Son ikisi hariç, ilk iki kelimenin
manâsını bilmeyen yoktur. Üçüncüsünü birkaç yıldır duyuyoruz, sonuncusunun ne
olduğunu henüz kimse anlamış değil. Bu kelimeler ya da terimler öylesine önemli
ki, bunların kaynağını, günümüz dünyasındaki önemlerini bilmeden ne bir adım
atabilir, ne de dünyada biz de varız diyebiliriz. Şimdi sırayla bakalım:
Osmanlı İmparatorluğu halkının karnını
tarımsal üretimle doyuruyor, mevcut zenginliğini de (fütuhat esnasındaki
ganimet ve sonrasındaki haraç ve tazminatları bir kenara bırakırsak) ticaretten
elde ettiği gelirle sağlıyordu. Osmanlı’ya rakip olan Batı zengin olmak için
İpek ve Baharat yollarına alternatif deniz yollarını keşfetti, böylece ticaret
denizlere kaydı, Osmanlı kapitülasyonları verse de bir daha eski zengin
günlerine dönemedi. Osmanlı çökerken Batı yükselmeye başladı, okyanuslara
açıldı, buhar gücünü keşfetti, denizde gemilere, karada trenlere uyguladı.
Ulaşım gelişti, hammadde işlendi derken “Sanayi Devrimi”ni gerçekleştirdi ve
insan emeğinin yerini makine sesleri aldı.
Sanayi Devrimi süresince peş peşe
gelen yenilikler, icatlar, keşifler Batılı ülkeler için önem kazandı. Herkes
kendi buluşuna sahip çıkarak bunları makinelere ve diğer yeniliklere adapte
ettiler. El emeğinin yerini makineyle seri üretim süreci aldı, sermaye çoğaldı,
gelir arttı, kâr katlandı. Bu sürecin sonunda bu işe kafa yoran, icat ve keşif
yapanların haklarını korumak, aynı zamanda hangi devlete mensupsa onun çıkarına
olacak şekilde eski adıyla “alamet-i farika” yeni adıyla “patent” kavramı
ortaya çıktı. Artık kimse kendi buluşunu başkasıyla paylaşmıyor, patent
kimdeyse ve kişi hangi ülkeye mensupsa onun izniyle o mal üretiliyordu.
Derken ürün (mamül) çeşitliliği
artarken, benzerlerin sayısı da çoğaldı. Bu kez her ülke firma bazında ürettiği
mamulü “tescil” ederek koruma altına almaya başladı. Piyasada tutulan ve talep
gören bir mamulü başkasının taklit etmesine izin vermedi. Bunun sonucunda
“trade mark”, diğer adıyla “ticari marka”lar ortaya çıktı. (Bu arada yazılan eserler için de ”telif
hakları” devreye girdi, onu da başka bir yazıda ele alırız).
Yakın yıllara kadar patent ve marka
hayatımızda öylesine etkin oldu ki adeta kutsal kitap derecesinde taklit
edilemez, emsali yapılamaz, izinsiz asla ve kat’a çoğaltılamaz gibi bir durumla
karşı karşıya kaldık. Zamanla alıştık (ya da alıştırdılar), demek ki bu iş
böyleymiş, icat eden ile markayı geliştiren bunlar üzerinde her türlü hakka
sahipmiş, aman ha taklit edersek başımıza ne iş gelir diyerek korkmaya
başladık. Bir kısım vatandaşımızın her şeyi göze alarak yaptıkları taklitleri
merdiven altı üretim deyip küçümsedik. Bazen de aynı kalitede malın yerli
taklidini bırakıp, verdiğimiz paranın döviz olarak yurtdışına gittiğini bile
bile) sırf orjinalini almak zorundayız diye,
3-5 kat para vermeye razı olduk.
Çare; kendimiz icat etmeli, markamızı biz oluşturmalıydık fakat atı alan
çoktaaaan Üsküdar’a varmıştı.
Geçmişte Japonya, sonra Kore ve Çin
Batılı mamulleri taklit ederek çok önemli mesafe kat ettiler. Tam biz de o yola
girmişken aniden kuşatıldık ve bize şu anda bir milim adım attırmıyorlar.
Uluslararası anlaşmalar ve koruma kanunları neticesinde bırakın yurtdışında
üretilen bir mamulü taklit etmeyi, Türkiye’de üretilip üzerine yabancı marka
vurulan bir pantolonun ismi bile taklit edilse, o ürünün satıldığı dükkân
basılıp esnafımız cezalandırılabiliyor, malları müsadere edilebiliyor. 50
yıldır ürettiğiniz arabaya Tofaş da deseniz, Anadol’da deseniz bir yerinde
FIAT, ya da Ford yazmak zorundasınız. Onların izin verdiği kısımları izin
verdikleri oranda üretebilirsiniz.
Derken, birkaç yıl öncesinde
Yunanlıların Antep baklavasını “Yunan tatlısı” gibi tescil ettirme girişimleri
üzerine “coğrafî işaret” kavramı ile tanıştık. Aslında bu kavram Türkçeye
yanlış tercüme edilmişti. Doğrusu “nesi meşhur” anlamına gelen bir kelime
olması gerekirdi. Neyse zaman içinde öğrendik ki Avrupa’da bazı yerler
kendilerine has mamul ya da üretim şekilleri ile tanınmıştı. Bunların icat,
keşif ve markayla alakası yoktu ama, o yerin adının duyulmasını sağlayan bir
şeydi. Örnek; Fransa’nın rokfor peyniri, falan yerin ayakkabısı, filan yerin
porseleni, İsviçre’nin çakısı gibi.
Misal; bunlardan Rokfor küflü bir
peynir çeşidi olup Fransa’da Roquefort kasabasına özgüdür. Coğrafî işaretten
kasıt; Rokfor peyniri Fransa’nın Rokfor
kasabasında yapılıyorsa bu ürün oranındır ve Avrupa, ya da dünyanın başka
yerinde Rokfor adı taklit edilerek bu peynir üretilemez. Bu isim sadece o
yöreye aittir ve (ortada kişi ve şirket olmasa da) oradaki insanların el
emekleri, göz nuruyla yarattıkları, dünyaya tanıttıkları bir lezzet olarak
kabul edilecek, dünyadan bir talep gelirse o yöre insanı satacak, (işin özü)
para o yöreye gidecektir.
Görüldüğü gibi “coğrafi işaretler”
bizde; “Kayseri pastırması, Bafra pidesi, Malatya kayısısı” gibi basite alınıp
dalga geçilen bir konu iken, Batılı ülkeler coğrafi işaretleri tıpkı patent ve
marka tescili yaklaşımıyla çok ciddi olarak ele almışlar ve kendi insanlarının
lehine düzenlemeler yaparak bunu da dünyaya kabul ettirmişlerdir. Böylece bu
ürünlerin taklidini ve başka yerde izinsiz üretimini yasaklama yoluna giderek
(patent ve marka yoluyla gelen üstünlük ve paralara ek olarak) bu yolla elde
edilecek hasılatı da yine kendi ülkelerine yönlendirmişlerdir.
Şimdi geldik son olarak endüstri
4.0’a.
/Cevdet
YILMAZ
29 Ekim 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder