9 Ekim 2006 Pazartesi

Dağköy ve Fatma ÇAVUŞ




/Ahmet SEVEN
Bölgemizin Milli Mücadele yıllarındaki durumuna ışık tutacağına inandığımız Bu röportaj Samsun Yazarlar Derneği Başkanı Ahmet SEVEN tarafından Aralık 1997 yılında yapılmış ve  Samsun İli,19 Mayıs İlçe Kaymakamlığı tarafından çıkarılan “19 Mayıs Bülteni “nin 8. sayısında yayınlanmıştır.

'' Bu röportajı yaptığım 1997 yılında, röportajda ismi geçen Hasan Ulusoy Röportajdan 2 ay sonra, İbrahim Biçer 1 yıl, Osman İşal  5 yıl sonra vefat etti. Fatma Çavuş’un Kabri de köylüler tarafından 5 ay sonra yeniden yapıldı. Bu köyümüzün yakın tarihimize ait taşıdığı  izlerin yeniden canlandırılarak bugünle tanıştırılıp,  yarınlara taşınması dileğiyle.!!''

                                                         

MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA DAĞKÖY Ve Bir Kadın Kahraman Fatma ÇAVUŞ 
Adı: Dağköy, Yaşı 700, 19 Mayıs ilçesinin en eski köylerinden birisi. Dahası yerleşim birimi olarak ilklerden diyebiliriz. Dağköy deyince ilçe merkezinden kilometrelerce uzak bir köy akla gelebilir. Oysa bu köy ilçe merkezi ile sınır komşusu. Zamanında dört bir yanı gür ağaçlıklarla dolu bir ormanlık olduğu için Dağköy denilmiş. Aradan geçen yıllar içerisinde dağlar yerini tarlalara bırakmış. Ağaçlar kaybolmuş. Ancak köyün ismi hâlâ o dağ ile yan yana yazılıp söylenegelmiş.
       
Köyün mazisi eskilere dayanıyor. Bu eskiler içerisinde kim bilir ne kadar tarihi olaylara şahit olmuştur. Örneğin; Milli Mücadele yıllarında çevresinde bulunan Rum Köyleri. Çevrede birkaç Türk köyü varsa bile derli toplu tek Türk Köyü olarak Dağköy varmış.  Köy halkı çevre köylerdeki dağınık yerleşime karşı, Dağköy deki toplu yerleşimin baskınlara ve düşman saldırılarına karşı hep birlikte mukavemet göstermek amacıyla gerçekleştiğini söylüyorlar. Ardından ekliyorlar “dağınık yerleşime sahip olsaydık bugün burada olmazdık” diyorlar.
       
Köyün yaşlıları geçmişte yaşadıkları mücadeleli yılları bugüne kadar anlatıp durmuşlar. İstemişler ki kendilerinden sonra gelenlerde bu tarihi geçmişi unutmayıp, yaşatabilsinler.
       
Dağköy’ün özellikle Milli Mücadele yıllarındaki yerini, yaşayan tarih diyebileceğimiz yaşlı insanların dilinden dinleyebilmek için köye doğru yol alırken hep halkın mazisine göstereceği ilgi ve hassasiyetin nasıl olacağını düşünüyordum. Eski köy kahvehanesinin yanına vardığımızda ilgi dolu sıcak bakışlarla karşılaşmış olmak duyduğum bu endişenin dağılmasına yol açmıştı. Köy halkı toplanmış bizi bekliyordu. Kısa bir hoş geldin den sonra yeşil üzüm asmasının altına doğru uzanan kahvenin bahçesinde bize ikram edilen çaylarımızı içtik. Çaylarımız tazelendiğinde çoktan koyu bir sohbete dalmıştık bile. Sorduğumuz her soruya üç-beş kişiden aynı anda cevap alıyorduk. Susamış insanların suya uzanmalarını hatırlatıyordu bize bu görüntü. Konuşmalar içerisinde geçen Hüseyin dede, Ala dede ve Musa dede, Hızar dede Tekkesini de aynı gün köy muhtarı Hasan Çevik ve birkaç köy vatandaşı ile ziyaret edecektik. Hele büyük bir övgü ile anlatılan Fatma Çavuşun kabrinin başına gidebilmek o anki isteklerimizin başında geliyordu.
       
O günleri yaşayanlar anlattıkça açılıyor, olayların bir başka yönü daha akla geliyor, onu anlattıkça daha farklı bir olay gözlerinde canlanıyordu. O yılları canlı olarak yaşayanlardan İbrahim Biçer (85), Osman İşal (95), Osman Ulusoy (80) ve şimdi dünyada olmayan büyüklerinden dinleyen ikinci nesilden Dağköyü dinliyoruz;

        …Köyümüz  ilk kurulurken Çarşamba tarafından üç kardeş geliyor. Köyün ortasında su akıyor o zamanlar. Şimdi ki çeşmenin çevresine kardeşlerden biri mesken kuruyor. İmammış kendisi, buradakilere daha sonra İmamoğulları diye hitap ediliyor. Kardeşlerden biri hayvancılıkla uğraşıyor. Köyün üst kısmını uygun buluyor onlara da Kocakâhyaoğulları deniliyor. Üçüncü kardeşte Hacıoğulları lâkabıyla tanınıyor.

Kurtuluş savaşı yıllarında , yedi sekiz yaşındayım diyerek söze başlıyor 85’lik İbrahim Biçer dede. Etrafımız Rum köyleri ile çevrili idi. O tarihe kadar babalarımız hep kavgasız yaşamışlar. Rumlarla alışveriş yapmışlar, yani bir bakıma komşuluk yapmışlar. Yunanlılar ülkemize saldırınca buralardaki Rumlarda bundan cesaret alarak aralarında çeteler oluşturuyorlar. Bu çeteler Türk köylerine saldırıp katliam yapmaya başlıyor. Bizde böyle bir beklenti olmadığı için önceden hazırlık bile yapılmamış. Fakat Türk’lerin doğuştan ölüme kadar asker olduklarını unutmuş olmalılar ki böyle bir işe cüret ediyorlar.
       
Büyüklerimiz ve eli silah tutanlarımız hep Yunan harbine gittikleri için köyde çocuklar, kadınlar ve yaşlılar kalmıştı. Ben 7-8 yaşlarında idim. Bunun yanında ziraat durmasın diyerek ziraat aleti yapan bir kişide köyde kalmıştı. Bir gece Rum çeteleri köyümüzü bastı. Bizden 15 kişinin öldüğünü söylediler.  Köyümüzde 14 kadın ve yaşlı erkekler  kahramanca bir mücadele verdi. Bizimkilerde sadece tüfek vardı. Onlar 35 kişi civarında idiler. Üstelik hepsi silahlı olmalarının yanında silahları bizden daha kaliteli idi. Tarlalara gidilemediği için kıtlık ta başlamış,  kadınlar çocuklarını emziremez olmuştu. Mısır somağını el değirmeninde öğütüp un ediyor onu ekmek niyetine yiyorduk. Genellikle herkesin içi rahatsız olmuştu. O baskın gecesi köyün yukarısındaki Sertağ’ın evine saldırmışlar Sertağ’ın hanımını öldürmüşlerdi. Sonra evi ateşe verdiler. Evde Sertağ’ın gelini ve çocukları da varmış. Gelin 2-3 yaşındaki çocuğunu kurtarmak bahanesi ile evin bahçesine atıyor. Çocuk bahçede çit kazığına çakılıyor. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte kadın aşağıya iniyor öldü diyerek çocuğu sırtına alıyor ve yürüyüp gidiyor. İbrahim dede sözlerinin burasında duruyor işte o çocuk bugün yaşıyor görmek ister misiniz diyor. Tarihin canlı şahidini kim görmek istemez diyoruz elbette görmek isteriz diyoruz.
       
İbrahim dede ve yanındakiler heyecanla anlatmaya devam ediyorlar. Bizim bir Fatma Çavuşumuz vardı. Bu kadın çok cesur ve kahramanca savaştı. Köyde kim varsa onlara hem taktik verdi, komutanlık yaptı hem de silahıyla gece gündüz çarpışırdı. Parola kullanırdı. Bir akşam karşıdan birisi geliyor, Fatma Çavuş ona sesleniyor ona parolayı söyle diyor. Gece karanlığında gelen parolayı bilmiyor. Fatma Çavuş kuşkulanıyor bu karaltıyı çetenin bir baskın için öncüsü sanıyor, silahını doğrultup karaltıyı vuruyor. Yanına da gidemiyor tabi. Çünkü siperde bekliyor yorgun uykusuz beklide yarı aç ertesi gün şafakta gidip bakayım kimmiş bu gecenin parola bilmeyen insanı diyor. Eyvah birde ne görsün…
       
Bakıyor ki, vurduğu kendi annesi, yanıyor, ağlıyor. Fakat ne çare. Bu olaydan sonra Fatma Çavuş daha bir bilevleniyor çetelere. Aman verdirmiyor tam 15 yıl…
       
Yine başka bir geceydi. Çok sayıda Rum çetesi köyümüze baskın yapmışlardı, kadınlar korku ve telaşla çocukların elinden tutup hep bir yerde toplanmaya başlamışlar. Kurtuluşa imkan yok gibimiymiş. Bizim kadınlarımız birbirlerine  “eci” derler. Eci  “abla” manasına gelir. Birbirlerine ne olacak şimdi dercesine “eci” “eci” diyerek çığlık çığlığa bağırmaya başlamışlar. Çeteler bu “eci” sözünü “hücum, hücum” dediklerini zannetmişler kaçışmışlar. Bu olay yıllarca hep böyle anlatıldı ve anlatılıyor.
       
Fatma Çavuş’tan biraz söz etseniz diyoruz; Fatma Çavuş 35 yaşında idi kocası seferberliğe gitmiş bir daha dönmemişti. 10-15 sene köyümüzü müdafaa etti. Erkek gibi bir kadındı çiftçilik yapardı. Tabakadan tütün sarar belinde silahı kahvehaneye gelir otururdu. Onun yanında öyle boş ve laubali konuşma yapma cesaretini kimse gösteremezdi… Ona Ankara’dan Çavuşluk unvanı geldi. Ankara’ya bizzat Gazi Mustafa Kemal tarafından çağrıldı. O günün şartlarına göre gidemedi.
       
Fatma Çavuş Dağköy’ün efsanesi kahramanı haline gelmiş. Kime sorsanız büyük bir heyecanla onu anlatıyor. Kelimeleri seçe seçe  üstelik onu anlatmaya başlamadan önce kendilerine bir çeki düzen vermeyi unutmuyorlar.
       
İbrahim dede katılıyor söze ilginç bir olayı naklediyor bize 1946 larda uçak sesi duyduğumuzda yaşlılarımızla beraber korkudan perdeleri kapatır, ışıkları söndürür beklerdik diyor. Çetin yıllar yaşadıklarını anlatılanların olayların sadece birkaçından söz ettiğini ifade ederek şunları da katıyor anlattıklarına: Sulh zamanında Yunanistan’dan gelen Rum asıllı bir kişiden dinledim diyor. Bu kişi Kurtuluş Savaşından evvel çevre köylerimizde yaşıyordu. Sonradan gezme bahanesiyle Türkiye’ye gelmiş buraya uğradı eski günlerden söz açılınca aynen şunları söyledi; Biz çetelerle size saldırmak için geliyorduk. Karagavur ( Bugünkü Karapınar Mahallesi) mevkiinde yeşil sarıklı, sakallı insanlar gördük. Ellerinde silahlar adeta bize karşı mevzileşmişlerdi. Korktuk ve saldırıdan vazgeçtik. Eğer onlar olmasalardı çok daha fazla baskın yapacaktık böyle diyordu şahıs. Bu yeşil sarıklılar manevi ordulardı. Bunları duyunca o günlerimizde yalnız olmadığımızı anlamıştık.
       
Rum mezaliminde şahit olduğunuz zulümler ne diye soruyoruz; Camilere insanları doldurup ateşe verdikleri, ezan okumayı yasakladıkları, kadınların göğüslerini kesip alay ettiklerini duyar yaptıklarından hem nefret eder, hem de çekinirdik… diyerek anlatıyorlar…
       
95’lik Osman İşal’ da o yılları anlatırken duygulanıyor. Babam, ben çocukken seferberliğe gitti bir daha dönmedi zaten gitmeyen yok gibiydi dönende pek olmazdı. Kıtlık çok şiddetli idi yoksulluk içinde idik. Düşman (çete) korkusundan ne tarlamızı ekebiliyor ne de ektiklerimizi hasat edebiliyorduk. Hem çetelere hem de kıtlığa karşı savaşmak zorundaydık.
       
Dağköy’de yaptığımız ziyaretlerin en anlamlısı   Fatma Çavuşun kabrini ziyaret etmek oluyor. Briketle yapılmış bakımsız bir kabri var. (Daha sonra kabir 1998 yenilenerek yapılmıştır) Oysa resmi bayramlarda Fatma Çavuş atına biner, silahını kuşanır resmigeçitlere katılırmış. O gösterdiği mücadele ile Nene Hatunlardan, Şerife bacılardan geri kalmamış bugün briketlerle çevrili terkedilmiş kabrinde belki de bir ziyaretçi bekliyor. Dağköy kabristanlığında köyün muhtarı Hasan Çevik ile bulunduğumuz bu mezarın yardımcı olunmaksızın bulunması imkansız, kabrin restore edilmesi ve bakıma alınması için vakit geç olmuş, öylede olsa zaman bitmiş değil henüz mezar taşında Fatma Çavuş 1313-1963 yazıyor.

      
Annesi bahçe kazığına çakılan oğlu Hasan’ı omuzladığı gibi kanlar içinde atıyor sırtına gidiyor. İşte bundan sonra sonrasını Hasan Ulusoy’dan dinliyoruz. Ulusoy’u hasta yatağında ziyaret ettik ne kadar hasta olursa olsun o günler hatırlatılınca hastalığını unutuyor Hasan dayı o anlatıyor biz dinliyoruz. Daha bu anlattıklarım bir şey değil saatlerce konuşabilirim bu konuda diyor. Yaşayan tarih sanki her bir olayı günü hatta saati ile birlikte hatırlıyor. Henüz sorumuz bitmeden konuşuyor… Sizin hikayeniz enteresan anlatır mısınız diyoruz. Anlatmaya başlıyor;
       
“Babam Dumlupınar’da savaşıyor yaralanıyor hastanede yatıyor yarası ağır hadi git memleketine iyileşince cepheye dönersin diyorlar. Geliyor onu bekleyen daha farklı savaş var köyünde orada düşmanı karşısında görebiliyordu burada yeri, zamanı belli değil. Ben o günlerde üç ağabeyim beş yaşlarında bulunuyor.

Rum çeteleri Dağköye büyük bir baskın düzenliyorlar amaçları köyü yakıp tamamen yok etmek 1922 Haziranın 25. gecesi gerçekleşiyor bu olay. İşte bu olayda annem beni Rumların eline geçmeyeyim diye evin ikinci katından aşağı atıyor. Daha sonra kendiside yanıma geliyor. Ağabeyimin elinden tutmuş beni öldü diyerek oradan alıyor. Bu arada ninem de vurulup öldürülmüş. Annem benim üstümden damlayan kanlarla yola çıkıyor, o esnada yengem anneme; tam karşınızda siperde eli silahlı bir çete var dur, gitme diye sesleniyor. Annemde kahırlı bir sesle Kaynanamı öldürdüler, oğlum öldü, kocamı vurdular, kaynatam yaralı daha neyimizi alacaklar varsın bizi de vursunlar diye kahırlı ve yüksek sesle ağlıyor. Tam karşısında bulunan Rum çete bu tablo karşısında  “hadi sessizce gidin kimseye görünmeyin” diyor.

Ben annemin sırtında giderken bir ara kımıldamışım annem benim öldüğümü zannediyor o zamana kadar sonra Hasan oğlum sırtıma sıkı yapış diyor, tabi  kan kaybediyorum. Annem usulca yanındakilere Hasan ölmemiş çok şükür yaşıyor diyor. Komşuya getiriyor beni açıp bakıyorlar ki kasığımda yara var. Hacıoğullarından İbrahim Ersoy tebdili havaya gelmiş babamla bana sizi ben tedavi yapacağım diyor. Babamın Dumlupınar’da bir elini şarapnel parçası götürmüş. O zamanlar doktorların ekserisi Ermenilerden oluşuyor. Ermeni doktorlar tedavi yerine sakat bırakıyorlarmış. Eli ayağı ağrıyanın bile elini ayağını makastan keserlermiş ki bir daha işe yaramasınlar, silah tutamasınlar diye. Ayağı ağrıyanın ayağını, gözü ağrıyanın gözünü çıkarırlarmış. Hep tedavi niyetine yaparlarmış bu zulmü. Yani beni doktora götürseler yaşamayacakmışım. Çünkü doktor Ermeni imiş. Sonraki yıllarda bu yüzden sakat yaşayan birçok insanlar gördüm.
       
Hacıoğullarından İbrahim tedaviyi harpte öğreniyor, solucan topluyor temiz bir kaba su koyuyor içine de solucanları atıyor solucanlar burada ölüyor ölenleri tereyağı ile karıştırıp kıyıyor. Bu şekilde yaptığı merhemle tedaviyi sürdürmüş ve sonunda yara iyileşiyor.
       
Hasan Ulusoy bu yarayı açıp gösteriyor bize işte diyor tam şuramda, kasıklarımda. Ben onu o yıllardan kalma şeref izi olarak taşıyorum . Hasan Ulusoy şimdi 80 yaşında geride kalan 77 yıl evvelini hala o günü yaşar gibi aktarıyor bize.
       
Dağköy deyince akla ilk gelen yine ormanlarla çevrili bir köy oluyor. Oysa şimdi Dağköy tarih köy olarak karşımızda duruyor,
       
Musa Dede ile Hüseyin dede Türbesi , briket duvarlarla muhafaza altına alınmış. Halk yağmur duası için köyün üst ve yüksek kısmında bulunan Musa Dede kabrinin bulunduğu yere gidiyor. Özellikle kuraklıklarda tekrarlanıyor bu olay. Bazıları burada gece vakti nurlu bir insanın ibrikle abdest alırken gördüklerini de anlatıyor.

Yakın tarihimizin sayfalarını açmanın mutluluğu ve bu vatan için canını ortaya koyanları bir kez daha yad etmenin huzuru ile  Dağköy’den ayrılıyoruz. Onlar görevlerini yerine getirdiler. Şimdi sıra bizde…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder