23 Şubat 2014 Pazar

Sadi Tekkesi’nden Mevlevîhâne’ye -2

Yazımın başına dönüyor  ve “ Mevlevîhâne” bahsini açıyorum: Târihî kayıtlara göre, Türkiye’deki “kırkbeş” Mevlevîhâne’den biri de Samsun’da bulunmakta(ydı)dır. Bu husustaki ilk ciddî çalışmayı; Dr. Şermin Bârihüda Tanrıkorur’un, Konya Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2000 yılında yaptığı “ Türkiye Mevlevîhâneleri’nin Mîmârî Özellikleri” adlı doktora tezinden anlıyoruz. Samsun Mevlevîhânesi’nin  p(i)lânları, yapılan bu çalışmada mevcuttur. Zâten, bu husustaki bütün ilmî çalışmalarda da, bu eser kaynak olarak alınmaktadır.

Dr. Şermin Bârihüda Tanrıkorur’dan kısaca bahsetmek isterim: Zîrâ, - bizler uyurken-, O;böyle mühim bir millî kültür kaynağımızı tespit ederek, ilmî vesîkalarla Türk kültürüne kazandırmıştır.  O’nu tebrikin ve O’na teşekkürün çok az bir taltif olduğunu düşünüyorum. Dr. Şermin Bârihüda Tanrıkorur Hanımefendi; bestekâr- ûdî - yazar Cinuçen Tanrıkorur’un eşidir. Asıl adı: Charmaine Angele Moo’dur. 1946 Jamaika doğumludur.  Annesi ve babası aslen Çinlidir.  Beş çocuklu hıristiyan bir âilenin tek kızıdır. 1973’e kadar İslâm’dan habersizdir. Büyük araştırmalar sonucu ,- kendi ifadeleriyle- “ Allah, Kendine yönelene hidâyet eder” (er-Râd,27) âyetini rehber aldığını söyleyerek Müslüman olmuştur. Sekiz yıl Konya’da yaşamış, üniversitelerimizde hocalık yapmıştır.

O hâlde; ilgili merciler ve ilmî heyetler, “Samsun Mevlevîhânesi” üzerindeki çalışmalarına başlamalıdırlar. Dr. Tanrıkorur’un ortaya koyduğu k(ı)rokiler, p(i)lânlar ve fotoğraflara göre, “Samsun Mevlevîhânesi “ inşâsına girişilmelidir. Bu durum; her bakımdan zarûrî ve şarttır. Zîrâ; mes’elenin, hem ilmî, hem dinî, hem kültürel ve hem de içtimâî cephesi mevcuttur. Sâdece Samsun vilâyetine değil, umûmî Türk kültürüne de, var olan bir eserimizin yeniden ortaya çıkarılması ilâve değer katacaktır.

Teklifimizin müspet karşılanacağını ümit ediyoruz. İnşâ-Allah, diğerleri gibi bunun da gerçekleştiğini görmemiz nasip olur. Bir hususu daha, tekrar söylemeden geçemeyeceğim. Söyleyeceğim şey; Hançerli Câmii hakkındadır. “Samsun’da Müdafaayı Hukuk” adlı kitabında, Sadi Tekkesi’nden bahseden Hasan Umur Hoca, Samsun hakkında yazdığı ikinci kitabı olan “ Samsun’da On Beş Sene” adlı kitabında da şunları söylüyor:

“Samsun’un Gümrük caddesinde kiraladığım dükkânda ticaret işlerine başladığım zaman, 1334 ( 1918) yılının sonlarıydı. Millî Mücâdele  henüz başlamamıştı. İngiliz askerleri Samsun caddelerinde neşeli, neşeli dolaşmakta, halk ise, endişe ve üzüntü içerisinde idi.

Asırlardan beri mukadderatlarını bizimle birleştirdiklerini sandığımız Müslüman olmayan unsurlar sevinç içinde, bu hâllerini açıkça hissettirmekten de çekinmiyorlardı. İstikbâl karanlık bir meçhuliyetle örtülü ve her geçen gün endişemizi biraz daha artırmaktaydı. Arasına teselli verecek bir haber geliyorsa da, onun da serap olduğu anlaşılınca yeis bulutları bir derece daha kararıyordu.

Durum bu merkezde iken ahvalin hakikî ruhuna vâkıf olan vatandaşlar endişeli olmakla beraber, damarlarında dolaşan şehametli Türk kanı kaynıyor, kalplerinde cesâret, gözlerinde ümit parıltılarile yurdu korumak ve kurtarmak çarelerini aramaktan geri kalmıyorlardı.

(.) 1335 (1919) senesi ramazan ayının altıncı günü, Hançerli camiinde ikindi namazını kılacağımız zaman dostum ve hemşehrim Abdülkerim oğlu  Halil Efendi, namazdan sonra camide vâz etmekliğim ricâsında bulundu. Her ne kadar gönül bu sevdâdan uzaklaşmış, ticaret sahasına atılmış idise de, dostumun ricasını reddedemedim. Bu camide, sözlerimin dinleyenler üzerinde iyi tesir bıraktığını anladım. Ertesi gün, cemaatin çoğalması beni teşvik etti. Vâza devam ettim. Üç dört gün sonra (cemmi gafir) büyük bir cemaatin etrafımı sardığını gördüm ve anladım ki, benim gibi bir âcizin, şu nazik zamanda yapabileceği vatanî hizmet ancak bu yolda olabiliyor.”

Ve şimdi geliyoruz -bu husustaki- esas mes’elemize: Peki; Hasan Umur Hoca, İngiliz işgalindeki 1918 ve 1919’un Samsun’unda, Hançerli Câmii’nde  bu hizmetleri yapmış ise, - ki, bundan, aslâ ve aslâ  şüphemiz  yoktur-  bu târihî câmimizin kapısında, defalarca yazmamıza rağmen, niçin hâlâ “1943” levhası bulunmaktadır? Mes’ul ve salâhiyetlilere bunu îzâh için acaba kaç defa daha yazmamız gerekecektir? Bu  câmimizin kapısına, beş-on cümlelik bir târihî künye yazmak  çok mu zahmetlidir? Bir târihi eserin yıkılması, yanması, tabiî âfetle muhatap olması v.s. onun târihîlik vasfını silmez, ona, bu vasfı kaybettirmez! Ammâ, diyeceksiniz ki, târihî Büyük Câmi’mizin kapısı bile alüminyum doğrama, değil mi?

Tekrar yazıyorum: Hasan Umur Hoca, 1918 ve 1919’larda Hançerli Câmii’nde  vâz ettiğine göre, bu câmimizin kapısında, niçin ve hangi sebep(ler)le, hâlâ  “ 1 9 4 3 “ yazılıdır?..

/M.Halistin KUKUL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder