29 Ağustos 2013 Perşembe

Avm’lerin Yarattığı Tahribat Küçümsenemez

Ülkemiz sayıları 291’i bulan AVM’lerin küçük esnafın ekmeğine kan doğraması sonucunda yüzlerce esnaf kepenk kapatmak zorunda kalmışlardır. Samsun’da AVM’lerin faaliyete geçmesi ile kapanan işyerlerinin sayıları oldukça fazladır. 291 AVM ile yaklaşık 171 milyar dolarlık bir perakende üyümesi yaşandığı belirtilmektedir. Perakende büyümesi yaşanırken kredi kartı mağdurlarındaki artış önlenemeyecek düzeylerdedir.

Hükümet yetkilileri, inşaat sektöründe iyileşme olduğu ve ekonomideki lokomotif görevini üst düzeylere taşıyacağı şeklinde açıklamalar yapmaktadırlar. Ancak inşaat sektörüne yönelik bir işle iştigal ettiğimizden ötürü, inşaat mühendisi ve mimar için verilen eleman ilanlarına nerede ise asgari ücretle çalışacak nitelikte kişiler müracaat ettiğini gözlemlemekteyiz. Bunun anlamı; ifade edildiği gibi inşaat sektöründe kalifiye elemanlar başta olmak üzere pek çok vasıflı eleman iş bulamama sendromu ile karşı karşıyadır. İnşaat sektöründe büyüyen firmaların  iktidar partisi sempatizanları veya destekçileri olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü sektör büyürken sektörde çalışanlar küçülmektedir.

Türkiye’mi yükseliyor, yoksa Türkiye’de birileri mi yükseliyor tartışmaları gün geçtikçe çok daha fazla gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Ekonomideki büyümeye rağmen zenginliğin dağılımı konusunda ciddi sıkıntılar bulunmaktadır. Sokağın ekonomik büyümeyi dolaysıyla refahı her ne hikmetse hissedememektedir.

Dış ticaret açığı, 350 milyar dolar seviyelerinde borçlanma, dolardaki yükseliş trendi, Suriye’den kaçıp ülkemize sığınanların problemleri, Mısır ve Suriye ile ilgili izlediğimiz politikalar gibi sayılarını artırabileceğimiz gündemler ekonomiyi direkt olarak faktörler olduğu için belirsizliğin sürmesi halinde hiç telafuz edilmese de, pembe tablolar çizilse de önümüzdeki en önemli handikaplardan birini teşkil etmektedir. Hasadı yapılan ürünlerin taban fiyatların açıklanmamasını da anlayabilmek mümkün değildir. Örneğin Ayçiçek üreten çiftçiler taban  fiyatlarının açıklanmasını beklemektedir. Her hasat döneminde bu tür aksaklıkların yaşanması nedeniyle, köylü vadandaşlarımız mağdur edilmektedir. Fındık için de aynı uygulama söz konusudur. Üretici tarlaya girer, ürününü toplar taban fiyatları ürün toplandıktan sonra açıklanır. Bu arada zaten fındık tüccarlarına borçlandığı için yok bahasına ürününü tüccara satmak zorunda kalır.

Gelişmiş ülkeler belirli bir ekonomik refahı yakaladıklarından vatandaşlarının sosyal güvence anlamında hiçbir problemleri bulunmamaktadır. Ancak bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde sosyal güvence sistemleri oturmadığından, ve üstelik asgari ücretle yaşamak zorunda kalan önemli bir nüfus yoğunluğuna sahip olduğumuzdan, muhtemel ekonomik krizlere tahammül edebilecek performansı taşıyabileceğimiz söylenemez.

/Süleyman SALUR
29 Ağustos 2013

27 Ağustos 2013 Salı

Yitip giden zamanlarda Bafra esnafları


Bir zamanların Bafra`sında ne çok meslek varmış değil mi? Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, seçim zamanı, meydanlara indiğinde, “benim, köylüm, benim işçim, benim, dul ve yetimim, benim emeklim” diye diye konuşmaya başlardı.

Ben sizi yine o yıllara, 40 yıl öncesinin Bafra`sına götürecek, Bafra`nın sokaklarında dolaştıracak, çoğu yok olan meslekleri hatırlatacağım. Hiçbir şeyin ziyan edilmediği o yıllarda; ağaçlardan düşen elmaların dilimlenip kurutulmasıyla kışlık yiyeceklerimizden biri olan hoşaf, cenderelerde sıkılması ile sirke elde edilir, incir ağacının son kalanlarıyla da reçel yapılırdı. Evdeki yiyeceklerin atıldığı görülmüş bir şey değildi... Bayatlamış ekmekler atılmaz, bizim ekmek ıslaması bazılarının ise papara dediği yemeğimiz yapılırdı. Sadece yiyecekler miydi ziyan edilmeyen...

Eskimiş tüm elbiseler, örtüler, her tür kumaş, 2-3 santim eninde makaslarla kesilerek yumak halinde sarılır, yeterli miktarda olduğunda, Elektrik Fabrikasının orada bulunan kilimciye götürülüp, onlardan o zamanki evlerin vazgeçilmezlerinden olan kilimler dokutturulurdu. Ben babaannemle beraber gider, o kilim dokuyan amcayı saatlerce izlerdim. Aynı civarda elmalı şeker yapan bir amca vardı. Yaptığı elmalı şekerleri, üstten kapaklı teneke kutusuna koyar ve satışa çıkardı. Rastgelirsem mutlaka bir elmalı şekeri babaanneme aldırırdım.

Çoğu insan farkında olmasa da o semt küçük zanaatkârlarla doluydu. Eskimiş yün ve pamuklu eşyaları tekrar kullanmak için hallaca gidilir attırma denen işlen yaptırılırdı. Oradan elde edilen elyaf ile genelde kırlent ve yastık yapılırdı. Bugünkü nesil ne hallaç bilir ne de yün atma. Hallaç pamuğu gibi atmak deyimini dahi bilmeyenlerimiz vardır.

Hallaca götürdüğümüz yün ve pamukluları teslim edene kadar içerdeki toz bulutu tüm giysilerimize, saçımıza, başımıza yapışır, kolay kolay da çıkmazdı. Karakolun karşısındaki araya girdiğimizde ilk gördüğümüz esnaf, el arabasında kral adıyla tükürük köftesi yapan amcaydı. Tükürük var mıydı yok muydu bilemem ama yaptığı köfteler gerçekten lezzetliydi.

Köftecinin hemen yanında su resmi yapan fotoğrafçılar vardı. Fotoğraf çektirecek adam bir sandalyeye oturtulur, hiç hareket etmemesi istenir, üçayaklı fotoğraf makinasının önündeki kapak o sırada açılır, birden beşe kadar sayılarak tekrar kapatılırdı. Bütün hareketler seri ve ritmik bir şekilde yapılır sonra karanlık odadan alınan fotoğraf kâğıdı, hiç ışık görmeden su dolu kutucuğa konup arap denilen negatif resim elde edilirdi. Bu resim bize çok komik gelirdi. Kurutulan arap resim tekrar fotoğraf makinasının önüne konulur pozitif resim elde etmek için, tekrar fotoğraflanırdı. Bütün bu olan biteni izlemek gerçekten çok hoştu.

Meydandaki kebab lokantalarının yanında el arabasında şıra satan Sami Dayı vardı. Siyah kuru üzümün çekirdekleriyle birlikte kıyma makinasında öğütülmesi, sonra sulandırılması ve karanlık bir yerde mayalandırılmasıyla şıra elde ediliyordu. Şıranın tadını bilip de içmeden oradan geçebilecek bir Bafralı azdır. Gerçekten harika bir içecektir ve tandır kebabının ayrılmaz parçasıdır. Şimdilerde köfteciler de şıra yapıyor ama bu güzel içecek maalesef uzun süre saklanamıyor. Şıradaki mayalanma sürekli olduğundan uzun süre beklettiğiniz takdirde sirke içmek zorunda kalırdınız.

Şıracıyı geçip, Çarşı Camisi`nin arasından sola döndüğünüzde, Kuru Kahveci Fehmi Amcanın çektiği kahvelerin büyüsüne çoktan kapıldınız demektir. O güzel kahve kokusunu yıllarca hiçbir yerde alamadım. Fehmi Amcanın işyerinin arkasındaki sokakta ise müşterinin ayağına göre ayakkabı diken kavaflar vardı. Ellerindeki falçeteyi inanılmaz ustalıkta kullanan kavaflar, ayakkabının tabanını tutturmak için tahta çivileri kırmadan çakıyor, diktikleri ayakkabıları son işlem olarak tahtadan yapılmış olan kalıplara yerleştiriyorlardı.

Soba yapan tenekecilerle, yük ve binek hayvanlarında kullanılan eşyaları yapan dericiler aynı yerdeydi. Onları izlerken de çok büyük keyif alıyorduk. Galvanizli saç tabakalar, o maharetli eller tarafından ördek ve talaş sobalarına dönüşürdü. Soba altlıklarının kenarları motifli saçlarla çevrilerek çok hoş görünürdü.

Dericilerin yaptığı eğerler, üzengiler, kırbaçlar, kendine has deri kokusuyla içinize ruhunuza işlerdi.
O sokaktan Beşyol tarafına döndüğünüzde sağ tarafta helva imal edip satan işyeri karşınıza çıkardı.
Koz helvaların, tahin ve yaz helvalarının tadına doyum olmazdı. Helvanın olmazsa olmazı eğer mevsimiyse çekirdeksiz taze üzümdü. Bir köylü şehre inmişse mutlaka helvacıya gider, gitmemişse köylü tarafından  “helva ekmek yemediysen şehre ha gittin, ha gitmedin”diye dalgaya alınırdı.

Helvacının az ilerisinde ise İstanbul Börekçisi vardı ve poğaçası çok güzeldi. Bafralıların tamamı hamur işi hastası olduğu için börekçi çok iş yapardı. Börekçinin ilerisindeki soğuk demir işleyenler, mükemmel güzellikte demir kapılar, bahçe ve pencere korkulukları yapar, seyreden çocuklardan hiç rahatsız olmazlardı.

Pazar günleri pikniğe giderken buz aldığımız kalıp buz imalatçısı da oralardaydı. Kocaman kalıp buzlar ortasından delinir ve ip geçirilerek taşınırdı. Tuz çeken imalatçıların topak tuzları değirmene atıp öğütmesi de yine o caddede yapılırdı. Beş adet yolun kesiştiği Beşyol mevkisinde, elde çevrilen körüğün üflemesi ile kor haline gelen kömürün kıpkızıl hale getirdiği demiri işleyen zanaatkarlar vardı. Bunlar genellikle balta, kazma, bıçak, satır gibi aletler imal ederlerdi.


Bizim en çok ilgimizi çeken zanaatkarların başında seyyar kalaycılar geliyordu. Seyyar kalaycılığı sadece göçebe çingeneler yapıyordu.  Yılın belli zamanlarında mahalle mahalle gezerlerdi. Biz de, konu komşunun bakır kaplarını toplayıp kalaycıya taşıyarak onlara yardım ediyorduk.

Kalaycı mahalle çocuklarının bakışları altında önce yere bir çukur açıyor, açtığı çukura seyyar körüğün ucunu denk getirip üzerine odun kömürü koyuyor, kömürler kızıl renkli olana kadar körükle üflüyordu. Sonra bakır kapları onun üzerinde ısıtıyor, nişadır sürülmüş üstüpü ile kaplar paslardan arındırılıyordu. Kalaylama işi sıcak haldeyken üstüpüye bulaştırılmış kalayın kaplar üzerinde gezdirilmesiyle son buluyordu.


Mahallede kalaycının olduğunu bir kaç sokak öteye kadar yayılan ve insanı rahatsız etmeyen kokusundan anlıyorduk. Beşyol`daki itfaiyeden sola döndüğünüzde yün pazarı denilen yere giriyordunuz. Orada elekçi denilen insanlar, elek, oklava, yaslağaç, tahta kaşık ve davul yapıp satarlardı. Ellerinde doğru dürüst bir makina olmadan bu işi yapmalarına hep imrenmişimdir. 23 Nisan`daki merasim yürüyüşlerinde çalacağımız davulları oradan alırdık. Daha sonra metal trompetler çıksa da onlar yıllarca orada davul satmayı sürdürmüşlerdi.


Şimdi göz hakkı da olan elde dondurma yapanlardan bahsetmek istiyorum. Sütun içine konulan salep ve şeker yeterince kaynatılıp soğutulduktan sonra, yaklaşık 50 cm genişliğinde tahtadan üstü açık bir varilin içindeki bakır kazana konur, kazanla tahta varilin arasındaki boşluğa konulmuş bez torbaya buz parçaları yerleştirilir ve soğutularak dondurma elde etmeye çalışılırdı. Bakır kazan kapağı kapatıldıktan sonra hiç durmadan buzun içinde döndürülür, buzun içine ara sıra da tuz atılırdı. Bunun niye yapıldığını o günlerde hiç anlayamıyordum.

Yıllar sonra buzun bir an önce eriyip soğukluğunun şok etkisiyle dondurmaya geçmesi için yapıldığını öğrenecektim. Bu bir çeşit şoklama işlemiydi. Artık dondurma hazırdı. Tok gözlü sayılabilecek dondurmacı bizim göz hakkımızı verir dondurmasını satmaya başlardı. Bilhassa Ramazanlarda veya misafir geldiğinde yapılan kadayıfı, Hacıömerlerin evinin yanındaki Kadayıfçı Ali dedikleri adam yapardı. Kadayıf, altı delikli 5 kiloluk Vita yağı tenekesine boşaltılan cıvık hamurun, tüpgazla ısıtılan sıcak sacın üzerine dökülüp, kızarması ile elde ediliyordu.

Kadayıfçının hemen karşısında, o zamanın ulaşım aracı olan şimdilerde ise turistik amaçlı yaşatılan faytoncular vardı. Sıra sıra dizilen atlı faytonlar o dönemin insanlarının taksileriydi. Her yere onlarla gidilir, faytoncunun çaldığı zil her yerden duyulurdu. Atların tırnaklarının törpülenmesini ve nal çakılmasını seyretmek başka bir zevkti. Başka bir zevkimiz daha vardı... Eski nalları ne yapıp edip nalbanttan alıp biriktirmek ve hurdacıya satmak. Bir zamanların Bafra`sında ne çok meslek varmış değil mi?

/Recep Yılmaz
27.08.2013

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Samsun Turizm Kenti Olacakmışşşş.

İki hafta önce “Yabancıların gözü ile güzelleşen Samsun” başlıklı bir köşe yazısı yazmıştım.O yazımda özellikle dışarıdan gelen ziyaretçilerin Samsun’un güzel yerlerini gezdikleri için son yıllarda yüzeysel olarak güzelleşen Samsun’a hayran kaldıklarını yazmıştım.

Bunları yazarken de okuyucularımın ama diye başlayan itirazlarının olacağını biliyordum ve amalarınızı lütfen kendinize saklayınız, onlara da sıra gelecek demiştim. O yazıyı kaleme aldığım günlerde yazdıklarımı yalanlarcasına yağan sağanak yağmur,Atakum’u bir kez daha perişan etmiş ve o benim sözünü ettiğim makyajını silip süpürmüştü. Son yıllarda Samsun’un uğradığı haksızlıklar ve hemen her konuda diğer illerin gerisinde kalışımızın etkisiyle, sorunları azalan ve gelişen bir Samsun görmek isteyen Samsun sevdalılarınınbu yüzeysel güzelliklerle tatmin olmayacağını bende biliyordum ama öte yanda da, “Bu kentte hiç mi güzel bir şey olmuyor? Diyenler vardı.

Üzülerek söylemek gerekirse, her konuda olduğu gibi bu kentte sadece güzellikleri görüp, en ufak yanlışın söylenmesine dahi hoşgörüsü olmayanlar ile en ufak yanlışın üzerine giderken, yapılan güzel işleri görmezden gelenler, resme iki yönü ile birlikte bakamayacak kadar ayrışmışlardı. Bu girişten sonra yazımın konusu olan”amaya” gelelim. Geçtiğimiz günlerde gazetelerde boy- boy yer alan gezi ilanlarına göz atarken gördüğüm bir ilan yüreğimi dağladı.

Lüks transatlantik türü bir gemi fotoğrafının da yer aldığı ilanda,Lüksgemi ile yapılacak Karadeniz gezisinin duyurusu ve programı yer alıyordu. Gezi programı İstanbul’dan başlayıp, Sinop, Trabzon, Sochi diye devam ediyordu.Karadeniz Bölgesi’nin en güzel, en büyük kenti diyerek yere göğe koyamadığımız Samsun ne yazık ki, turizm firmalarının programlarına giremiyor.

Samsun, otobüslerle düzenlenen Karadeniz Bölgesi gezi programlarına dahi konaklamalı olarak giremiyor. Turların geçiş güzergâhında olduğu için biraz da zorunlu olarak Samsun’a kısa süreli uğrayıp, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin hemen her köşesinde konaklayarak gezilerini sürdürüyorlar.

Cumartesi günü tanık olduğum bir olay, tur şirketlerinin Samsun’a bakışlarını çok güzel anlatıyordu.
Akşamüzeri eczaneme gelen orta yaşlı İstanbullubir çiftin otobüs turu ile Karadeniz gezisinden dönüş yaptıkları sırada Samsun’a uğradıklarını ve Bandırma Vapuru ile Atatürk Anıtı’na götürüldükten sonra kendilerini şehir gezi yapmaları için iki saat süre ile serbest bıraktıklarını öğrendim.

Gazi Müzesi’nden, Etnografya Müzesi’nde sergilenen Dünyada eşi bulunmayan Amisos takılarından haberleri yoktu. Sahil Yolunu da kendi çabaları bulmuş ve çok beğenmişlerdi. Samsun’un yeni gelişen Atakum’u ve Atakum sahilinde ki kafe ve eğlence yerlerini de görmemişlerdi. Teleferikle Amisos Tepesine çıkıp Samsun geçmiş tarihinden izleri de görmemişler, Samsun pidesi ile tanışmamışlardı.

Batı Parkı gezip büyük paralar harcanarak yapılanları zaten hiç duymamışlardı. Bunların gösterilmemesine çok hayıflandılar ama buraları kendi imkânları ile de olsa görmeye zamanlarının olmayışına daha da çok üzüldüler. Kendilerine Gazi Müzesi’nin anlamını söz edince görmek istediler. Eczanemin hemen yanı başında ki müzeye kendi personelimin eşliğinde gönderdim. Dönüşte çok etkilenmişlerdi ve “Eğer burayı görmeden gitseydik yazık olacakmış, 19 Mayıs’ın Samsun için anlamı ve simgesi burasıymış” sözleri, bir Samsunlu olarak beni bir kez daha Samsun’un sahipsizliğine isyan ettirdi.

Samsun’u denizden gezip görmek için yaptırılan Samsunum 1 gemisinden bu tur şirketlerini haberdar edemiyorsak, ne işe yarar bu gemi. 4-5 yıl kadar önceydi. O dönemlerde SAM-SEV’İN Başkanlığını yapıyordum. Buna benzer bir olay nedeniyle Karadeniz Turları düzenleyen büyük bir tur firması ile birebir görüşmüş ve Samsun’u sadece, o da geçişlerde iki saatlik süreyle programa almamalarının nedenini sormuştum.
  
Daha sonra bir başka firma ile yaptığım görüşmede de aldığım cevap aynıydı. “Samsun’da hiçbir yetkili bize yardımcı olmuyor” diyorlardı. Otobüslerinin kent içine sokulmadığını, girebilselerde Gazi Müzesi yöresinde park yeri bulamadıklarını, Samsun’da yapacakları geziler de otobüsleri için belirli yerlerde konaklama yerlerinin bulunmadığını söylüyorlardı. Artık çok sayıda ve her yıldızda otelimiz de var. Ama değişen bir şey yok. Uzun yıllar Turizmciler dernek başkanlığı yapan ve Samsun turizmine katkı sağlayan turizmci dostum Mustafa Yavuz ile de konuştum. Bu konuda O’nun görüşlerini aldım. İşte O’nun söyledikleri; “Samsun’un tanıtımı için profesyonel bir destek alınmalı, tanıtım için bir şirketle anlaşılmalı veya tanıtım konusunda profesyonel insanlar istihdam edilmelidir. 
 
Zira yapılan pek çok çalışma var ama sonuç istenilen gibi, olmuyor. Bu işte tur operatörlerinin, profesyonel rehberlerin de eksikleri var. Kendilerini yenilemiyorlar. Yeni yerleri tanımıyorlar. Yerel yöneticilerin yaptığı çalışmalara, Ticaret ve Sanayi Odası da katkı sağlamalıdır.  Bu nedenle Samsun Tanıtım Stratejisi mutlaka gözden geçirilmeli, eksikleri tespit etmeli ve en hızlı şekilde sonuç alınabilmesi için revize edilmelidir.”

Çıkan sonuç, Samsun her konuda olduğu gibi bu konuda da birlik olamıyor ve ortak bir eylem planı uygulanamıyordu. Turizm firmaları bu programları iki yıl önceden belirliyor ve biraz da yerel yöneticilerin ve o kentte ki özel sektörün desteği ile planlıyorlardı. Yıldızlı otelleri sıralıyoruz, Samsun’u yüzeysel de olsa güzelleştiriyoruz ama bunları görmek ve Samsun’u gezmek için gelen turlara bunları anlatamıyoruz.  Samsun’da konaklattıramıyoruz. Lobiciliği bir türlü öğrenemedik.
  
Kendimiz çalıp, kendimiz oynuyor ve yaptıklarımızla övünerek şov yapıyor, kendi insanlarımızı kandırırken, çevre illerimizden gelen insanların beğenileri ile yetinip duruyoruz. Kentimizin güzelliklerini pazarlayamıyorsak, yakınmaya da hakkımız olamaz. İki de birde, “Samsun Turizm Kenti oluyor” Müjdelerini veriyoruz ama hala,“19 Mayıs” gibi bir misyona sahip bu kente marka arayışına girişenlere dur diyemiyoruz. Hangi olumsuzlukla karşılaşsak, karşımıza çıkan sonuç hep aynı; Samsun’un sahipsizliği…  

Samsun’un tanıtımını yapacak Atatürk Anıtı maketi, panoları ile çeşitli tanıtım objelerini üreten SAM-SEV’E bu ürünleri Samsun’a gelen ziyaretçilere ulaştırabileceği bir yer sağlayamayan, en kolay konuklara ulaştırıldığı Gazi Müzesi ve Bandırma Vapurunda ki satış stantlarını dahi kaldırtan bu kentin yönetim anlayışı ile turizm kenti nasıl olunur anlayamıyorum. Yukarıda anlattığım turların Samsun’u da programlarına almalarının yolunu bulamayanlar, Rusya’nın KlosnodarLiman kentine uçak seferleri düzenlemeye kalkışıyorlar.

Samsun’u istediğiniz kadar yüzeysel olarak güzelleştirin, istediğiniz kadar yabancı ülkelerin şehirleri ile kardeş şehir yapınız. Eğer bu kenti bir Eskişehir yapamıyorsanız, Eskişehir’i yönetenlerin izlediği yolu izleyip gezi turlarının programına Samsun’u aldıramıyorsanız, Samsun’u Turizm Kenti yapamazsınız. Binlerce işçinin çalıştığı işyerlerinin kapatılmasına seyirci kalan, Samsun’da yeni işyerlerinin açılışına zemin yaratacak teşvik yasası dışına itilen tek Karadeniz Bölgesi kenti olmasına suskun kalan anlayışla, Turizm kenti falan olamayız, kimse kendini kandırmasın. İki hafta önce ki yazıma itiraz ederek ama diyenlerin söylediği o kadar eksiğimiz var ki, yazmakla bitecek gibi değil. 

Bu eksiklerimizi gidermek için işe önce “Sahipsiz Samsun”imajını değiştirmekle başlamalıyız diye düşünüyorum.  İyi bir hafta dileğiyle..

/Sadi SUBAŞI
26 Ağustos 2013

20 Ağustos 2013 Salı

Kırmızı Bisikletli Kız


Hayatın film olmadığını, bazı şeylerin imkansız olduğu gerçeğini yıllar sonra olsa da öğrenecektim. Yıllar önce, Bafra`nın Arnavut kaldırımlı sokaklarında, çocukluğumuzun, belki de yaşamımızın en güzel günlerini oyun oynayarak geçirdiğimiz günlerde, bizi çok üzebilecek şeyleri pek yaşamazdık. Teknolojinin yaşamımız ile iç içe olmadığı o günlerde bizim ve komşularımızın maddi sıkıntıları büyük boyutlarda değildi.

Ne kredi kartı furyası ne de çok taksitli satışlar vardı...  Sinema veya çay bahçesine gidebilecek paran varsa senden iyisi yoktu. Hele Samsun`a alışveriş için bir günlüğüne gitmişsen havandan geçilmezdi. Erkek çocuklarının en büyük hayali hafta sonları Samsunspor`un oynadığı Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçına gidebilmekti. 1977 yılında Samsun`a taşındığımızda 15 yaşındaydım ve sadece iki kez maça gidebilmiştim. Yine de çoğu arkadaşımdan şanslı sayılırdım. Bazı yaşıt arkadaşlarım stadın yerini bile bilmiyordu.

Bize göre lüks olan sadece maçlar değildi elbette. Bafra çok düz bir alana sahip olduğundan büyük küçük herkeste bisiklet merakı vardı. Bisiklet önceleri plaka takılması zorunlu olan ulaşım araçlarından biri olsa da zaman içinde gezmek için kullanılan bir araç haline gelecekti. Gazi ilkokuluna yeni başlamıştım. Okulla birlikte bisiklet sevdamızda başlayacaktı. Merkez ilkokulunun karşısında bisiklet tamiri yapan ve bisiklet kiraya veren Akça bisikletçi diye bir dükkan vardı.

Merkez İlkokulu ile Gazi İlkokulunun arasındaki sokakta iki veya üç tekerlekli son derece eski bisikletlerle sokağın sonuna kadar bir gidiş dönüş için 25 kuruş alıyordu. Harçlıklar her gün vezne gibi bisikletçiye yatırılmaya başlanmıştı. Bazı haylaz çocuklar bisiklete binmeye doyamaz, bisikleti kaçırırlar saatlerce binerlerdi. Zavallı bisikletçi onları her yerde arar, bulursa pataklar, bulamazsa çocuğun ailesine giderek bisikletini geri alırdı.

Tekerlekli araçlar sadece bununla sınırlı değildi. Seyyar satıcıların sebze ve meyve, hıdrellezde boyanmış yumurta, turşu, pişmiş mısır, kestane gibi şeyler sattıkları dört tekerlekli el arabaları vardı. Neredeyse her şeyin satıldığı bu arabaların başka bir amaçla kullanıldığını ilk kez Bafra`da görmüştüm. Hali vakti yerinde olmadığı giyiminden belli olan bir kadın, 14-15 yaşlarındaki kötürüm (Bafra`da kullanılan bir kelime omurilik felci geçirenler için kullanılıyor] kızını, el arabasının üzerine serdiği yatağa yatırarak ve üstünü de yaz kış örttüğü yorganla kapatarak gezdiriyordu.

O gencecik kız, çaresizlik ve kıskanan gözlerle yaşıtlarına imreniyor, bulunduğu durumdan utansa da gününü sokakta geçirmek istiyordu. Güzel de sayılırdı... Çocuk da olsak onun o haline çok üzülürdük. O yaştaki çocukların özlemleri hep aynıydı. Neden onun da kırmızı bir bisikleti olmasındı. Bu duygularla bir gün anneme durumu anlatmış, iş daha yüksek bir makama yani babama intikal etmişti. Babam anlatılan olaya hemen sahip çıkmış, tedavisi mümkünse ameliyat ettiririm demişti.  Ne kadar sevinmiştim ama sevincim yarıda kalacaktı. Babam tanıdığı doktorlara durumu anlatmış, doktorlar, tedavinin mümkün olmadığını söylemişlerdi. O genç insanın yerinde ben veya bir yakınımda olabilirdi. Çaresizce çırpınıyordum ama bunun çaresini bulamayacak yaşlardaydım.

O yıllarda tekerlekli sandalyenin varlığından kimsenin haberi yoktu. Belki büyük şehirlerde imkanı olanlar alabiliyordu ama o günlerin Bafra`sında bu mümkün olmadığı gibi bu durumdaki insanların gidebileceği ne bir okul ne de rehabilitasyon merkezleri vardı. Hastaneler ise çok ağır hastalar, kırığı olanlar veya doğum yapan kadınlar için vardı. Bafra`da sadece bir hastane vardı. O da devlet hastanesiydi. Oraya sadece iki kez gitmiştim. Birincisi orada doğmuşum, ikincisi ise fen dersinde okulumuzla birlikte kan gruplarını öğrenmek içindi. Biz nasıl yavaş yavaş büyüyorsak o sakat genç kız da bizimle beraber büyüyor annesinin ittiği el arabasıyla Bafra`nın sokaklarında geziyordu.

Acıma ve çaresizlik duygularını aynı anda yaşıyordum. O yıllarda sinemalarda çokça oynayan Türk filmlerinde, kör kızın gözleri açılıyor, felçli olanlar yürüyebiliyor, ben de bu filmlerden etkileniyordum. Hayatın film olmadığını, bazı şeylerin imkansız olduğu gerçeğini yıllar sonra olsa da öğrenecektim. Şimdi her hastalık için ayrı ayrı hastaneler yapıldı. Hatta bazıları beş yıldızlı oteller gibi.

Rehabilitasyon merkezlerinin sayılarının her gün arttığı, tekerlekli sandalyelerin benzinlisinin, şarjlısının üretildiği bu günlere bakınca üzüntüm katlanıyor. Keşke hayatını dört tekerli el arabasının sırtında geçirmek istemeyen o kız bu günleri görebilseydi. Şükür duygusunun yok olduğu günleri yaşasak da ben çok şükür demeyi tercih ediyorum.

/Recep Yılmaz
20.08.2013

Yazının Devamı

Cuma günkü "Bir yanlışlık öyküsü" başlıklı köşe yazım sonrası arayanların sayısı çok olunca kendi kendime "arı kovanına çomak sokmuşum" diye düşündüm... Samsun'un hatta ülkenin futbolcu fabrikası unvanlı kulüplerinden biri olan Kadıköyspor da yetişen yıldız oyuncuların neden Samsunspor'a verilmediği konusunda bir sorgulamada bulunmuştum... Şükürler olsun ki (!) Samsunspor kulübünden beni ciddiye alıp, arama, bilgi verme gereğini duyan olmadı... Malum arkadaşlar harıl harıl çalıştıklarından cevap verme tenezzülünde bulunmadılar... Yolları açık olsun, bu kafayla anca giderler...

Onlar için bazı medya kakadır, tesislere bile alınmazlar, bazıları ise ne yazarsa yazsın biz kafamızı kumdan çıkarmayalım mantığını sürdürürler... Bazıları içinde "yalak malak ta olsa bizdendirler, atalım önlerine birer kemik yalanıp dursunlar" diye düşünürler... Mübarek alt yapı, üretim değil, değirmen gibi öğüten yeri olmuş... Malum, Kadıköyspor bu yıl iki futbolcuyu Gençlerbirliği'ne, dokuz futbolcuyu da Samsunspor'a verdi... O iki futbolcuya Samsunspor'un verecek parası yoktu... Elinden kaçırdı... Ama yerli, ya da yabancılara iş gelince para var...

Alınan dokuz futbolcudan kaçı gelecekte A Takım forması giyecek?  Sabırla bekleyeceğiz... Yoksa kaderleri sahipsiz kalan, destek verilmeyip başka takımlara gitmek zorunda olanlar gibi mi olacak? Sahi o büyük umutlar beslediğimiz milli formayı giyme başarısını göstermiş Tufan Göçe, Canberk Dilaver nerede? Sorsam şimdi; Fenerbahçe'den o genç kaleciyi niye transfer ettiniz? Elinizde milli takımlarda görev yapmış Furkan ve Eren varken? Cevap verebilirler mi?

Furkan için Yolspor'a beş kuruş vermezken, İstanbulluya milyarlar verdiniz... Eren'in nerde olduğunu antrenörünüz dahil, hanginiz biliyor? Ben söyleyeyim... Kuş yuvadan uçtu, Üsküdar'a kondu... Furkan'ı da küstürdünüz... El malı kıymetli, kendi evladınız üvey... Samsunspor'un kurtuluşu her sezon 20-25 futbolcuyu gönderip, yeniden bir o kadar futbolcu almaktan geçmez... Bu anlayış kulübün mali yapısını her yıl eksiye götürür... Size destek verenlere, "verdiğiniz parayla şu şu futbolcuları aldık" demek yerine, "Alt yapıdan A takıma antrenman oyuncusu değil, forma giydirilip sahaya sürdüğümüz şu futbolcuları kazandırdık" diyebilmelisiniz... Bunu gerçekleştirdiğinizde ancak, memur yönetici olma vasfından kurtulabilirsiniz...

20 Ağustos 2013 Salı
/Resul AKÇAY

18 Ağustos 2013 Pazar

Samsun’daki Sivil Toplum Örgütleri

Sivil Topum Örgütleri (STÖ), başlıca sosyal yardımlaşma , eğitim, sağlık , insan hakları, bilim ve teknoloji, çevre gibi pek çok konuda devletten özerk olarak kendi gelişimlerini sürdürebilen ve bu doğrultuda gerekli dinamikleri oluşturan kuruluşlardır. Sosyal, kültürel, politik, hukuki ve çevresel amaçlar doğrultusunda toplum düşüncesinin özgürleşmesine ve siyasi kalitenin yükselmesine katkıda bulunurlar. Üyeler gönüllülük esasına göre hareket ederler. Bu kuruluşlar kendi kurallarını ve ilkelerini kendileri belirlerler. Devlet ve breyler arasında adeta bir sigorta görevini sürdürürler. Aracı ve düzenleyici bir rol üstlenen STÖ’leri toplum yararına çalışan ve demokrasilerin vazgeçilmez en önemli aktörleridir. Siyasi gruplar başta olmak üzere, spor kulüpleri, kültür ve sanat dernekleri, sanayi odaları ve ticari birlikler, dini kuruluşlar  bu gruba girmektedirler.

Buraya kadar STÖ’ler hakkında kısaca bilgi verdikten sonra , şimdi de Samsun’da faaliyet gösteren yaklaşık 60’a yakın STÖ’nün Samsun’un gelişmesi adına politik, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda kente olan katkılarını irdelemeye çalışalım. Samsun Ticaret ve Sanayi Odasından SAM-SEV’e, 19 Mayıs Üniversite Vakfından  Sanayici ve İşadamları Derneğine, Muharip Gaziler Derneğinden Hanımlar Yardımlaşma ve Kültür Derneğine kadar 60’ın üzerinde STÖ’leri bulunmaktadır. Mevcut STÖ’lerimiz, kentimizin en önemli handikabı olan kolektif çalışma ruhunu oluşturdukları söylenemez. Örneğin üniversiteler ile mesleki STÖ’leri arasında tam bir ahenk sağlanamamıştır.

Örneğin teşvikli il olmak konusunda belirleyici rol üstlenmesi gereken STÖ’ler ne yazık ki bu misyonlarını yerine getirememişlerdir. Olaya tamamen siyasi perspektiften bakılmış ve Samsun’un spor, sosyal ve kültürel anlamdaki çalışmaları ile ön planda olan SAM-SEV’in organize ettiği pek çok etkinlikler destek görmemiştir. Oysa ülke genelinde özellikle çevre, kadın, sağlık ve insan hakları gibi pek çok konuda STÖ’lerin etkinliği artmıştır. Demokrasinin emniyet sübabı görevi gören bu kuruluşların güçlü olması, siyasal sisteme de yön verecek boyutlara taşıyacaktır. Samsun’da gerek doğal afetler sonucu ortaya çıkan olumsuzluklar ve gerekse kentin geleceğine ilişkin projelerde STÖ’lerinin bir eylem birliği içinde olmamaları, kentin kalkınmışlık anlamında 7.sıralardan 37. Sıralara kadar gerilemesine zemin hazırlayan önemli bir faktördür.

Nedenler ise basittir ancak hiç kimse bu gerçekleri dile getirmez. Samsun’da pek çok STÖ, devlet karşısında özerk kimliğini kaybetmiştir. Sosyal gelişme sürecinin çok yavaş hareket ettiği Samsun’daki örgütler, kentin olumsuz ekonomik göstergelere sahip olmalarının da sorumluları olarak gösterilebilir. Bir Nobel ödülü kazanmış bilim adamına göre (Amartya Sen)  “yoksulluk ve açlık yokluktan değil, var olana ulaşamamaktan kaynaklanır.

Var  olana ulaşabilmek için ise STÖ’ler önemli bir misyon üstlenmektedirler. Eğer devlete karşı özerklik kimliğini yok ederler ise, ve sadece partizan zihniyetlere hizmet eden kuruluşlar haline gelirler ise, öncelikle kendi misyon ve vizyonlarına ihanet edeceklerdir. Devletin gücünün yetmediği noktalarda tamamlayıcı olarak çeşitli toplumsal hizmetlerini yerine getiren STÖ’leri, katılımcı demokrasinin mihenk taşlarıdır.Bu çerçevede Samsun’da faaliyet gösteren STÖ’leri, Samsun’un kaderi üzerindeki etkilerini çok iyi analiz etmeleri ve eksik olan kolektif çalışma ruhunu şekillendirmelidirler.

/Süleyman SALUR
18 Ağustos 2013

Yılmaz Ulusoy’dan Hasbi Ağa’ya

Yeni bir futbol sezonu başladı ve ben kendi ritüelime döndüm. Dün Samsunspor’un ilk maçına gittim, bir de son maçına gideceğim eğer ölmez de kalırsam ve eğer kısmet olursa. Bu bir maç yazısı değil. Gazetecinin teknik adamdan, seyircinin de her ikisinden daha çok bildiği bir konuda yazmak; benim gibi bir futbol cahiline kalmamalı. Bu bir umut yazıdır. Umarım ve dilerim ki umutlarımız boşa çıkmaz, bu takım her türlü olumsuzluklara rağmen ligde herkesin beklediği başarıyı gösterir.

Bu satırların yazarı, Samsunspor’un o zamanki adıyla birinci, şimdiki adıyla Süper Lig'deki ilk yılını bilmese de sonraki ilk yıllarını TRT ve Türk Haberler Ajansı mensubu olarak yakından izledi. Yılmaz Ulusoy, Bülent Semizoğlu ve Fehmi Sağlamer’in başkanlıklarına tanıklık etti. Her biri bir başka beyefendi olan dönemin futbolcularını hayranlıkla seyretti, onların dostluğunu kazanmanın gururunu yaşadı, sohbetlerinin hazzını tattı.

Ben üç başkandan hiçbirisinin parasızlıktan yakındığını hatırlamam. Yılmaz Ulusoy yardım toplamaya kentin valisi, savcısı, jandarma komutanı, emniyet müdürü, defterdarı, kamu ve özel bankaların müdürleri, ticaret odası başkanı ve gazetecilerden oluşan adeta küçük bir orduyla çıkardı. Herkese haline göre bir rakam bildirilir ve belki gelenlere saygıdan belki de Yılmaz Ulusoy’un özel konumundan kimse itiraz etmezdi. İki üç saatlik bir şehir turu, bir sezonun ihtiyacını karşılamaya yeterdi.    

Ben, Hasbi Menteşoğlu’nun “Hasbi Ağa” olarak Samsunspor başkanlığı günlerinde Samsun’da yoktum. Bu kentin artık ne yazık ki “vermeye alışmış ve ona kudreti olan Hasbi Ağa”sı yok. Galip Öztürk’ün Samsunspor’la vuslatı da bu kentin bazı güçlerince engellendi. Parasına ihtiyaç duydukları adamın tribünlerde karşılık bulan sevgisinden rahatsız oldular. Şirketleşme projesi tartışılmadan rafa kaldırıldı. Artık Galip Öztürk’te vermek için eski heyecan, birilerinde de isteyebilmek için eski cesaret yok. Kulüp şimdilerde Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç ve Samsun Valisi Hüseyin Aksoy’un gayretleriyle Cemal Yeşilyurt ve Turgut Tüfenk gibi bir iki işadamının himmetine kalmış vaziyette.

Profesyonel futbolun, her geçen gün daha da pahalılaştığı bir dönemde bu gayret Samsunspor’u sıkıntı ve korkularından kurtarmaya yeter mi? Hayır, asla yetmez. Kentin bütün dinamiklerinin harekete geçirilmesi gerek. Nasıl mı? Anlatalım:

Bu kentte beş bin civarında doktor, diş hekimi, avukat, mimar, mühendis ve başka hali vakti yerinde yüksekokul mezunu insan, yine iki binin üzerinde üniversite öğretim üyesi ve elemanı, yirmi binden fazla öğretmen, bir o kadar memur var. Ticaret ve Sanayi Odası'na kayıtlı firma sayısı altı binin üzerinde. Yetmiş üç esnaf odasına kayıtlı meslek mensubunun sayısı çok daha fazla. Düzenli ve güven veren bir organizasyonla ayda yüz lira verecek on bin ve hatta yirmi bin insan rahatlıkla bulunabilir. Kimsenin vermekten kaçınmayacağı o yüz liralar, on ile yirmi milyon liralık bir kaynak demektir. Samsunpor’un bu yılki bütçesinin eşiti ya da iki katı bir rakam. Bu, bir iki yere kumbara koyma yahut bir iki bez afişle para isteme kolaylığında ve sıradanlığında bir kampanya değil, kişiliklerine ve çabalarına güven duyulacak seçilmiş bir komite tarafından en az altı ay süreyle uygulanacak bir kampanya olmak zorundadır. Böyle olmayacaksa hiç kalkışılmasın, daha iyidir.

Ben o kanıdayım ki, kent halkı bu işi başardığı takdirde Galip Öztürkler de, Cemal Yeşilyurtlar da, Turgut Tüfenkler de bugüne kadar verdiklerinden çok daha fazlasını vereceklerdir. Hatta bugün hiç vermeyenler bile o kampanyada yerlerini alacaklardır. Bu kampanya Samsunspor için elleri ceplerine hiç gitmediği halde çeneleri hiç kapanmayanları tespit ve ibret için teşhir etmek açısından da yararlı olacaktır. Ve kulüpleşme yolunda da ilk adım.

Dün ilk maçımdı ve geleceğe yönelik başarı dualarıyla gitmiştim. Bir de son maçına gideceğim Samsunspor’un bu sezon. Umarım ve dilerim ki o gidişim ve o günkü yazım bir teşekkür ve şükran gidişi ve yazısı olur. Yöneticilere, kent halkına, sporculara teşekkür, Cenab-ı Hakk’a şükran gidişi ve yazısı. Ne yazık ki dualarım tutmadı. Ama umudum asla kırılmadı. 

18.08.2013
/Osman KARA

Değişen Bir Şey Yok!

Yeni bir sezon, yeni bir başlangıç, yeni bir umut... Yeni, bir o kadar da garip renkli ve tasarımlı forma... Çok iğrenç... Ben eski klasik formamı istiyorum, arkadaş... Gri renkli, pitikareli forma değil... Sezonun ilk iç saha maçında, taraftar yine farkındalığını ortaya koydu... Tribünlerden futbolculara kareografi vasıtasıyla gönderdiği mesaj anlamlıydı...

Eskiler futbollarıyla bildik, tanıdıktı, ama yeniler kendilerini ispat etme adına, öne çıkmak için büyük efor sarfetmenin çabası içerisindeydiler... Konuk ekip maçın ilk dakikalarında kaptanı Orhan'ı sakatlık nedeniyle kaybetmesine karşın öyle bir savunma yaptı ki Samsunspor forvetininin ceza alanına girmesi mümkün olmadı... İlk yarı boyunca Samsunspor'un kaleyi bulan tek şutunun dahi olmaması hayli düşündürücü...

Musa, Ekigho ve Umar ile geliştirilmek istenen atakların hepsi savunma derinliğinde eridi gitti... Doka'nın direkten dönen şutu ile başlayan baskı da Mehmet Battal ve Doka Samsunspor defansını çokça yordu... Rakibin bunaltıcı atakları karşısında direncini artıran Samsunspor oyunu kendi alanında kabul ederek, gol yememeyi düşündü... Ev sahibi ekibin kaleye yüklendiği anlarda orta alan oyuncularının etkisizliğini anlamak mümkün değildi...

Fatih, Turgay, Musa Sinan ve Erdem için tatilin devam ettiği söylemek mümkün... Birileri sezonun başladığını bu arkadaşlara hatırlatması gerek... Murat Akyüz kırk yıllık Samsunsporlu gibi tecrübesini, çalışkanlığıyla örtüştürerek oynadı.. İkinci yarı da da roller değişmedi... Golü arayan, isteyen, bu konuda çaba sarfeden taraf yine İstanbul temsilcisiydi... Girdikleri dört net pozisyonda karşılarına kalesinde devleşen Soner çıktı... Samsunspor'un mücadelesi "Çanakkale geçilmez" şeklindeydi...

Tüm çabalar geriye düşmeme adınaydı... Hal böyle olunca tablo karamsarlıktan öteye geçemez oldu... Bu maç, bu futbol, mantalite gösterdi ki Samsunspor taraftarını çileli, ızdırap dolu bir sezon bekliyor... Ortaya çıkan bariz eksiklik orta sahayı yönetecek, bir maestroya ihtiyaç var... Maçtaki ilk ve tek net pozisyonunu ancak 86.dakikada yapabilen takımdan söz ediyoruz... Vay halimize!...

Maçın hakemi genç ve çömez olduğunu verdiği tutarsız kararlarıyla gösterdi... Ne avantaj kuralını uygulayabiliyor, ne faul kararlarında, ne de çıkardığı kartlarda haklılığı söz konusu... Benden ona tavsiye, gitsin Üniversitede mesleğini yapsın diş hekimliği konusunda uzmanlaşsın... Bu iş ona göre değil... Üç dakika uzatma verdi, oyun duraksamadan sürdü... Yani uzatmanın, uzatması olmadı… Samsunspor'un yediği golün dakikası 94.48... Unutmasın ki hakem olunmaz, hakem doğulur...

18 Ağustos 2013 Pazar
/Resul AKÇAY

16 Ağustos 2013 Cuma

Ramazanda da Bafralı Olmak

Bilen bilir Bafra ismiyle neredeyse ortak olarak telaffuz edilen önemli bir yaklaşım vardır; İmece… Bafra’nın tarih içinde var oluşundan bu güne kadar toplumu ilgilendiren irili ufaklı her olayda; bu kültür kendini göstermiş ve el ele vermenin en güzel örnekleri sahnelenmiştir. Hatta bu kültürün türlü örnekleri tarih sahnesinde yer alırken adam sendecilikten, bananecilikten, bana mı düştücülükten uzak neredeyse seferber olurcasına bir araya gelinmiş ve böylelikle imece kültürü Bafra ile bir anılır hale gelmiştir.

İşte geçmişte başta Bafra Lisesi’nin inşası olmak üzere birçok alanda sıkı sıkıya sarılarak hayata geçirilen imece yaklaşımı bu kez Bafra Belediyesi’nin öncülüğünde mübarek Ramazan ayı içerisinde ortaya çıktı. Bafra Belediyesi’nin günlük 3500 kişiye iftar yemeği vermesi paylaşımın, kardeş olmanın önemli hatta çok önemli bir ifadesi. Atalarından kendilerine bırakılan imece kültürü bu kez kutsal Ramazan ayında ortaya çıkararak kendini gösterdi. Örnek bir davranıştı bana göre…

Ve çoğumuza “İşte Bafra bu” dedirtir tarzdaydı… Öyle ki Ramazan ayı süresince sıcak aş oldular yuvalara. Süslü sofralardan uzaklaşarak, mahallelerde sokak aralarında iftar yapmak, nelere vesile olduğunu düşünüldüğünde iyi ki yapılmış dedirtir birçoğumuza. Eleştirel yaklaşımlar da olacaktır. Fakat böylesi paylaşımların artarak devam etmesinde büyük fayda var.

Bafra Belediyesi’nin çağrısına top yekün katılım göstererek böylesi hayırlı bir davranışa ortak olmak, tabiri yerindeyse taşına altına elini sokmak takdire şayan bence. Ramazan ayı süresince Bafra’da yaşanan bu güzellik ve yardımseverlik birçok yöreye ebetteki örnek olacak. Bafra’da yaşayan işadamları ve  hayırsever şahısların bu duruşları, Bafra dışında hayatlarını idame ettiren ama Bafralılıklarını asla unutmayanlar tarafından da gözleri yaşarırcasına takip edildiğini ve imkanları ölçüsünde destek olacak adımlar atacaklarını biliyor olmakta bir başka huzur veriyor insanın yüreğine…

Ben ve benim gibi yaşanılan ve yaşatılan birçok gelişme üzerine umutlarını yitirme noktasına bazen gelenler için de ilaç değerinde bence bu yaşananlar. Nasıl ki başka Türkiye yoksa nasıl ki başka Türkiye de olmayacaksa; başka Bafra’da yok ve olmayacak. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri her şeyi devletten beklememek anlayışının ilk yerleştiği Bafra’da benzer haberleri keyifle okumaya devam edeceğiz.

Bunun reaksiyonları yakın zamanda kendini gösterecek… Sonuç olarak yaşam süresince bazı dönemlerde işsiz olabilirsiniz, her şeyin ters gittiğini düşündüğünüz o umutsuz saatlerde biri öyle bir uzatır ki elini yeniden bağlanırsınız hayata. Bafra’da o eller hiçbir şekilde bitmiyor. Güzellik de işte bu. Paylaşım da işte bu… Bafralı olmak; bir anlamda bunu gerektiriyor çünkü…

16.08.2013
/Birol BİRCAN

Bir Yanlışlık Öyküsü

Yanlış hatırlamıyorsam en son Celil' alınmıştı Kadıköyspor'dan... “Samsunspor şehrin amatör takımlarından yetişmiş hangi futbolcuyu bünyesine kattı?” diye bir soru sorsam kim yanıt verebilir? Öküz altında buzağı aramadan, hinlik cinlik yapmadan ciddi ciddi soruyorum... Bilmek, öğrenmek adına...

Neden bu konuya dalış yaptığımı da açıklayayım... Orda, heyelanlı mahallede bir kulüp var... A Takımını kapatıp alt yapıya ciddi anlamda yatırım yapıp meyvelerini şampiyonluklarla alan bir kulüp... Kadıköyspor... Bir zamanlar 3.ligdeydi... Samsunspor bir el attı, toz duman oldular... Küme düştüler akabinde... Tıpkı Samsunspor'un bir zamanlar el atıp "pilot takımı"mız olacaksınız dedikleri Çarşambaspor, Amasyaspor gibi... O dönemin becerikli ve de iş bilir yöneticileri sayesinde sonları aynı oldu...

Kadıköyspor'un elde ettiği başarıları gazete haberlerinden takip ediyorum... Türkiye'ye damga vurdular... Alkışlamak ve de takdir etmek boynumuzun borcu... Şimdilerde ise o yıllardır büyük emek vererek yetiştirip yıldız adayı şekline soktukları futbolcuları yuvalarından uçuruyorlar... Yetenek avcısı kulüplerden biri olan Gençlerbirliği başta olmak üzere hepsi Samsun dışına transfer oluyor... Gençlerbirliği'nin aldığı futbolcuyu Samsunspor neden almaz? Sıkıysa bu sorunun da cevabını verin... Her iki kulüp yöneticilerinden de almak isterim yanıtları...

Samsunspor ülkenin her yerinden futbolcu transfer edip çuvallarca para harcayacak, ama kapısının önündekileri görmeyecek, ya da gözleri kör olduğu için göremeyecek! Ya da Gençlerbirliği yöneticileri kadar futbol cahili olacak! Haa... Diyeceksiniz ki şimdi, "Efendim Samsunspor kendi alt yapısından yetişenlere A takım kapılarını kapatmış, Kadıköyspor'dan mı oyuncu alacak? Haklı da olabilirsiniz...

Zira son günlerde pek çok oyuncunun çeşitli ayak oyunları çekilip, küstürülerek başka takımlara gönderildiğini duyuyorum... İnşallah bu konuşulanlar şehir efsanesidir, doğru değildir... Eğer doğruysa Samsunspor adına çok, ama çok yazıktır... Tıpkı Kadiköyspor'dan futbolcu alınamaması gibi..

16 Ağustos 2013 Cuma
/Resul AKÇAY

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Samsun Nereye Koşuyor?

Samsun; Karadeniz’in en büyük ili. Koşuyor ama nereye? Bana sorarsanız bilinçsizce koşuyor. Kontrolsüz gücünün farkına varmadan. Zarar vereceğini bilmeden. Daha şimdiden doğusu, batısı, güneyi geçit vermede zorlanıyor. Bugünü böyle olursa, geleceği ne olur?

Alınmaya çalışılan önlemler külliyen hatalı. İş bilmezlerin, hesaptan anlamazların kurbanı edilmek isteniyor koca Samsun. Doğusunda viyadüklerle çözüm arandı. Görünüre bakılırsa; çözüm olmaktan uzak. Halbuki Doğu Çevre Yolu kaçınılmaz olmalı. Batısı, özellikle Atakum geçit vermez halde. Önlem alınması gerekirken, yapılmak istenen Protokol Camii ile koca ilçeyi önlemsiz bırakmak istiyorlar. Samsun’un batısı Batı Çevre Yolu ile rahatlatılması gerekir.

Dolayısıyla Ankara Yolu’nda da çekidüzene ihtiyaç var. İşi bilenler için Samsun’u rahatlatmak kolay. Yeter ki mantığa dayalı işler yapılıversin. Gelecek hesapları yapılsın. Çıkara dayalı planlamalardan kaçınılsın.

Şimdilik böylesine hassas davranıp çalışandan yoksun koca Samsun. İş bilmezlerin yapmak istediği ileriye dönük değil. Gelişen dünyanın imkanlarından Samsun ne yazık ki yararlandırılmıyor. Önceki gün Osman Kara’nın köşesine taşıdığı Atatürk dönemi ile bugün arasındaki fark inanın dudak uçuklatan türden. O imkansızlıklara rağmen Atatürk’ün başardıklarının bugün övünmekten öte gitmeyen bu iktidarın ancak dörtte birini gerçekleştirmesi ne denli beceriksiz olduklarının apaçık bir delili.

Bunun farkına varanlar, kendilerini zeytinyağı gibi su üstüne çıkarabilme gayretleriyle o erişilmez devlet adamı Atatürk’ü dahi küçümsemeleri kabullenemez. Dünün ve bugünün şartları ortada. Bu şartlara rağmen bugün kendilerini başarılı görebilenler Atatürk’ün dörtte bir başarısını ancak yakalayabildiyse söylenecek çok şey var. Geçmişiyle övünmekten uzak kalan. Geçmiştekilerin başarısını küçümseyen. Başarısızlıklarını başkalarının başarısını çürüterek öne çıkmaya çalışanların bu ülkeye, bu topluma yararlı olması beklenemez.

Aksine bu toplum aldatılarak güzel ülkemizin başarısına sekte vurulur. Kısacası sadece Samsun değil, bu ülkenin dört bir yanı işi bilmezlerin elinde geçmişi arar oldu. Pompalanmaya çalışılan ise başarısızlıklarının başarı olduğu. Gören gözlere rağmen. Ne dersiniz?

14.08.2013
/Avni DEMİR

En Ayıp Şey "DOPİNG"

"Ben sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda da ahlaklısını severim...” M.Kemal ATATÜRK.  Ne de güzel bir sözdür... Bu günlerde önemini daha iyi kavrayabilmek mümkün... Gün geçmiyor ki bir doping haberiyle karşılaşmayalım!

Süreyya Ayhan'ın yüzünden eski federasyon başkanı Mehmet Yurdadön'ün başını da doping denen illet yemişti... Şimdi ise son yılların en başarılı başkanı Mehmet Terzi aldı ceketini çekti gitti makamından... Benzer tablo yılın ilk günlerinde halterde de yaşanmıştı... Doping vakaları artınca, Başkan Hasan Akkuş görevi bırakmak mecburiyetinde kalmıştı. Yerine Tamer Taşpınar geldi... Ancak halter, dopingde onun döneminde de başı çekti! Ve son bombayı Kırkpınar baş Pehlivanı altın kemerin ebedi sahibi Ali Gürbüz patlatıverdi... O da dopingli çıktı...

Şimdi altın kemeri, aldığı milyarlar geri talep ediliyor... Dahası toplumun O'na olan sevgisi azalacak, bakışı değişecek... Onursuzluk erezyonuna uğrayacak... Yazık ki ne yazık!... Doping, Türk sporunun hele de şu sıralar en ciddi sorunlarından bir tanesi... Özellikle halter ile atletizm artık bir girdabın içerisinde boğulmaya doğru gidiyor...

Bu konuda federasyonlar gerçekten de duyarsız davranıyor, önlem almıyor, dopinge göz yumuyor ve sporcularının zehirlenmesine çanak mı tutuyor? Yoksa alınan önlemlere rağmen sporcular, koşulların ve antrenörlerinin de teşvikiyle doping yapmakta ısrarcı mı davranıyor? Yanıtı bir türlü verilemeyen sorulardır bunlar...

Akdeniz Oyunları’nda altın madalya karşılığı verilen ödüller nedeni bilinmez bir şekilde 100’den 500 altına çıkarılınca sporcu ve hocalarının iştahı daha da kabardı... Ödül yönetmeliği teşvik edici olmaktan tahrik edici bir hale geldi... Sonuçlarını Akdeniz Oyunları'nda açık bir şekilde gördük.... Bataklık kurutmak yerine sivrisinek avlamak gibi bir eğilim var bizde... Sanılıyor ki federasyonlarda biri gidince yerine gelen hemen sorunu çözecek!... Oysa durum hiç de öyle değil..

Bu ödül tahriki devam ettikçe, antrenörlerin teşviki sürdükçe, sporcu yeterince bilinçlendirilmedikçe, mücadele daha etkin bir hale getirilmedikçe, ilaçlar denetimsiz satıldıkça dopingin önüne geçmek hiç de kolay olmayacak!...

14 Ağustos 2013 Çarşamba
/Resul AKÇAY

13 Ağustos 2013 Salı

Bafra Tarihine Damgasını Vuran Sinasoslular Ve Siyah Havyar


Bafra`daki ihtişamlı konakların asıl sahiplerinin, havyar tüccarı Sinasoslular olduğunu bilir misiniz? Evet, pek çoğumuz, ne Sinasosluları, ne nereden geldiklerini ne de şimdi nerede olduklarını bilmez. Osmanlı imparatorluğu Döneminde havyar üretiminin tek hâkimi olan Sinasoslular, yaklaşık 160 yıl önce Mersin Balığının (Bafra`da kolon balığı olarak bilinir) peşine düşerek Bafra`ya yerleştiler.

Bu işten inanılmaz paralar kazan Sinasoslular, Bafra`da inşa ettikleri lüks konaklarında ihtişam içinde yaşadılar ve Bafra`yı da zenginleştirdiler. Avrupa pazarında kilosu 2 Bin 500 Euro civarında olan bu siyah altın, 1850`li yılların başlarından itibaren bir Karadeniz kasabası olan Bafra`ya da altın günler yaşatmıştı. Peki bu Sinansoslular kimlerdi, nereden gelmişlerdi Bafra`ya?

Kapadokya Bölgesinde bulunan Sinasos, bugünkü Nevşehir`in ilçesi Ürgüp`e bağlı Mustafapaşa Beldesidir. Çok çalışkan insanlara sahip bu kasaba halkının büyük kısmı Ortodoks Hıristiyanlardan oluşmaktaydı. Sinasosluların, Karamanlı diye bilinen ve Farsçanın yoğun etkisinde kalmış, Türkçeyi konuşan, Türk ırkına mensup Ortodokslar mı yoksa Helen kökenli Rumlar mı oldukları yönünde tartışmalar vardır. Her ne olursa olsun bu çalışkan ve kültür düzeyi çok yüksek topluluk, 13. yüzyıldan itibaren tüm Osmanlı İmparatorluğu`nun havyar ticaretini tekelinde tutmuş, kazandıkları çok miktarda parayla Sinasos`u cennete çevirmişlerdi.

Önceleri siyah havyarı Rusya`dan getirip işledikten sonra Osmanlının ve Avrupa`nın neredeyse tamamına pazarlayan tüccarlar, Bafra`da Mersin Balığı potansiyelinin yüksek olduğunu öğrenmekte gecikmeyerek, 1850`li yılların başlangıcından itibaren çoğu, Sinasos, Fertek ve Andaval kasabalarından Samsun ve Bafra`ya göç ettiler. Yaklaşık 150 Kapadokyalı tüccar aileden Samsun`a gelenler Kadıköy Mahallesine, Bafra`ya gelenler ise bugünkü Asri Mezarlığın arkalarına düşen yere yerleşmişler, adını da Andaval Mahallesi koymuşlardı. Diğerleri ise İshaklı ve Gazipaşa mahallelerine yerleşmişlerdi. Bafra`ya gelen Kapadokyalı Ortodoksların da, yerli Rumlarla, aynı dini paylaşmalarından ötürü Bafralılar onları da Rum olarak isimlendirmiştir. Kapadokyalılar Kızılırmak Deltasına yakın yerlerde kurdukları çiftliklerde siyah havyardan başka, Bafra balık göllerindeki bir çeşit kefal balığından sarı havyar ve tuzlanmış balık da üretmeye başlamışlardı.

Ticareti gerçekten çok iyi biliyorlardı...

Kerestecilik, tütün alımı, bankacılık, sarraflık gibi alanlarda da ticari faaliyet yürüten Sinasoslular, kısa zamanda Bafra`nın çehresini değiştirerek, Bafra`nın, Avrupa`daki şehirleri aratmayan bir şehir olmasında büyük katkı sağladılar. Eğitime büyük önem veren Sinasoslular, çocuklarına, eski Yunanca, Türkçe ve Fransızca eğitim yaptırıyorlardı. Kapadokya kökenli Sinasoslulardan en tanınmış aileler ise Dilmitoğlu, Hacısava, Yelkencioğlu, Andavallıoğlu, Öksüzoğlu, Antonoğlu, aileleriydi. Yazları sayfiye yeri olarak Alaçam`ı seçen Sinasoslular, orada da muhteşem konaklar yaptırdılar.

Bafra`nın ticaretine damga vuran Sinasoslular, geldikleri yerin kültürünü de Bafra`ya taşıdılar. Sinasoslular, pastırma, bez torbalara basılan sucuk, şıra, yine mevsiminde hazırlanan ve bozulmadan saklanabilen vişne şurubu, şarap üretimi, mahzenler, meyhane kültürü ve kar kuyuları yapımı gibi çok şeyi de Bafra`ya kazandırdılar.

Bugün Niğde`ye bağlı olan andaval [aktaş] ve Fertek, o zamanlarda da tam bir elma deposu olduğundan Bafra`ya da bu meyveyi getirmişler, salnamedeki kayıtlara göre de 33 adet elma ağırlıklı meyve bahçesini Bafra`ya kazandırmışlardır. Bunların en ünlüsü de has bahçedir. Bafra`da 1980`li yıllara kadar bolca yapılan elma sirkesi ve hoşafının kaynağının da Kapadokyalılara dayanması ihtimali kuvvetlidir.

Kapadokyalılar kazandıkları çok miktarda paranın bir kısmını sosyal faaliyetlere ayırmış tiyatro ve Sinema da onların zamanında Bafra`da yerini almıştır. Ayrıca bugün Kızılırmak ilkokulunun olduğu yere 1200 kişinin aynı anda ibadet edebildiği aya Marine kilisesini de okullar ve papazın evi gibi müştemilatları ile birlikte yapmışlardı. Kilise Cumhuriyetin ilk yıllarında yıkılmış, müştemilatı ise durmaktadır.


Bafra artık onların zamanında Avrupalı bir şehirdir.

Yüzlerce evin bahçesini, sarmaşık güller, hanımeli ve onlarca rengârenk çiçeğin yanında, manolya ve palmiye ağaçları süslüyor, ihtişamı göz kamaştırıyordu. Niğde ve Nevşehir`den gelen Kapadokyalılar bir rüyada gibiydiler ama rüyaları erken bitmişti. 1900`lü yılların başlarından itibaren hem Osmanlı, hem de onlar için zor günler başlamıştı. Jöntürkler ırkçılık virüsünü yayarak ülkeyi ayakta tutmaya çalışıyor, Rumlar ise özellikle İngiltere destekli bir Pontus devleti kurmaya çalışıyorlardı.

19 Mayıs 1919 tarihinde ulusal kurtarıcımız ATATÜRK`ün Samsun`a çıkmasıyla onlar için çok daha zor günler başlamış, 1922 yılına gelindiğinde çoğu Yunanistan`a kaçmıştı, kalanlar ise 30 Ocak 1923`te Lozan`da imzalan halkların değişimi kararıyla Bafra`dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir avuç Kapadokyalının başta havyar olmak üzere Bafra`ya ait diğer ürünlerle kısa zamanda neler yapılabildiğine ve Bafra`nın bugün neredeyse yeşil alanı hiç olmayan taş yığınlarına ve zar zor ayakta kalabilen ekonomisine bakıp da iç geçirmemek mümkün değil.

Kapadokyalılar gitmiş havyar Bafra`da öksüz kalmıştı. Rantı yüksek bu mesleği yerli girişimciler sürdürmüşse de İstanbul ve yurt dışı bağlantıları gibi lojistik destekleri yeterince sağlanamadığından, havyarcılık bir daha eski günlerine hiç dönemedi. Bu işin son temsilcilerinden biri de Bafralı Balıkçı Turan`dı. Şimdilerde yeniden başlayan ve üniversitelerin su ürünleri fakültelerinin de el attığı meslek yeniden canlanabilecek mi bunu hep beraber göreceğiz.

/Recep Yılmaz
13.08.2013

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Samsun’u Ziyaret Eden Yabancıların Gözüyle Güzelleşen Samsun..

Köşe yazıları genellikle toplumun çıkarları ve beklentileri doğrultusunda ki sorunları gündeme taşımak amacıyla yazılır. Amaç, sorunları irdeleyerek çözümü için kamuoyu yaratmak olunca, yazıların içeriği de ister istemez eleştiri ağırlıklı olur. Tabii eleştiri denince akla çoğunlukla olumsuzluklar gelse de, köşe yazarları zaman zaman kalemlerini güzellikleri yazmak için olumlu anlamda da kullanırlar.
  
Ancak, Türkiye ve Samsun gibi sorunun çok fazla olduğu ortamlarda olumlu şeyleri yazmaya sıra gelmez. Ayrıca Samsun’un tüm olumsuz yanlarını görmezden gelerek Samsun’u övgü dolu sözlerle anlatan yeterince yazı da yayınlanıyor. Ben de,12 yılı aşkın süredir her hafta Pazartesi günü,bu sorunların çözümü için görebildiğim yanlış ve eksikleri bu köşe de gündeme taşıyorum. Bu birazda, sanırım bizim bu kentin çok daha iyi olmasını istememizden kaynaklanıyor. Tabii bu Samsun’da güzel şeylerin olmadığı anlamına da gelmiyor.

Belki de bizler bu kente yaşadığımız ve güzellikler ile eksikleri birlikte gördüğümüz için yapılanları yeterli bulmuyoruz. Samsun’a dışardan gelenler ise, kentin güzel yerlerini, gezdikleri için gördükleri göze hoş gelen yenilikler onları çok daha fazla etkiliyor. Bu nedenle dışardan gelenler, Samsun’u çok beğeniyor,  hatta hayran kalıyorlar.  Ben de bugün sizlerle Samsun’un güzel yanlarını, Samsun’a dışardan gelenlerin gözü ile paylaşacağım.

Yazdığım bu güzellikleri okurken sizlerden sık sık, “Ama“ Diye başlayan itirazlar geleceğini de biliyorum. Lütfen şimdilik bu “Amalarınızı” kendinize saklayınız. Çünkü bugün hiç ama ile başlayacak eksiklerden söz etmeyeceğim. Ben bu “Amaları”zaten sık sık gündeme taşıyorum. Eksik kalanları da, daha sonra bir başka yazımda sizlerle paylaşırım. Samsun’u yakın geçmişini bilen ve uzun bir aradan sonra Samsun’a gelenler, kentte ki değişimi veyüzeysel güzellikleri çok daha iyi değerlendirebiliyorlar. 

Evet, Samsun son yirmi yılda rahmetli Muzaffer Önder ile başlayan ve Sayın Yusuf Ziya Yılmaz ile artarak süren büyük bir yüzeysel güzelleşme yaşadı.

•Kentin doğu ve batı aksında ki girişlerde bulunan kötü yapılaşmalar ve çirkin görüntü veren kamyon garajı, ambarlar, Borsa, eski otogar, meyve hali ve depo gibi yerler kaldırıldı.
•Ana arterlerde ki çimlemeve çiçeklerle bezenenrefüj düzenlemeleri, görsel olarak kentin ilk bakışta ki kötü imajını güzelleştirdi.
•Kapanan Fuarın esrarkeş yatağına dönen alanları temizlendi, kentin önünü kesen demiryolu hatlarının bir kısmı kaldırıldı. Onların yerine deniz dolgusu ile yapılan sahil gezinti yolu, Samsun’un bir deniz kenti olduğunu yeniden hatırlattı.
•Son yıllarda yapılan yeni binalarda kullanılan dış giydirme ve cam cephelerle süslenen yeni mimari tarzı, bir de son teknolojinin sunduğu renkli led ışıklandırmalarla desteklenince, kent göze çok hoş gözükmeye başladı.
•Kent giriş ve çıkışları başta olmak üzere kentin tüm kavşak ve sokaklarına konan yönlendirme tabelaları kente çağdaş bir görüntü kazandırdı.
Özellikle ziyaretçiler için önemli olan gezi ve eğlence yerleri yapıldı.
•Doğu Park’ın yeniden düzenlenmesi ile yapılan yürüme ve bisiklet yolları,halı sahalar, plaj ile sörf ve su kayağı gibi su sporları aktivite yapılabilen alanlar,
•Sahil Yolu’nda ki kafe, çay bahçeleri ve gezinti alanları,
•Batı Park’da ki Teleferik, Amisos Tepesin de yapılan ve kenti yukarıdan seyretme olanağı sağlayan restoran ve kafe,
•Önceki yıllarda Belediye Başkanı Sayın Kemal Vehbi Gül zamanında oluşturulan Menderes Bulvarı’nın yeniden düzenlenmesi ile açılan balıkçı restoranları, kafe ve eğlence yerleri ile ünlenen Atakum Sahili, Samsun’a çağdaş kent görüntüsü kazandırdı.
•Yine Batı Park’ta yapılan üç adet modern balık restoranı, yelken kulüp, Amazon Köyü, Amazon Heykeli, masal kahramanlarının yer aldığı çocuk parkları, içinde kanoların gezindiği denize bağlantılı kanaletler, Samsunluların büyük ilgi gösterdiği piknik alanları, Samsun’u beğeni alan bir kent haline getirdi.

Kültürel düzenlemeler ve ilaveler yapıldı.
•Yenilenerek açılan Gazi Müzesi,
•Birebir aynısına uygun yapılan Bandırma Vapuru ile Kurtuluş Savaşı’nın izlerini taşıyan Açık Hava Müzesi,
•Atatürk’ün 1919 da Samsun’a çıktığı park iskelesinin yerine yapılan maketle, 1919 ve Atatürk’ün Samsun için önemini vurgulayan Kurtuluş Yolu,
•Amisos hazinesi ve Amisos Mozaiklerinin sergilendiği Etnografya Müzesi ile Amisos kalıntılarının olduğu Amisos Mezarları,
•Yine uzun bir süreçten sonra açılan Atatürk Kültür Merkezi ve kurulan Devlet Opera Balesi kültürel anlamda ki güzelliklerdi.

Turizm ve spor alanında da kazanımlar oldu.
•Son yıllarda sayıları hızla artmaya başlayan ve yapılımı devam eden dört ve beş yıldızlı oteller, kentin yerel işletmelerine verdiği zarara rağmen AVM’lerde her şeye rağmen büyük kent olmanın göstergeleriydi.
•Spor Bakanı’na sahip olmanın avantajı ile kazanılan kapalı spor salonları ile temeli atılan “Ondokuzmayıs Samsun Arena Stadı”ile çok az kentte bulunan atletizm stadı, spor anlamında ki önemli kazanımlardı.
Büyük sorun olan kenti ulaşımında yeterli olmasa da bazı düzenlemeler ve kazanımlar da oldu.
•Yeni havaalanı, modern otogar ve sınırlı da olsa raylı sistem, ulaşım alanında çağdaş Samsun’un göstergeleridir.
•Otopark yapımı hızlandı. Yeterli olmasa da, Belediye ve özel şahısların yaptığı otoparklarla, Samsun’un çok önemli bir sorunu kısmen de olsa çözüldü.

Bir kente dışardan gelenlerin gözüne ilk çarpan ve o kent hakkın da olumlu veya olumsuz izler bırakan şeyler, bir kentin giriş çıkışında ki düzen ve ulaşım kolaylığı ile güzel ve değişik restoranlarının varlığıdır. Tabii ki, Samsun Pidesi gibi yöresel yemeğinin bulunmasıdır. Bir kenti güzelleştiren belki de en önemli şey Samsun’un en büyük ayıbı olan, kent içi trafik düzeni ve yeterli otoparklarının bulunmasıdır. Evet, özelliklede Atakum da yeni bir sel felaketi ile karşılaşıp, ölüm olmadı diye savunmaların yapıldığı bir dönem de, bu güzelliklerden söz edince onlarca “amanın” geldiğinin farkındayım.
    
Eksikleri ve yanlışları söylediğimize göre, güzel şeyleri de yazmamız gerekir düşüncesiyle yukarıdaki güzellikleri de sizlerle paylaştım. Yeri gelince eleştirdiğimiz ama bu güzelliklerin oluşmasında emeği geçen tüm yerel yöneticilerimize teşekkürlerimi sunuyorum.

/Sadi SUBAŞI
12 Ağustos 2013