Yazımın başına dönüyor ve “ Mevlevîhâne” bahsini açıyorum: Târihî
kayıtlara göre, Türkiye’deki “kırkbeş” Mevlevîhâne’den biri de Samsun’da
bulunmakta(ydı)dır. Bu husustaki ilk ciddî çalışmayı; Dr. Şermin Bârihüda
Tanrıkorur’un, Konya Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2000
yılında yaptığı “ Türkiye Mevlevîhâneleri’nin Mîmârî Özellikleri” adlı doktora
tezinden anlıyoruz. Samsun Mevlevîhânesi’nin
p(i)lânları, yapılan bu çalışmada mevcuttur. Zâten, bu husustaki bütün
ilmî çalışmalarda da, bu eser kaynak olarak alınmaktadır.
Dr. Şermin Bârihüda Tanrıkorur’dan kısaca bahsetmek
isterim: Zîrâ, - bizler uyurken-, O;böyle mühim bir millî kültür kaynağımızı
tespit ederek, ilmî vesîkalarla Türk kültürüne kazandırmıştır. O’nu tebrikin ve O’na teşekkürün çok az bir
taltif olduğunu düşünüyorum. Dr. Şermin Bârihüda Tanrıkorur Hanımefendi;
bestekâr- ûdî - yazar Cinuçen Tanrıkorur’un eşidir. Asıl adı: Charmaine Angele
Moo’dur. 1946 Jamaika doğumludur. Annesi
ve babası aslen Çinlidir. Beş çocuklu
hıristiyan bir âilenin tek kızıdır. 1973’e kadar İslâm’dan habersizdir. Büyük
araştırmalar sonucu ,- kendi ifadeleriyle- “ Allah, Kendine yönelene hidâyet
eder” (er-Râd,27) âyetini rehber aldığını söyleyerek Müslüman olmuştur. Sekiz
yıl Konya’da yaşamış, üniversitelerimizde hocalık yapmıştır.
O hâlde; ilgili merciler ve ilmî heyetler, “Samsun
Mevlevîhânesi” üzerindeki çalışmalarına başlamalıdırlar. Dr. Tanrıkorur’un
ortaya koyduğu k(ı)rokiler, p(i)lânlar ve fotoğraflara göre, “Samsun
Mevlevîhânesi “ inşâsına girişilmelidir. Bu durum; her bakımdan zarûrî ve
şarttır. Zîrâ; mes’elenin, hem ilmî, hem dinî, hem kültürel ve hem de içtimâî
cephesi mevcuttur. Sâdece Samsun vilâyetine değil, umûmî Türk kültürüne de, var
olan bir eserimizin yeniden ortaya çıkarılması ilâve değer katacaktır.
Teklifimizin müspet karşılanacağını ümit ediyoruz.
İnşâ-Allah, diğerleri gibi bunun da gerçekleştiğini görmemiz nasip olur. Bir
hususu daha, tekrar söylemeden geçemeyeceğim. Söyleyeceğim şey; Hançerli Câmii
hakkındadır. “Samsun’da Müdafaayı Hukuk” adlı kitabında, Sadi Tekkesi’nden
bahseden Hasan Umur Hoca, Samsun hakkında yazdığı ikinci kitabı olan “
Samsun’da On Beş Sene” adlı kitabında da şunları söylüyor:
“Samsun’un Gümrük caddesinde kiraladığım dükkânda
ticaret işlerine başladığım zaman, 1334 ( 1918) yılının sonlarıydı. Millî
Mücâdele henüz başlamamıştı. İngiliz
askerleri Samsun caddelerinde neşeli, neşeli dolaşmakta, halk ise, endişe ve
üzüntü içerisinde idi.
Asırlardan beri mukadderatlarını bizimle
birleştirdiklerini sandığımız Müslüman olmayan unsurlar sevinç içinde, bu
hâllerini açıkça hissettirmekten de çekinmiyorlardı. İstikbâl karanlık bir
meçhuliyetle örtülü ve her geçen gün endişemizi biraz daha artırmaktaydı.
Arasına teselli verecek bir haber geliyorsa da, onun da serap olduğu
anlaşılınca yeis bulutları bir derece daha kararıyordu.
Durum bu merkezde iken ahvalin hakikî ruhuna vâkıf
olan vatandaşlar endişeli olmakla beraber, damarlarında dolaşan şehametli Türk
kanı kaynıyor, kalplerinde cesâret, gözlerinde ümit parıltılarile yurdu korumak
ve kurtarmak çarelerini aramaktan geri kalmıyorlardı.
(.) 1335 (1919) senesi ramazan ayının altıncı günü,
Hançerli camiinde ikindi namazını kılacağımız zaman dostum ve hemşehrim
Abdülkerim oğlu Halil Efendi, namazdan
sonra camide vâz etmekliğim ricâsında bulundu. Her ne kadar gönül bu sevdâdan
uzaklaşmış, ticaret sahasına atılmış idise de, dostumun ricasını reddedemedim.
Bu camide, sözlerimin dinleyenler üzerinde iyi tesir bıraktığını anladım. Ertesi
gün, cemaatin çoğalması beni teşvik etti. Vâza devam ettim. Üç dört gün sonra
(cemmi gafir) büyük bir cemaatin etrafımı sardığını gördüm ve anladım ki, benim
gibi bir âcizin, şu nazik zamanda yapabileceği vatanî hizmet ancak bu yolda
olabiliyor.”
Ve şimdi geliyoruz -bu husustaki- esas mes’elemize:
Peki; Hasan Umur Hoca, İngiliz işgalindeki 1918 ve 1919’un Samsun’unda,
Hançerli Câmii’nde bu hizmetleri yapmış
ise, - ki, bundan, aslâ ve aslâ
şüphemiz yoktur- bu târihî câmimizin kapısında, defalarca yazmamıza
rağmen, niçin hâlâ “1943”
levhası bulunmaktadır? Mes’ul ve salâhiyetlilere bunu îzâh için acaba kaç defa
daha yazmamız gerekecektir? Bu câmimizin
kapısına, beş-on cümlelik bir târihî künye yazmak çok mu zahmetlidir? Bir târihi eserin
yıkılması, yanması, tabiî âfetle muhatap olması v.s. onun târihîlik vasfını
silmez, ona, bu vasfı kaybettirmez! Ammâ, diyeceksiniz ki, târihî Büyük
Câmi’mizin kapısı bile alüminyum doğrama, değil mi?
Tekrar yazıyorum: Hasan Umur Hoca, 1918 ve
1919’larda Hançerli Câmii’nde vâz
ettiğine göre, bu câmimizin kapısında, niçin ve hangi sebep(ler)le, hâlâ “ 1 9 4 3 “ yazılıdır?..
/M.Halistin
KUKUL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder