Türkiye’de hızlı kentleşmeden
kaynaklanan çok önemli bir şehircilik problemimiz var. Batı ülkelerinde Sanayi
Devrimi’yle birlikte kentlerde endüstrinin gelişmesi ve artan işgücü talebine
bağlı olarak kırdan yavaş yavaş çekilen nüfus kayda değer bir sorun
oluşturmazken bizde böyle olmadı. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere,
şehirlerimiz sanayiden ziyade hizmet sektörünün ihtiyacı ve altyapı inşaa
faaliyetleriyle kırdan nüfus çekmeye başlamıştır.
Özellikle 1950’li yıllardan itibaren
kırdan kente yoğun göç dalgası ile karşı karşıya kalan şehirlerimiz hızlı ve
plansız büyümüşler, üretilen konut miktarı gelenlerin taleplerini
karşılayamayınca büyük şehirlerimiz kısa zamanda gecekondularla çevrilmiştir.
Yıllar geçmiş konut sorunu çözülememiş, fakat şehirleri kuşatan gecekondular
imar aflarıyla yasal hale getirilmiştir.
Her imar affı kaçak yapılaşmayı
körüklemiş, plansız kentleşme ve gecekondulaşma altyapısı olmayan yüksek
binaları teşvik etmiş, ardarda gelen depremler bu sağlıksız kentleşmeyi
yüzümüze çarpsa da, nihayet birkaç gün önce İstanbul Kartal’daki binanın çöküşünde
olduğu gibi ders almak mümkün olmamıştır.
İşte tam bu süreçte Cumhurbaşkanımızın
geçen yıl verdiği beyanatın devamı olarak
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da Kentsel Dönüşüm Strateji
Belgesi doğrultusunda bir açıklama yapmış ve bundan böyle Türkiye kentlerinin
dikey değil, yatay büyüyeceğini belirtmiştir.
Peki bu mümkün mü? Hadi tartışalım…
Türkiye'nin arazi varlığı yatay
mimariye uygun değildir. Türkiye’deki şehirlerin büyük kısmı (neredeyse tamamı)
tarımdan geçiş yapmıştır. Yani önce köy, sonra kasaba, sonra şehir olmuştur.
Seydişehir, Aliağa gibi istisnalar hariç doğrudan sanayi kurulduktan sonra
gelişen şehir sayısı çok azdır, bunlara belki birkaç tane de maden şehri
eklenebilir. Geri kalanlar tarımsal üretim, sonra pazar, sonra şehir haline
gelmiştir. Bu nedenle hemen yakınımızdaki Bafra ve Çarşamba örneğinden
hareketle Adana, Konya, Manisa, Eskişehir, Adapazarı, Düzce, Bolu, Salihli,
Turgutlu ve daha nice şehirlerimiz ovaların merkezinde kurulmuş ve tarımsal
verimliliği yüksek topraklar üzerinde genişlemiştir.
Bu tespitler doğrultusunda bu tür
şehirlerde yatay büyüme nasıl ve nereye doğru olacaktır? Cevap; çevredeki tarım
alanlarına doğru. Yani şehir ne kadar yatay büyürse o kadar tarım alanı işgal
edilecek. Eeee, peki hani tarım alanlarını koruma altına almıştık? Hani
sanayiye bile açmayacaktık?
Coğrafya bilim insanı olarak
hatırlatalım istedik; Türkiye yaklaşık 780.000 km2 yüzölçümüne sahiptir. Bunun
ancak 250.000 km2si yani üçte biri tarıma elverişlidir. Bu alanın da yarısından
fazlası eğim, iklim şartları vb nedenlerle sulamalı, makineli modern tarıma
uygun değildir. Türkiye toplam yüzölçümünün üçte ikisi yani geri kalan arazimiz
dağlık, engebelik, ormanlık vd tarım dışı arazilerden oluşmaktadır.
Diyoruz ki; mevcut şehirlerimizin çok büyük
kısmı tarım arazilerinin merkezlerine kurulduklarına göre bunların yatay yönde
büyümesi demek en verimli tarım arazilerimizin şehirler tarafından işgal
edilmesi demektir. Karadeniz, Akdeniz ve
Ege sahilleri boyunca uzanan şehirlerin yatay yönde nereye doğru gelişeceğini
sormuyorum bile. Bu yüzden 10-15 katlı
binalar olmasın ama 4-5 kat da olsa şehirlerimiz daha dar alanda ve dikey
olarak gelişmelidir.
Burada şunu hemen belirtelim ki; yatay
yapılaşma olmamalı, insanlar tek tatlı bahçeli evlerde oturmamalı diye bir
derdimiz yok. Keşke şehirlerimiz merkezi iş alanları dışında Batı ülkelerinde
olduğu gibi bahçeli evlerden meydana gelse.
Bizim derdimiz; “topraklarımız kıt ve bu kıt arazilerimizi yatay yönde
büyüyen şehirlere kurban etmeyelim. O kadar bol toprağımız yok”.
Bu konu başka nasıl anlatılabilir?
Yöneticilerimize danışmanlık yapanların hiç mi Coğrafya bilgisi yok? Hiç mi
Türkiye Coğrafyasını tanımıyorlar? Yoksa Amerikalarda tahsil gördüler de
Türkiye'yi de ABD gibi 10 milyon km2 alana sahip, milyonlarca km2 düz
toprakları olan bir yer mi zannediyorlar?
/Cevdet
YILMAZ
09 Şubat 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder