Bölgemizin Milli Mücadele yıllarındaki durumuna
ışık tutacağına inandığım bu röportajı Aralık 1997 yılında yapmıştım. O
zamanlar 19 Mayıs İlçe Kaymakamlığı tarafından çıkarılan 19 Mayıs Bülteninin 8.
sayısında yayınlanmıştır. Önemine binaen köşemde yayınlamaktan onur duyuyorum.
Ve Bir Kadın
Kahraman Fatma ÇAVUŞ
Adı: Dağköy 19 Mayıs ilçesinin en eski ilçesinin en
eski köylerinden biri. Dahası yerleşim birimi olarak ilkelerden diyebiliriz.
Dağköy deyince ilçe merkezinden kilometrelerce uzak bir köy akla gelebilir.
Oysa bu köy ilçe merkezi ile sınır komşusu. Zamanında dört bir yanı gür
ağaçlıklarla dolu bir ormanlık olduğu için Dağköy denilmiş. Aradan geçen yıllar
içerisinde dağlar yerini tarlalara bırakmış. Ağaçlar kaybolmuş. Ancak köyün
ismi hala o dağ ile yan yana yazılıp söylenegelmiş.
Köyün mazisi eskilere dayanıyor. Bu eskiler
içerisinde kim bilir ne kadar tarihi olaylara şahit olmuştur. örneğin Milli
Mücadele yıllarında çevresinde bulunan Rum Köyleri. Çevrede birkaç Türk köyü
varsa bile derli toplu tek Türk Köyü olarak Dağköy varmış. Köy halkı çevre
köylerdeki dağınık yerleşime karşı Dağköy deki toplu yerleşimin baskınlara ve
düşman saldırılarına karşı hep birlikte mukavemet göstermek amacıyla
gerçekleştiğini söylüyorlar. Ardından ekliyorlar dağınık yerleşime sahip
olsaydık bugün burada olmazdık diyorlar.
Köyün yaşlıları geçmişte yaşadıkları mücadeleli
yılları bugüne kadar anlatıp durmuşlar. İstemişler ki kendilerinden sonra
gelenlerde bu tarihi geçmişi unutmayıp yaşatabilsinler.
Dağköy'ün özellikle Milli Mücadele yıllarındaki
yerini Hızar dede Tekkesini de aynı gün köy muhtarı Hasan Çevik ve birkaç köy
vatandaşı ile ziyaret edecektik. Hele büyük bir övgü ile anlatılan Fatma
Çavuşun kabrinin başına gidebilmek o anki isteklerimizin başında geliyordu.
O günleri yaşayanlar anlattıkça açılıyor Osman
Ulusoy (80) ve şimdi dünyada olmayan büyüklerinden dinleyen ikinci nesilden
Dağköyü dinliyoruz;
Köyümüz ilk kurulurken Çarşamba tarafından üç
kardeş geliyor. Köyün ortasında su akıyor o zamanlar. Şimdi ki çeşmenin
çevresine kardeşlerden biri mesken kuruyor. İmammış kendisi buradakilere daha
sonra İmamoğulları diye hitap ediliyor. Kardeşlerden biri hayvancılıkla
uğraşıyor. Köyün üst kısmını uygun buluyor onlara da Kocak Ahyaoğulları
deniliyor. Üçüncü kardeşte Hacıoğulları lakabıyla tanınıyor.
Kurtuluş savaşı yıllarında yani bir bakıma komşuluk
yapmışlar. Yunanlılar ülkemize saldırınca buralardaki Rumlarda bundan cesaret
alarak aralarında çeteler oluşturuyorlar. Bu çeteler Türk köylerine saldırıp
katliam yapmaya başlıyor. Bizde böyle bir beklenti olmadığı için önceden
hazırlık bile yapılmamış. Fakat Türk'lerin doğuştan ölüme kadar asker
olduklarını unutmuş olmalılar ki böyle bir işe cüret ediyorlar.
Büyüklerimiz ve eli silah tutanlarımız hep Yunan
harbine gittikleri için köyde çocuklar kadınlar çocuklarını emziremez olmuştu.
Mısır somağını el değirmeninde öğütüp un ediyor onu ekmek niyetine yiyorduk.
Genellikle herkesin içi rahatsız olmuştu. O baskın gecesi köyün yukarısındaki Sertağ'ın
evine saldırmışlar Sertağ'ın hanımını öldürmüşlerdi. Sonra evi ateşe verdiler.
Evde Sertağ'ın gelini ve çocukları da varmış. Gelin 2-3 yaşındaki çocuğunu
kurtarmak bahanesi ile evin bahçesine atıyor. Çocuk bahçede çit kazığına
çakılıyor. öldürmeyen Allah öldürmüyor işte kadın aşağıya iniyor öldü diyerek
çocuğu sırtına alıyor ve yürüyüp gidiyor. İbrahim dede sözlerinin burasında
duruyor işte o çocuk bugün yaşıyor görmek ister misiniz diyor. Tarihin canlı
şahidini kim görmek istemez diyoruz elbette görmek isteriz diyoruz.
İbrahim dede ve yanındakiler heyecanla anlatmaya
devam ediyorlar. Bizim bir Fatma Çavuşumuz vardı. Bu kadın çok cesur ve
kahramanca savaştı. Köyde kim varsa onlara hem taktik verdi silahını doğrultup
karaltıyı vuruyor. Yanına da gidemiyor tabi. Çünkü siperde bekliyor yorgun
uykusuz beklide yarı aç ertesi gün şafakta gidip bakayım kimmiş bu gecenin
parola bilmeyen insanı diyor. Eyvah birde ne görsün.
Bakıyor ki ağlıyor. Fakat ne çare. Bu olaydan sonra
Fatma Çavuş daha bir bilevleniyor çetelere. Aman verdirmiyor tam 15 yıl.
Yine başka bir geceydi. Çok sayıda Rum çetesi
köyümüze baskın yapmışlardı hücum dediklerini zannetmişler kaçışmışlar. Bu olay
yıllarca hep böyle anlatıldı ve anlatılıyor.
Fatma Çavuş'tan biraz söz etseniz diyoruz; Fatma
Çavuş 35 yaşında idi kocası seferberliğe gitmiş bir daha dönmemişti. 10-15 sene
köyümüzü müdafaa etti. Erkek gibi bir kadındı çiftçilik yapardı. Tabakadan
tütün sarar belinde silahı kahvehaneye gelir otururdu. Onun yanında öyle boş ve
laubali konuşma yapma cesaretini kimse gösteremezdi Ona Ankara'dan Çavuşluk
unvanı geldi. Ankara'ya bizzat Gazi Mustafa Kemal tarafından çağrıldı. O günün
şartlarına göre gidemedi.
Fatma Çavuş Dağköy'ün efsanesi kahramanı haline
gelmiş. Kime sorsanız büyük bir heyecanla onu anlatıyor. Kelimeleri seçe seçe
üstelik onu anlatmaya başlamadan önce kendilerine bir çeki düzen vermeyi
unutmuyorlar.
İbrahim dede katılıyor söze ilginç bir olayı
naklediyor bize 1946 larda uçak sesi duyduğumuzda yaşlılarımızla beraber
korkudan perdeleri kapatır sakallı insanlar gördük. Ellerinde silahlar adeta
bize karşı mevzileşmişlerdi. Korktuk ve saldırıdan vazgeçtik. Eğer onlar
olmasalardı çok daha fazla baskın yapacaktık böyle diyordu şahıs. Bu yeşil
sarıklılar manevi ordulardı. Bunları duyunca o günlerimizde yalnız olmadığımızı
anlamıştık.
Rum mezaliminde şahit olduğunuz zulümler ne diye
soruyoruz; Camilere insanları doldurup ateşe verdikleri hem de çekinirdik
diyerek anlatıyorlar.
95'lik Osman İşal' da o yılları anlatırken
duygulanıyor. Babam ben çocukken seferberliğe gitti bir daha dönmedi zaten
gitmeyen yok gibiydi dönende pek olmazdı. Kıtlık çok şiddetli idi yoksulluk
içinde idik. Düşman (çete) korkusundan ne tarlamızı ekebiliyor ne de
ektiklerimizi hasat edebiliyorduk. Hem çetelere hem de kıtlığa karşı savaşmak
zorundaydık.
Dağköy'de yaptığımız ziyaretlerin en anlamlısı
Fatma Çavuşun kabrini ziyaret etmek oluyor. Briketle yapılmış bakımsız bir
kabri var. (Daha sonra kabir 1998 yenilenerek yapılmıştır) Oysa resmi
bayramlarda Fatma Çavuş atına biner öylede olsa zaman bitmiş değil henüz mezar
taşında Fatma Çavuş 1313–1963 yazıyor.
Annesi bahçe kazığına çakılan oğlu Hasan'ı
omuzladığı gibi kanlar içinde atıyor sırtına gidiyor. İşte bundan sonra
sonrasını Hasan Ulusoy'dan dinliyoruz. Ulusoy'u hasta yatağında ziyaret ettik
ne kadar hasta olursa olsun o günler hatırlatılınca hastalığını unutuyor Hasan
dayı o anlatıyor biz dinliyoruz. Daha bu anlattıklarım bir şey değil saatlerce
konuşabilirim bu konuda diyor. Yaşayan tarih sanki her bir olayı günü hatta
saati ile birlikte hatırlıyor. Henüz sorumuz bitmeden konuşuyor Sizin hikâyeniz
enteresan anlatır mısınız diyoruz. Anlatmaya başlıyor;
Babam Dumlupınar'da savaşıyor yaralanıyor hastanede
yatıyor yarası ağır hadi git memleketine iyileşince cepheye dönersin diyorlar.
Geliyor onu bekleyen daha farklı savaş var köyünde orada düşmanı karşısında
görebiliyordu burada yeri tabi kan kaybediyorum. Annem usulca yanındakilere
Hasan ölmemiş çok şükür yaşıyor diyor. Komşuya getiriyor beni açıp bakıyorlar ki
kasığımda yara var. Hacıoğullarından İbrahim Ersoy tebdili havaya gelmiş
babamla bana sizi ben tedavi yapacağım diyor.
Babamın Dumlupınar'da bir elini şarapnel parçası
götürmüş. O zamanlar doktorların ekserisi Ermenilerden oluşuyor. Ermeni
doktorlar tedavi yerine sakat bırakıyorlarmış. Eli ayağı ağrıyanın bile elini
ayağını makastan keserlermiş ki bir daha işe yaramasınlar gözü ağrıyanın gözünü
çıkarırlarmış. Hep tedavi niyetine yaparlarmış bu zulmü. Yani beni doktora
götürseler yaşamayacakmışım. Çünkü doktor Ermeni imiş. Sonraki yıllarda bu
yüzden sakat yaşayan birçok insanlar gördüm.
Hacıoğullarından İbrahim tedaviyi harpte öğreniyor
solucan topluyor temiz bir kaba su koyuyor içine de solucanları atıyor
solucanlar burada ölüyor ölenleri tereyağı ile karıştırıp kıyıyor. Bu şekilde
yaptığı merhemle tedaviyi sürdürmüş ve sonunda yara iyileşiyor.
Hasan Ulusoy bu yarayı açıp gösteriyor bize işte
diyor tam şuramda kasıklarımda. Ben onu o yıllardan kalma şeref izi olarak taşıyorum.
Hasan Ulusoy şimdi 80 yaşında geride kalan 77 yıl evvelini hala o günü yaşar
gibi aktarıyor bize.
Dağköy deyince akla ilk gelen yine ormanlarla
çevrili bir köy oluyor. Oysa şimdi Dağköy tarih köy olarak karşımızda duruyor
Musa Dede ile Hüseyin dede Türbesi briket
duvarlarla muhafaza altına alınmış. Halk yağmur duası için köyün üst ve yüksek
kısmında bulunan Musa Dede kabrinin bulunduğu yere gidiyor. Özellikle
kuraklıklarda tekrarlanıyor bu olay. Bazıları burada gece vakti nurlu bir
insanın ibrikle abdest alırken gördüklerini de anlatıyor.
Yakın tarihimizin sayfalarını açmanın mutluluğu ve
bu vatan için canını ortaya koyanları bir kez daha yad etmenin huzuru ile
Dağköy'den ayrılıyoruz. Onlar görevlerini yerine getirdiler. Şimdi sıra bizde
NOT: Bu röportajın yaptığım 1997 yılında Hasan
Ulusoy 1 yıl sonra, İbrahim Biçer ve
Osman İşal 5 yıl sonra vefat etti. Fatma Çavuş'un Kabri de köylüler tarafından
5 ay sonra yeniden yapıldı.
Bu köyümüzün yakın tarihimize ait taşıdığı izlerin
yeniden canlandırılarak bugünle tanıştırılıp yarınlara taşınması dileğiyle.
/Ahmet SEVEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder