına yenik düşmektedirler. Şehrimizde bile toptan ticaretin ağırlıklı olarak yapıldığı Saathane Meydanı, yaya kullanımından ziyade araç park yeri olarak parsellenmişken hemen yüz adım ötesindeki Buğday Pazarı Meydanının durumu daha da vahimdir. Son derece yoğun bir araç parkı koca meydana hâkim olmuştur ki, Yüzüncü yıl Bulvarından başka Doğu Batı bağlantısını yapacak başkaca bir arter olmadığı için bu bölgeden geçenler, İskele Caddesini bin güçlükle aşabilmektedirler. Allah muhafaza, sakat, alil, yaşlı bir kişi bu bölgeden yalnız ve refakat edeni olmaksızın geçmeye kalkarsa yeni bir sakatlık haline tekrar maruz kalması işten değildir. Yaya yürürken, koskocaman otobüsleriensenizin dibinde ve standartı olmayan kaldırımların hemen sıfırında görebilirsiniz.

Kastettiğimiz her an elinde ceza tutanağı olan bir görevliyle yaşamak değildir. Bazı zorunlulukları kendi kent yaşantımızı kolaylaştırmak adına, toplum adına kendimiz belirlemeliyiz. Bana, kendi polisimiz kendi vicdanımız olursa yaşam daha da kolaylaşır gibi geliyor.

İyi haftalar.
05.07.2011
/Sacit ACAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder