22 Haziran 2015 Pazartesi

Sedâ-yı Samsun Sustu!

Bundan dört yıl önce, yine böyle bir yaz gününün sabahı idi. Kulağıma derinden ve uzaktan gelen bir ezan sesiyle uyanmıştım. Sabah ezanı sesi. “Allah’ım” dedim kendi kendime “Samsun’da böyle bir ezanı kim okuyor?” kalktım ve büyük bir huşuyla, içim ürpererek ezanı dinledim. Daha ezan bitmeden kendimi Büyük Cami’de buldum. Bu ezanı okuyanı görmeli, onunla tanışmalıydım. Bu sesten bu güne kadar mahrum kalışıma yandım!

Bazı çağrılar, derinden ve dipten olur, onlara icap etmemek insanın aslını inkârı gibidir. Karşı koymanız anlamsızdır, o çağrılar size yeni bir dünyanın kapılarını aralar. İçeri girmek veya girmemek de bir nasip işidir. Sabah saat dört sularında, büyük camimin avlusunu bile insanlarla dolu görünce şaşkınlığım daha da artmıştı. Büyük Cami’de adına uygun büyüklükle muhteşem bir program düzenleniyordu. Hayrettin Öztürk hoca sabah namazını kıldırıyor, sonrasında da o eşsiz sesiyle bir aşir okuyor ve peşinden de namaz esnasında okuduğu ayetlerin kısa bir tefsirini yapıyordu. Daha sonra isteyenlerin iştirakiyle topluca bir çay ocağında kahvaltı yapılıyor ve onun da sonrasında toplantıya katılanların kısa konuşmalarıyla bir sohbet icra ediliyordu. Ve bütün bunlar hasbiliği kendine şiar edinmiş insanların yüceliğiyle vuku buluyordu!

Ezanı okuyan, Kurşunlu Camii müezzini Muhsin Gündüz Hocaydı. Namaz sonrası okuduğu salâvat-ı şerifelerin etkisini kalbimin tâ derununda hissettim. Böylesi muhteşem bir ses ve yorum sahibinin bu şehirde olması, kanaatimce Samsun için büyük bir şanstı. Camii çıkışında kendisiyle tanıştım ve samimi teşekkürlerimi bütün hissiyatımla ifade etmeye çalıştım. Gidiş o gidiş o günden beri her Cuma sabah namazı Büyük camideydim. Dört yıldır, Muhsin Hocanın o içlere işleyen ezanının, salâvatlarının büyük bir huşû ile takipçisiydim/takipçisiydik. O, okumaya başladığında tabiatımızdan fırlar, lâhutî yolculuklara kanat açardık! Hastaları veya nadiren de olsa kendi hastalıkları sebebiyle gelemediği günler bir eksiklik hissediyorduk! Ama işte kaderin saati, bizim zamanımıza uymuyor, onun gongları bizim ayarlarımızla çalmıyor! İki-üç Cuma sabahı Muhsin hocanın sesinin ve edasının mahrumiyeti yüreğimizi burkarken, şu an, bugün ondan ebediyen ayrılmanın hüznü içindeyim.
      
Kader Hükmünü Yürütür

22 haziran Cuma sabahı rutin kararlılıkla camideyiz. Ezanı Muhsin hoca okumadığına göre burada olmamalı. Buradaysa mutlaka yetişir ve o okur. Son cemaat mahallinde her zamanki yerimdeyim, mukabele okunuyor. Biraz sonra müezzin mahfilinde bir feryat duyuldu. Meğer Muhsin Hoca, eşinin rahatsızlığı dolaysıyla sabaha kadar uyuyamamış, bu yüzden camiye biraz geç kalmış ve hızla müezzin mahfiline yönelmiş. Bu yüzden onu görememişiz. Feryat ondandı, tam da müezzinliğe hazırlanırken, tam 32 yıldır işini yaptığı noktada, emr-i Hak vâki olmuş, bir feryatla oturduğu yerden secdeye kapanırcasına düşmüştü. Cemaatten bağrışmalar, hemen ambulansı aramalar, büyük bir hızla gelen ambulans, hastaneye yetiştirilen ama biraz sonra gelen acı vefat haberi...

Kendi âcizane hayatımda hiçbir sözün hakikati, “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!” sözündeki gibi tezahür etmedi. O tezahür de, o gün büyük camii de vukû buldu. Bir müezzin, caminin avlusunda, camiye girerken, caminin içinde ölümle buluşabilirdi. Ama bu buluşmanın tam da müezzin mahfilinde olmasının anlamı ne? Bu anlam bizi pek çok inanca gönderir, kalplerimizi derinden sarsabilir, inancımıza hiç olmayacak şekilde kuvvetli perçinler vurabilir; varlık karşısındaki algılarımızı alt üst edebilir. Öyle de oldu. Herkesi derin bir şok dalgası sardı. Hele de, tam camiden çıkmak üzereyken ve herkes hastaneden gelecek haberi dört gözle beklerken cami imamının “aziz kardeşlerim, Muhsin hocamız hakkın rahmetine kavuşmuştur, hepimizin başı sağ olsun!” dediği anda o cami cemaatin hayıflanmasını, şaşkınlığı, derin şok halini insanların görmesini ne kadar arzulardım! Bu kadar mıydı, hiç mi bir pay yoktu? Bir tel kopmuş ve ahenk ebediyen kesilmişti!

Bir müezzin, müezzin mahfilinde hayatını noktalıyordu. O gün Cuma idi, o günkü hutbenin konusu ölümdü. Müezzinin adı Muhsin’di, bu ne tevafuktu ki namazı kıldıran hocanın okuduğu son ayet Nahl suresinin son ayeti olan ve son kelimesi Muhsinûn olan şu âyetti:

İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn: Şüphesiz “Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve muhsinlerle ( iyilik yapanlarla) beraberdir.” (Nahl:128).

İşaretlerin bizleri gizemli güzelliklere çağırdığı yerde, gidenlerin pek de ayrıntılara takılma ihtimali yoktur. Bir yüce ruha “efendim bana nasihat eder misin?” diye sordular. “Sizin mahalleden hiç ölü çıkmaz mı?” dedi. “Tabii ki çıkıyor” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ölümün kendisine nasihat vermediğine ben ne nasihat vereyim!”.

Gönül tellerimizi titreten, sesi ve edasıyla haftada bir olsun bizi mesut ve bahtiyar eden bu aziz insanı ebediyete gönderdik. Eminim bir yerlerde bu insanların benzerleri vardır. Buluncaya kadar hatıraların aziz limanlarına sığınacağız. O yüce ruhlu insanlara tazim ve hürmetlerimizi her diam taze tutacağız. Beklediğimiz, her inananın beklediğidir.


Türk Basınına İlkokul Seviyesinde Din Dersi!
      
Muhsin hocamızın vefatı dolayısıyla basında yer alan haberlere baktığımda İsmet Özel’in şu sözüne bir daha hak verdim: “Türk aydınına ilkokul seviyesinde din dersi verilmeli!” Buradaki “Türk aydınına” kısmını “Türk basınına” diye değiştirelim. Haberleri okuyorsunuz; o kadar özensiz, o kadar gelişigüzel, o kadar ezberden yazılmış olduğunu görüyorsunuz ki? Bu özensizliğin sebebi ne, müsebbibi kim, tamiri nasıl mümkün olacak?

Bir yerel gazetemizde Muhsin Hoca’nın sabah namazında hutbe esnasında öldüğü yazılmış, bunu yazanlara, sabahleyin hutbe olmadığını kim anlatacak? Bir sitede, Muhsin Hoca’nın sabah namazında vaaz ettiği yazılmış, müezzinler sabah namazında vaaz mı ederler?  Birisi Hoca’nın ezan okurken vefat ettiğini yazmış, oysa yukarıda ezana yetişemediğini kendisi ifade ediyor! Zaman gazetesi bile Muhsin Hoca’nın sabahleyin camii de vaaz ettiğini belirtmiş.

Bunlar sanki bilinmeyen zamanlarda olmuş hadiseler. Camideki imama sorsalar, bir dakikalarını almayacak; sahih ve doğru olanı yazacaklar. Yüce basınımız bu asgari dikkati göstermekten neden imtina eder? Neden yazdığının hakikatine dair bir kaygı taşımaz?

/Ali KORKMAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder