31 Ocak 2014 Cuma

Ortaçağ Manzaraları

Geçen  hafta  Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile  Samsun Ruh Sağlığı Hastanesinde çalışan taşeron işçiler için ücretli  rapor verildiği ortaya çıkmıştı. Benim  asıl  dikkatimi  çeken  çalışan  sağlığı  hizmetinin  verildiği  alandı. Koskoca  hastane. Çalışanlarına bir  kontenyrda  sağlık  hizmetine  eyvallah  diyor. Gerçekten  Sağlıkta  Devrim  Hastanelerinin  uygulamalarına  inanmak  zor. DİSK  Dev  Sağlık-İş  olmasa  bunları  öğrenemeyecektik. Sendika  Başkanı bu konuda:

“Yıllardır sırtından para kazanılan taşeron işçilerin üzerlerine yeni bir yük yüklemek ve yasal olarak çalıştırılması zorunlu olan işyeri hekiminin ücreti işçilere ödetilmektedir. Uygulamanın yapıldığı Samsun Eğitim Araştırma ve Ruh Sağlığı Hastaneleri’nde 1000'in üzerinde taşeron işçi çalışmaktadır. Her birinden 50 TL haksız kazanç sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu raporu alamayan işçiler iş akitlerinin feshiyle ve işten çıkartma ile tehdit edilmektedir. Taşeron işçiler birilerinin para kazanma adresi ve rant kapısı değildir” diyor.

Olay  basına  yansıyınca  uygulama  durduruldu. Hafta  sonu  Samsun  Milletvekili  Haluk  Koç  bu  konuda  soru  önergesi  verdi:

‘’ Samsun Eğitim Araştırma Hastanesi’nde ihale döneminde taşeron işçilerin sağlık kontrollerinin hastanede değil, hastane önündeki konteynırda yapıldığı ve işçilere sağlık raporu için 50 TL'lik tutarın maaşlarından kesilerek sağlık taraması yapan firmaya verileceği yönünde dilekçe imzalatıldığı haberi kamuoyuna yansımıştır.

Bu bağlamda;
1) Sağlık kontrolünden geçirilen söz konusu işçilerin Samsun Eğitim Araştırma Hastanesi’nde halihazırda çalıştıkları, taşeron ihalesinin yenilenmesi nedeniyle yeni işe giriyor muamelesi yapıldığı iddiası doğru mudur?
2) İddia doğru ise hangi gerekçe ile işçiler yeniden sağlık kontrolünden geçirilmiştir? Söz konusu durum yasalara aykırı değil midir?
3) Sağlık işçilerinin sağlık kontrollerinin hastanede değil de hastane önündeki konteynırda yapılmasının gerekçesi nedir?
4) Sağlık kontrolünden geçirilen işçilere maaşlarından kesilmek üzere sağlık kontrolü tutarı olarak 50 TL kesileceğine dair dilekçe imzalatıldığı doğru mudur?
5) 6331 No'lu İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun İşveren ile Çalışanların Görev, Yetki ve Yükümlülüklerini belirleyen 2. Bölüm'ün 4. maddesinin 4. fıkrası  "İşveren, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin maliyetini çalışanlara yansıtamaz" diye hükmeder. Bu doğrultuda, çalışanlardan ücret kesilmesi yasaya aykırı değil midir?

İçi boşaltılmış işyeri hekimleri eğitimleri şimdi de “ne gerek var eğitimlere” yaklaşımıyla hiçleştirilmek istenmektedir. Aslında bu gelinen nokta, bir yanıyla da; “Piyasa” ya teslim edilen eğitimlerin adının konulmasıdır. Evet! Bu bir hiçleştirmedir.

Oysa ki; işyeri hekimliği yapacak profesyonellerin mezuniyet sonrası işçi sağlığı ile ilgili ayrı bir eğitim almaları gerekliliği işin doğasında vardır. Fransa, Almanya, Avusturya, İspanya gibi ülkelerde 6 yıllık tıp fakültesi eğitimi sonrası 3-4 yıllık uzmanlık eğitimi bilimsel olarak tanımlanırken; Uzmanlık eğitiminin olmadığı ülkelerde ise 200-600 saatlik sertifika programlarına katılan hekimler işyeri hekimliği yapabilmektedir.

6331 sayılı “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası” ve buna bağlı olarak çıkartılan “İşyeri Hekimi ve Diğer Sağlık Personelinin Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik” ile işyeri hekimine “sorumluluk ve görevler” tanımlayan, ama içerikli eğitim aramayan Çalışma Bakanlığı’nın söylemini şimdi Sağlık Bakanlığı kendi dilinde şöyle ifade etmektedir: “Benim işçinin sağlığını korumak diye bir derdim yok. Bana iş kazalarının, meslek hastalıklarının, kısacası işçi cinayetlerinin sorumlusunu bulun yeter. Ancak Hükümet’e ve aynı iktidar bloğu içinde bulunduğum sermayeye buradan sorumluluk düşmesin.”

Oysaki bizler: Çalışma Bakanlığı tarafından hazırlanan, yasaların-yönetmeliklerin sermaye ve temsilcileriyle buluşulup pişirildikten sonra, “tarafları ikna etmek için” çağrıldığımız toplantılarda iktidar bloğunun bilimsellikten uzak bürokratlarında işçi cinayetlerinin sorumlularını görüyoruz.
Üretim ilişkilerinin sermayenin karını maksimize etme modeli üzerine kurulduğu bir düzende, işyeri hekimlerinin bilimsel eğitimi sermayenin karına yansıyacak mıdır ki, sermaye ve sözcüsü AKP’nin oluşturduğu iktidar bloğu işyeri hekimleri eğitimlerinin içerikleriyle uğraşsın?

Gayri bilimsel-batıl akıl sahibi iktidar bloğu işçilerimizin “kaderi”nin altını bir kez daha çizmiştir. Bilimsel akıl iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenebilir olduğunu savunurken, bilimsellikten uzak batıl akıl ile bilimselliği sadece ve sadece karını artırma teknolojileri için kullanan sermaye ise işçilerimizi iş kazası ve meslek hastalıklarına davet ediyor.

Eğitimli ve/veya eğitimsiz işyeri hekimi ise kapitalizmin sürekliliği için işçi cinayetlerinin sorumlusu olarak işaret ediliyor.

/Cem ŞAHAN
31 Ocak 2014

30 Ocak 2014 Perşembe

Unutulan Sektör: Tarım 3

Türkiye'de ilk şeker fabrikası, Uşaklı Molla Ömeroğlu Nuri(Şeker)'nin teşebbüsleri  ile, 600.000 TL sermeyeli olarak, "Uşak Terakki  Ziraat T.Ş.A tarafından 1925 yılında temeli atılan fabrika, 1926 yılında faaliyete geçmiştir. Osmanlı döneminde de şeker fabrikası kurulması ile ilgili faaliyetler olmasına rağmen bunlar başarılı olamamıştır. Ülkemizdeki bu fabrikayı takiben birçok fabrika kurulmuş ve Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü’nün önderliğinde, şeker pancarı üretimi desteklenmiş ve bir dönemde kendimize yetecek kadar şeker üretimi gerçekleştirildiği gibi, bazı yıllarda ihracat bile yapılacak duruma gelinmiştir. Türkiye tarım tarihinde T. Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü, büyük rol oynamış, şeker pancarı üretiminin yanında, yem bitkileri üretimi ile besi ve süt sığırcılığında da önderliği üstlenmiştir. Ülkemizin dört bir tarafındaki şeker fabrikaları, kendi faaliyetlerinin yanında tarımın diğer kollarındaki faaliyetleri ile örnek bir kuruluş olmuştur. Ülkemiz için olan önemi açısından, bu fabrikaların özelleştirilmesi üzerinde, ekonomi bakımından yeterli bilgiye sahip olmadığım, ayrıca bu husus bir tercihler manzumesi olduğu için üzerinde durmak istemiyorum. Şeker fabrikaları devletin veya özel teşebbüsün elinde olabilir. Yalnız, Türkiye'nin şeker üretimi bakımında dışarıya bağımlı olmaması gereği ortadadır. Zira, ülkemizde kendimize yetecek kadar şeker üretimini besleyecek pancar üretim potansiyeli vardır. Açıkça ben bu potansiyelin kullanılmasını arzu ederim.

Şeker pancarı üretimini de tahdit ederek, ABD'den ithal edilen mısırdan üretilen tatlandırıcıların yaygın olarak kullanılmasının ülkemizin yararına olmadığını ifade etmek isterim. Eğer, biz kendi imkânlarımızla ürettiğimiz şekeri, dışarıya göre daha pahalı olarak üretiyor isek, bunun önemi yoktur. Zira, bir kilo şeker için fazladan ödeyeceğimiz para Türkiye sınırları içinde kalacaktır ve cari açığın azalmasında önemli rol oynayacaktır. Tarım ürünleri bakımından dışarıya bağımlı olmayı anlamak mümkün değildir. Bunun yanında kendi ülkemizdeki ürünlerin ekimini tahdit ederken; dışarıya bağımlı bir durumu tercih etmemek gereği vardır. Bugün ucuz olarak ithal ettiğimiz tarım ürünleri, dünyanın bu alandaki fiyat durumuna göre ortaya çıkmaktadır. Yarın bunları, çok yüksek değerler vererek alınmayacağına kim garanti verebilir. Bunu bir tarafa bırakalım, kritik dönemlerde bu ürünleri bulmak da mümkün olamayabilir. Giderek tarım ürünlerinde dışarıya daha çok bağlandığımız gerçektir.

İthal ettiğimiz tarım ürünleri bakımından, yetkililerin verdiği rakamlar oldukça manidardır. Yıllara göre değişmekle birlikte, başta 2-3 milyon ton buğday ithal etmekteyiz. Özellikle, un ve undan mamul ürün yapan kuruluşlar, gerek kalite ve gerekse hektolitre ağırlığı olarak dışarıdan buğday ithal etmeyi tercih etmektedir. Özellikle, malt yapımında kullanılmak üzere, 400 bin ton kadar arpa ithal edilmektedir. Baklagillerle beraber bu rakamın bir milyon ton kadar olduğu tahmin edilmektedir. Benim çok önemsediğim bir ithal ürün de pamuktur. Elbette, uzun lifli olmak üzere pamuk ithal etmeye mecburuz, fakat bu hiçbir zaman bir milyon ton olamaz. Diğer ithal ettiğimiz önemli bir kalem ise, likit yağdır. Gerek sanayi ve gerekse yemeklik olarak ithal ettiğimiz likit yağ 800 bin ton kadardır. Ayrıca, hayvan yemi yapmak için küspe ve geçen yıl ithal ettiğimiz samanı da buna ilâve edebiliriz. Bunlara ilave olarak, önemli ölçüde turfanda sebze ve meyve ithali vardır. Ülkemizdeki tohumluk meselesi ise değişik bir durum arz etmektedir. Hollanda ve İsrail firmaları, Türkiye'de  ürettikleri tohumları, Türkiye dahil dış ülkelere pazarlamaktadır. Özellikle şunu ifade edebilirim ki, ülkemiz kendine yetecek olan sebze tohumlarını içeride üretecek kapasiteye gelmiş bulunmaktadır. Eğer, bir miktar eksiklik var ise, çok az bir destek ile bu da giderilebilir. Tarımda tüm ithal ettiğimiz ürünlerin tamamına ödenen paranın 8 ile 10 milyar dolar civarında olduğunu bazı yetkililer ifade etmektedir.

1960'lı yılardan sonra kendine yeten ve dışarıya, tarım ürünleri ihraç eden ülke konumundan bu duruma gelmemiz ve bunun sebepleri çok düşündürücüdür. İnsanlık tarihi boyunca önemini yitirmeyen ve yitirmeyecek olan sektör, tarımdır. Tarıma gereken önem verilmelidir. Saygılarımla.

/Osman ECEVİT
30.01.2014

29 Ocak 2014 Çarşamba

Mübadele'nin İzinde...

Yaklaşık bir buçuk haftadır ilçelerdeyim... Özellikle Alaçam, Kavak, Tekkeköy... Köyleri karış karış gezdim, hikaye peşine düştüm... Samsun, çok farklı bir kent deriz ya hep, gezilerde buna şahit oldum... Çok değerli hikayeler dinledim, not etmeye çalıştım... Bir toprak gibi, kazdıkça su çıktı... Daha derine indikçe suyun rengi de tadı da değişti... Daha da güzelleşti... Hikayeler, insanlar, çocuklar, yaşlılar, anılar, fotoğraflar...

Samsun, dünya tarihindeki ender olaylardan birisine, milyonlarca hayata etki eden büyük bir nüfus değişimine ev sahipliği yapmış; her iki taraftan da acıyı yüreğinde hissetmiş bir kent... İşte ben de, bu acının, hikayelerin peşine düştüm... Acı hatıraları da dinledim, komik hikayeleri de... İlk etapta, "gelenlerin" hikayesine ulaşmaya çalıştım... Gidenlerin hikayesine ulaşmak için de aslında bir ön çalışma yapmış oldum...

Rumeli'nden Samsun'a "mübadele" ile gelenleri buldum, birinci kuşağa ulaşmak imkansızla eşdeğerdi... Çünkü birinci kuşak, acılarıyla, hatıralarıyla, anlattıkları hikayeleriyle bu dünyadan göçüp gitti... Birinci kuşak aslında hikayelerini anlatamadan gitti... Zaten, mübadillerin büyük bir kısmı da, o kuşağın; canlı tarihin yeterince değerlendirilemediği konusunda bir özeleştiri verdi... Bu pişmanlığı, görüşmeleri yaparken hep duydum. "Çok geç kaldık, hepsi birer canlı tarihti" diyenlerin sayısı çoktu... Geç de olsa, yakalayabildiğim kadarıyla canlı tarihi yakalamaya çalıştım. Birinci kuşaktan da bulduklarım, dinlemeye çalıştıklarım oldu...

Ancak, ya hastalıktan ya da onların eskiyi konuşmak istememesinden dolayı kaydedemedim... Mesela Alaçam'da 80 küsur yaşındaki Hürriyet Teyze ile sohbet ettim... Geliş sürecinin bir kısmını dinledim, Alaçam'da ilk etapta yaşadıkları travmayı, bambaşka bir coğrafyadan yine bilmedikleri, yabancısı oldukları bir coğrafyaya gelişlerini konuştuk, o duyguyu yakalamaya çalıştık... Ancak Hürriyet Teyze ne konuşmaların not edilmesine ne de fotoğraflarının çekilmesine izin vermedi... Ama anlattıkları, bize o dönemde yaşananlarla ilgili çok önemli ipuçları verdi... Yazı dizisinin omurgasını oluşturdu...

Tarihteki ilk ve tek nüfus mübadelesinin izinde geçen bir buçuk haftanın sonucunda, mübadeleyi yaşayanlar, onların çocukları ve torunları için belki de bir belge niteliği taşıyacak doneler elde ettim... Elbette ki, eksik kalan, atladığım, ulaşamadığım, unuttuğum yerler vardır. Bunun için şimdiden herkesten özür dilerim...

Elimden geldiğince ve kısıtlı bir zaman diliminde ortaya çıkan bu hikayeler zinciri ve kültür araştırması, yazı dizisi olarak sizlerle buluşacak... Şimdiden, bana bu konuda yardımcı olan isimlerini yazı dizisinde bulacağınız mübadillere, mübadil dostlarına, dernek yöneticilerine, tarihçi mübadil dostu Mehmet Köseoğlu'na, yazı dizisini oluştururken fotoğraflarıyla bana destek olan değerli arkadaşım Yavuz Sultan Kavalcı'ya ve tüm dostlarıma teşekkür ediyorum... 'Mübadele'nin İzinde', 3 Şubat 2014 Pazartesi günü, sizlerle bu sayfalarda buluşacak... Sağlıcakla kalın…

/Miraç ÖZTÜRK
29 Ocak 2014

28 Ocak 2014 Salı

Samsun’un Gerçek İşsizlik Oranları

Samsun’da hükümetin resmi rakamlarına göre işsizlik oranlarını,  Saathane ve Cumhuriyet Meydanları ile Mecidiye ve Çiftlik Caddelerinde başıboş gezen insan yoğunluğu teyit etmektedir. İşsizlik oranlarında kullanılan metoroloji,  Uluslar arası Emek Örgütünün hesaplama sistemidir. Buna göre öncelikle işsizlerin son 3 aylık süre içinde işsiz olduğunu ilgili kurumlara bildirmesi gerekir. Öncelikle Avrupa’da dahi tam anlamı ile oturmayan bu sistemin varlığından ülkemizde kaç kişinin haberdar olduğunu da sorgulamak gerekir.

İş bulma ümidini kesmiş insanların son 3 ayda iş aramaktan vazgeçmeleri, işsizlik oranlarında belirleyici bir faktördür. Mevsimsel işçilikler de buna dahildir. Dolaysıyla ortaya çıkan rakamların sağlıklı olduğu ve reel işsizlik oranlarını ifade ettiği kesinlikle söylenemez. Bu çerçevede enflasyon oranları verilerinin de gerçekleri yansıtmadığı ortaya çıkmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu işsizlik oranlarını açıklarken, işsiz olan insanların 3 ay içindeki iş başvurusunu baz almaktadır. Yani işsiz olduğunu beyan etmeyen ilgili kuruluşlara bildirmeyen kişiler işsiz olarak kabul edilmiyor ve çalışan olarak oranlara dahil ediliyor.

Üstelik TÜİK iş bulamayan kişileri İşten umudunu kesmiş kişiler olarak nitelendiriyor. Yani ülkede o kadar çok istihdam sahaları oluşmuş ki, bu insanlar iş beğenmiyor ve ekmek kapılarını kendi kendilerine yüzlerine kapatıyorlar. Bölgemizde fındık işçileri, çay toplayanlar, sebze ve meyve toplayan işçilerde kısa süreli işlerde çalıştıkları halde işsizlik oranlarında menfi olarak yer almamaktadırlar.

TÜİK dışında işsizlik oranlarını açıklayan ikinci kuruluş (İŞKUR) Türkiye İş Kurumu’dur. Bu iki devlet kurumunun rakamları kesinlikle birbirini teyit etmezler.Çünkü İŞKUR’un rakamları tamamen kayıtlı işsizlerin oluşturduğu reel rakamlardır. TÜİK işsiz sayısını anketler ile ortaya çıkarmakta iken İŞKUR’un açıkladığı rakamlar gerçek işsizleri tespit ederek ortaya koyar. Ayrıca iki kurumun işsizlik tanımlamalarında da fark vardır.

Hükümetimiz ise Avrupa’da özellikle Euro bölgelerindeki yüksek işsizlik oranları ile Türkiye’yi mukayese ederek başarılı oldukları şeklinde açıklama yapmaktadırlar. Oysa ifade edilen işsizlik oranlarının iki ile çarpılması gerekir ki, bu oranlarda yaklaşık % 20’lere tekabül etmektedir.

Bugünkü profil ile Samsun’da Kirazlık’dan  Çarşamba’ya, Atakum’dan Bafra sınırlarına kadar en az 200-300 işçi çalıştıran tesisler olmadığına ve bugünkü tablo ile olamayacağına göre, Mecidiye ve Çiftlik caddelerimizi günde en az 20 kez boydan boya turlayan insanlarımızın sayılarında bir düşüş kaydedilemeyecektir. Resmi kaynakların açıklamalarının gerçek olmadığını sokaklar zaten yeterince gözler önüne sermektedir. Siyasi  rant adına bu kentin insanlarına seçim arefelerinde yerine getirilemeyecek taahhütlerde bulunulmamalıdır.

Belediye başkanlığı seçimlerinin hızla yaklaştığı şu günlerde yine bildik senaryolar ortaya konmakta ve kaynağı belli olmayan yatırımlar ile sözde istihdam kaynaklarının yaratılabileceği şeklinde açıklamalar yapılmaktadır. Bu tür açıklamaların dışında, kentin muhtelif sorunlarındaki anlaşmazlıklar üzerinden prim elde etmek gibi bir anlayış ile muhalif olan grupları yanlarına almak isteyen zihniyetler, kentimizdeki kronik anlaşmazlıkların çözümlenmesine darbe vuracaktır.

TÜİK ve İŞKUR gibi kurumların reel olmayan işsizlik oranları ile ilgili tespitlerine, Samsun’un kanaat önderleri olarak yeni bir sistem oluşturmalı,  Samsun’daki gerçek işsizleri tespit ederek, siyasilerimizden ve işadamlarımızdan hizmet üreten AVM’ler yerine, sanayi tesislerinin sayılarının artırılmasına yönelik talepler dile getirilmelidir. Aksi takdirde yine devlet kurumlarının kendi aralarında dahi uzlaşamadığı işsizlik oranlarındaki bir iki puanlık düşüş ile ağzımıza bir parmak bal sürülmüş olacaktır. Oysa aslında ağzımıza sürülen bal değil uçup giden hava kabarcıklarıdır.

/Süleyman SALUR
28 Ocak 2014

Samsun'da "Tık" Yok

Bafra Karaköy İşletmesi'ne haber yapmak için yıllar önce gitmiştim. Gördüklerimden epey etkilenmiştim. Burada sadece iklim şartları bakımından bölgeye uyum sağlayan ve yurdun başka yerlerinde pek yaşamayan Jersey ırkı süt hayvanları yetiştiriliyor, Tüm sahil boyunca her isteyen bölge köylüsüne veriliyordu. Hatta o zaman bize eşlik eden bir yetkili, 'burada besiciye istediği özellikte hatta renkte dahi aşılama yapabiliriz' demiş, verdiği bilgilerle o yıllarda çalıştığım DÜNYA Gazetesi'nde haber yapmıştım.

Şimdi devlet, aldığı bir kararla burayı da elinden çıkartacak. 30 yıllığına özel sektöre kiralama yöntemiyle verecek. İlk ihale de geçenlerde yapıldı. Öğrendiğim kadarıyla bu ihaleye dosya alıp teklif veren tek bir  Diyarbakır firması katılmış. İhale gerçi ihale iptal oldu ama işin acı yanı Samsun'un buna sessiz kalmasıydı. Acı ama gerçek bu. Dışardan gelen bir yatırımcı devletin özelleştireceği ülkenin önemli bir işletmesi olan Karaköy'ü geziyor. İhale dosyası alıp teklif veriyor. Yere talip oluyor. Ama gelin görün ki koca  Samsun'da "tık" yok.

Oysa Samsun, en başından beri tüm kesimleri ile ayağa kalkıp, "Burası Samsunlu işadamlarına verilmeli' diye yeri göğü yıkmaları, hatta iktidar Milletvekillerine baskı uygulamaları gerekmez mi? Gerekirdi ama "tık" yok. MHP Milletvekili Cemalettin Şimşek'te bir görüşmemizde eğer burası ille özelleşecek ve birilerine verilecekse niye Samsunlu Bafralı işadamları almasın demişti. Ama Bafra'dan da 'tık' yok. Ne oldu? Hani son yıllarda Samsun güçbirliğinin en güzel örneklerini sergiliyordu. Şimdi böyle bir durumda niçin birlik olunmaz anlamıyorum.

Bafra Ziraat Odası Başkanı Sait Karagöl de aynı yakınma içinde. Karagöl'ü uzun süredir tanırım. Bölgenin ve yöre çiftçisinin kalkınması için yıllardır bir mücadele içinde. Karaköy'ün ihale süreci ile birlikte yeri yöre işadamları alsın diye kapı kapı gezmiş, insanları karşı harekete geçirmeye çalışmış ama nafile kimsede "tık" yok. Hatta o süreci Karagöl, şöyle anlatmıştı; "TİGEM ihale sürecine girdiğinde bize bilgi verildi. Biz de iş adamlarına bildirdik ama teklif dahi yapılmadı. Ben Oda Başkanı olarak görevimi yaptım. Herkesi aradım, arıyorum. Bölgemiz neden sessiz kaldı anlayamıyorum. İnsanları ikna etmeye çalışıyorum."

Bu konuşma üzerinden yaklaşık 10 gün geçti. 'Acaba bir farklılık var mıdır' diye dün bir kez daha aradım Karagöl'ü ve sordum "tık var mı tık?" "Çok çabalıyorum. Kapı kapı geziyorum ama gene yok" deyip ekledi. Korkuyorum bu 'tık'sızlık hepimizin ayıbı olacak." Evet, umarız biz bir tek "tık'ın farkı ve önemine varana kadar başkaları Samsun'un kapısına, "tık tık " yapıp burayı elimizden almış olmaz. Unutmayalım saat aheyhimize işliyor; "tık, tık, tık."

/Salim SÜRMELİ
28.01.2014

27 Ocak 2014 Pazartesi

Yerel Seçimler Öncesi Samsun’un Açıklama Bekleyen Sorunu

Geçtiğimiz hafta içerisinde gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Sayın Yener Cabbar köşesinde çok önemli bir eksikliğe dikkat çekmişti..  Sayın Cabbar yerel seçimlere çok az bir zaman kalmasına rağmen, hiçbir adayın Samsun’un kaderini değiştirecek ve kendisini heyecanlandıracak bir projesini duymadığını yazıyordu. Bu son derece önemli bir tespittir. Çünkü bu seçimler Samsun’un gelecek beş yılını şekillendirecektir. Samsun’un öylesine çok sorunu var ki ve ne yazık ki, yıllarca kenti yönetenlerin yaptığı yanlışların bir kısmının, bu gün çözümü dahi olanaksız gözüküyor.
    
Ben, yerel seçimler öncesin de adayların sadece yeni projelerini değil, Samsunluların fikir birliği yaptığı ve çok rahatsız oldukları bazı önemli yanlışlara nasıl bir çözüm getirmeyi düşündüklerini de öğrenmek istiyorum. Bu konuda ki belirlediğim ana başlıkları, tüm partilerin adaylarının kesinleşmesinden sonra Büyükşehir ve ilçe belediye başkan adaylarımızın değerlendirmesine sunacağım. Samsun’u yönetmeye talip olan adaylarımızdan da, bu sorunları nasıl çözeceklerini seçimlerde oy kullanacak bir Samsunlu olarak öğrenmek isteyeceğim.   
   
Aslında bugün işleyeceğim konu da, yukarıda söz ettiğim Samsunluya ne kazandırıp ne kaybettireceğinin tüm detayları ile anlatılması gereken bir konu. Konu, “Canik Kavşağı” olarak anılan ve Canik’ten başlayıp Tekkeköy yönüne devam edecek olan, bir kısmı tamamlanmış katlı yol projesidir. Hemen her konuda ihmale uğramış bir kent olan Samsun’un çok önemli sorunu da, Ankara ve Sinop yönünden gelerek Ordu tarafına giden trafiğin kent içerisinden geçmesiydi.
     
Yine geçmiş dönem yönetimlerinin yanlışlarının Samsun’u mahkûm ettiği yol fakirliği nedeniyle, kent içerisinden geçen doğu-batı aksında ki Atatürk Bulvarı artık bu yükü çekmiyordu. Büyük uğraşılardan sonra 1990’ lı yılların sonlarında Samsun Çevre Yolu Projesi, dönemin koalisyon hükümetinin Bayındırlık Bakanı Onur Kumbaracıbaşı zamanında başlayabildi. Nihayet onbeş yıl kadar sonra da, Ankara Samsun Karayolunun Samsun girişinden başlayan Çevre Yolunun, Canik Kavşağın da Samsun Ordu Karayoluna bağlayan bölümü tamamlandı.
   
Aslında Ankara ve Sinop yönünden gelerek Ordu yönüne gidecek trafiği taşıyacak bu çevre yolu, Canik İlçemizin arkasından Tekkeköy civarında Samsun Ordu Karayoluna bağlanacaktı. Bu bölümün daha sonra yapılması planlanmıştı. İşte Samsunlunun Çevre Yolunun devamının yapımını beklediği bir sırada, Canik Viyadüğü ve Tekkeköy yönüne gidecek katlı yol projesi gündeme getirildi. Başta Mimarlar odası olmak üzere çok sayıda sivil toplum kuruluşu, hatta başlarda Canik Belediye Başkanı Sayın Osman Genç’te itiraz etti.
   
Konunun detayına girmeyeceğim ama itirazların temelini, şehircilik açısından hızla gelişen Canik’e darbe vuracağı ve bu kavşak ile katlı yola yapılacak harcamanın Çevre Yolunun devamı olan projenin ertelenmesine, hatta rafa kalkmasına neden olacağı oluşturuyordu. Ama “Ben yaptım oldu” Anlayışı tüm karşı çıkışları ezdi geçti. Mimarlar Odasının açtığı davayı kazanması üzerine de, alelacele Büyükşehir Belediye Meclisinin olağanüstü toplantısında yapılan plan tadilatı imar planına işlenerek engeller aşıldı.

İki ay önce trafiğe açılan yolun Çarşamba yönüne devamının yapımına başlandı. İlk etapta Samsun’dan Tekkeköy ve Havaalanı yönüne gideceklerle, Havaalanı, Tekkeköy ve Organize Sanayi Bölgesinden Samsun yönüne gelecek trafiği taşıyacak yan yolların yapımına başlandı. Şimdi her gün o yöne gidenlerle, o yönden gelenlerin çok daha iyi anlayacakları bir çarpıklıktan söz edeceğim. Geçtiğimiz hafta içerisinde Samsun Mimarlar Odası temsilcisinin haritalarla desteklenen bir barkovizyon sunumunu şaşkınlıkla izledim.
  
Sunum, yukarıda söz ettiğim bu katlı yol projesinin devamı ile ilgiliydi. Sunumu yapan Mimarlar Odası Üyesi mimar arkadaşımızın verdiği karayollarının istatistiki verilerine göre, Samsun’dan Ordu yönüne gidenle, o yönden gelen araç sayısı, toplam araç trafiğinin % 80’ nin, Samsun ile Organize Sanayi Sitesi, Tekkeköy ve Havaalanı arasında gidiş, geliş yapan kent içi trafiğine aitti. Ordu yönüne giden ve o yönden gelen şehirlerarası karayolu trafiği ise, toplan trafiğin sadece % 20’ di. Yollar bittikten sonra Samsun Halkı’nın her gün gidiş geliş yaptığı Organize Sanayi, Tekkeköy ve Havaalanı trafiği, yapılmakta olan yan yollar kullanılarak yapılacaktı.
    
Ayrıca henüz yol inşaatları tam bitirilemediği için bugün yan yollardan bölünmüş yola çıkılabiliyor. İnşaat tamamlanınca bu yan yolların çıkışları kapatılacaktır. Sadece yapılacak üç köprülü kavşaktan bölünmüş yolla çıkılabilecektir.  Ankara ve Sinop yönünden gelerek Ordu yönüne gideceklerle o yönden gelecek transit karayolu trafiği ise Canik Viyadüğü ile başlayarak katlı yolu ve devamı yapılacak olan bölünmüş karayolunu kullanacaktı.  İşin en hassas noktasına geçmeden, Ordu yönüne giden bölünmüş karayolunun katlı yoldan sonrasın da ki devamına değinmek istiyorum. Bu bölünmüş yol, Organize Sanayi Sitesi, Tekkeköy, yeni yapılan stadyum ve Havaalanı ayırımlarında “Battı- Çıktı” Denilen ve yükselerek alt geçişlere izin veren köprülü kavşaklarla devam edecekmiş.
   
Gelelim işin en hassas yerine. Toplam trafiğin %80 i olan kent içi trafiğini taşıyacak yan yollara sadece iki şerit ayrılırken, toplam trafik yükünün % 20 ni taşıyacak şehirlerarası transit geçiş yapanların kullanacağı bölünmüş yola ise, altı şerit ayrılmış. Nedenini sorduğumuzda verilen cevap daha da ilginç. Yolu yapan karayolları olduğu için onlar için önemli olan şehirlerarası trafiğin en hızlı şekilde akmasını sağlamakmış. Bunun anlamı, Samsun Halkının bu konuda da önemsenmemiş olmasıdır. Her gün Organize Sanayi Sitesi ve Tekkeköy yönünde gidiş geliş yapanlarla konuştuğumda, çektikleri yol işkencesinin boyutunu koydukları tepkilerden anlamak mümkündü.
  
Yan yolları şimdiden kullanmak zorunda kalan arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile özellikle sabah ve akşam saatlerinde iki şeritli yan yollarda araç kullanmak daha şimdiden işkence haline gelmiş. Bir de bu yan yollarda yolcu bekleyen servis araçları ve dolmuşlar nedeniyle yolun yer yer tek şeride düştüğünü düşünürseniz, bu işkenceyi Samsunluya yaşatanlara isyan etmemek elde değil. Yeni stadımızın açılmasından sonra ve hemen yanında yapımı tamamlanan kapalı spor salonundan çıkacak binlerce seyircinin, aynı anda bu yan yolları kullanarak veya bölünmüş yol kavşağına çıkabilmek için yaratacağı tıkanıklar nasıl çözülecektir? Bilemiyorum.

Bu tabloya bakarak, önümüzde ki dönümde daha artacak işkenceye mi? Yanalım, yoksa yapımı yılan hikâyesine dönerek belki de rafa kalkacak olan çevre yolunun devamının yapılamayacak olmasına mı? Yanalım. Eğer gerçekten proje bu şekilde uygulanacaksa, Samsunluları bir büyük sıkıntı daha bekliyor demektir. Şimdi, başta Büyükşehir Belediye Başkan adayları olmak üzere bu bölgenin insanlarını yönetmeye talip olan ilçe belediye başkan adaylarımıza erken bir soruyu sormak istiyorum.

 Seçilirseniz, Bu Sorun İçin Düşünceleriniz Ve Varsa Çözüm Önerileriniz Nedir?
O yönde her gün gidiş geliş yapan Samsunlulara bu sorunun cevabını vermek, o insanları yönetmeye talip olanların ilk görevi olmalıdır. Güzel bir hafta geçirmek dileğiyle, iyi haftalar..

/Sadi SUBAŞI
27 Ocak 2014

Vakit Ahde-Vefa Vakti …

                           Fotoğraflar: Kenan HAZNECİ                                        Oğuz OKTAY

1977’li yıllarda ben çocukken Samsun’un kendine ait bir aurası vardı. Ülke genelinde fuar denildiği zaman İzmir den sonra adı gelen şehrimiz her yaz yüzlerce insanı bu şehre çekerdi. Çevre illerden Zonguldak’tan Artvin’e kadar uzanan bu sahil şeridi insan ı, fuarın açık kaldığı iki buçuk ay içinde muhakkak ki bir hafta sonunu bu şehir de geçirirdi.

O tarihlerde bu şehirde çocuk olanlar iyi bilirler. Muhteşem ışıklarıyla duvarlardan sarkan kristal taşlarıyla PAŞABAHÇE standı, çayı ile ÇAYKUR, çikolatası, meşhur fındık ezmesi, tane fındığıyla FİSKOBİRLİK, SAGRA standları... SAMSUN sigarasının standı tütün kolonyasının o ağır ama muhteşem kokusu ise hala burnumda, özlemlerimde...

Ya lunaparkın önünde ki renk renk tavşan balonlarıyla şapkasındaki düdüklerle baloncu Samet. Çinko kaplardaki sapsarı salatalık turşuları, beyaz önlükleri ile gelin arabası gibi süsledikleri el arabalarında ki mısırcılar… Nerde o zaman adım başı dönerciler,  fuarın içindeki dönerci kuyrukları… Bunların hepsi ayrı ayrı hafızamdan silinmeyen anılarla dolu fotoğraflar.

Ve her fuara gidişimizde düğüne gider gibi süslenişlerimiz… Süslenirdik çünkü çok önemserdik. O yıllarda herkes fuara gitmeyi o stantları gezmeyi açık hava sinemasında film seyretmeyi, sahildeki tahta sandalyeleriyle meşhur çay bahçelerinde oturmayı severdi. Samsunlu olmanın en büyük özelliğiydi yazın en güzel zamanlarının geçtiği o yıllar.

Neco gazinosuna, Faço restorana her yaz gelen ünlü isimler ve konserleri ise olay olurdu. Ünlü sanatçılar yarışırlardı, Samsun Fuarında çıkmak için onlar için ayrı bir prestijdi ve bu şehir bunu kaldırıyor o kültüre cevap verebiliyordu. O ünlü isimlerin bu şehre gelmeleri kadar o konserlere gitmekte ayrı bir olaydı. Yine her yıl çeşitli ülkelerden gelen folklor ekipleri ise ayrı bir renk katardı. Danslarıyla festivalleştirirdi adeta fuarı.

Ve sadece yazın bu şehre gelen giden insan sirkülasyonu ve akan para direk şehir esnafına ve dolayısı ile şehir ekonomisine yansırdı. Bölgenin turistik yönünün öne çıkmasına ve sosyal yapısının olumlu bir şekilde gelişmesinde büyük rol oynardı. Zaten tarım ve sanayisi istenilen seviyeye hiçbir zaman ulaşamayan bu şehir fuar sayesinde bölgede ki cazibe merkezi olma özelliğini korurdu.

Kısaca sevgili Samsunlu hemşerilerim o yıllar bir başka keyifliydi. Evet biz çocuktuk belki  gözümüzde büyüttük gibi düşünebilirsiniz o yılları ama  çok yanılırsınız..çünkü hala iç çeken yaşlı isimler tanırım o yıllar için..

Bunları sizlerle paylaştım çünkü o yılları ve Samsun’u az çok fotoğraflayın istedim gözünüzde. O yıllarda istatistik verilere dönülüp bakıldığında bu şehir göç veren değil aksine civar il ve ilçelerden göç alan bir şehirdi.

Çünkü Samsun Türkiye haritasını gözünüzün önüne getirdiğinizde Türkiye’nin kuzey ortası hava, kara, deniz tren trafiğine sahip sayılı illerinden biriydi. Kuzey Anadolu’nun en büyük ili, Karadeniz Bölgesinin en önemli kenti ve ticaret limanlarından birine sahipti. O yıllarda tamamen mahalli imkânlarla, sosyo-kültürel yapıyı ekonomiyi, endüstriyel, tarımsal gelişimi sağlamak ve iç turizmi canlandırmak amacıyla 1963 yılında 19 Mayıs Karadeniz Fuarı adı ile açılmış, 1964’de de Bakanlar Kurulu Kararı Türkiye’nin ilk milli fuarı kabul edilmişti.

İşte bu mahalli imkânlarla hayata geçen fuar bir şehri bu kadar mı etkiler ve geliştirirdi. Tarihi doku yönünden Atatürk ün 19 Mayıs 1919 da tütün iskelesinden karaya çıkmasıyla başlayan kurtuluş savaşı mücadelesinin temsilcisi olarak ta görülen bu şehir, maalesef o yıllarda yakaladığı gelişmişlik hızını fuarın son bulmasıyla kaybetmiştir.

Sadece fuarını kaybetmemiş hemşerilik ruhunu da fuarla birlikte çok gerilerde bırakmıştır. Yatırımlar başka illere kaymaya başlamış yabancı sermaye şehre girmeye ve kazanılan her kuruş bu şehre yatacakken dışarıya vergi olarak akmaya ve dolayısıyla zorlaşan yaşam şartları da şehri göç vermeye zorlamıştır.

Fuarın kaybolmasıyla birlikte sosyo-kültürel yapıda da bir gerileme söz konusu olmuştur. Şehir üstüne düşen görevi yerine getirememiştir. Ne ticaret ve sanayi odaları ne esnaf odaları nede belediyeler bu konuda hem sanayicisini hem de dışarıdan bu şehre gelerek para kazanan özellikle finans sektörünün asıl sahibi bankaları yeteri kadar tetikleyememiş şehre gerekli katkılar sunmalarını gerektiğini gösterememişlerdir.

Bir ülkenin bir şehrin gelişmişliği sosyo-kültürel yapısıyla, dışarıdan akan yerli yabancı turist sayısıyla direkt orantılıdır. Sirkülasyonu olmayan bir şehrin kendi yağıyla kavrulur ekonomisi de imkanları ölçüsünde olacaktır. Bu şehir için önem arz eden korunamayan bu değerler gelişme hızımızı kesmiş elimizi kolumuzu bağlamış ve bu şehir çok uzun yıllarını bu durumu seyrederek geçirmiştir.

Son dört yıldır Samsun tekrar yapılan yatırımlarla canlanmaya başlamıştır. Çok yakında faaliyete geçecek olan fuar ve kongre merkezi ile eski nostaljisini yakalayamasa da daha etkin organizasyonlara ev sahipliği yapacaktır. Yıllarca konaklama sıkıntısı çeken Samsun şimdi peş peşe açılan otelleriyle bu sorunu da çözmüş açılan alışveriş merkezleriyle civar illeri hafta sonları bu şehre toplamaya başlamıştır.

Bir doğu bloğu ülkesi olan Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte kapılarını dünyaya açan karşı kıyılar, 500 milyon dolarlık bir pazarla kucak açmış bizi beklemektedir. Dışarıdan gelen yatırımcılar maalesef bizden çok daha iyi gördükleri bu pazardan dilimlerini kapmak için bu şehre hiç düşünmeden milyon dolarlık yatırımları yapmaktadır.

Bence en büyük fırsat zamanıdır bu zaman. Yapılan turizm master planının bütçesel kısmının büyük bir bölümü bu şehirden para kazanan iş dünyasının ve yabancı yatırımcının bu güne kadar yapmadığı katkıları bu şehre yaptırmak, ilçe turizmini artırıp tekrar ilçe ve merkez ekonomisin canlandırma kazandığı insan sirkülasyonu ve potansiyeli ile kaybettiği yılları hızla geri kazanmak için çalışmalarını hızlandırmalıdır.

Yakakent’ten Terme kıyılarına kadar uzanan sahil şeridi ve Havza, Kavak, Lâdik, Vezirköprü bileşkesiyle karasal ayrı bir yapı çizen Samsun termali, kanyonu, kayak merkezi, Kızılırmak Deltası ile kendini cazibe merkezi yapabilecek özelliklere sahiptir ama yine maalesef demek zorundayım şehre gerekli katkıyı sağlayamayan sanayici ve finans sektörünün asıl sahibi bankalar kadar turizm dernekleri de bu konuda gerekli çalışmaları yapamamışlar bu şehri tanıtmakta çok geç kalmışlardır.

Geçmişi geride bırakıp önümüze bakma zamanıdır bu gün. Bu şehir hak ettiği noktaya biran önce taşınmalı şehrin dinamikleri özellikle odalar ve belediyeler bu konuda çok ciddi sürdürülebilir politikalar geliştirmelidir. Bunu çok önemsiyorum çünkü yabancı yatırımcının bu şehir için öngördüğü tablo çok etkin ve gelecekte çok büyük kazançların kapısının açıldığı bir yer olacağının hesaplarını çoktan yapmış bulunmaktadır.

Bu güne kadar keşfedilmemişte yeni keşfedilen bir şehir değildir Samsun. Karşı kıyılarda ki pazarın odak noktası olacak bu şehir de gelen her yabancı yatırımcı bu şehre ciddi katkılar sağlayacak çalışmaların içine sokulmalı bu şehre olan ahde vefasını yerine getirmelidir.

DOĞDUĞUN YER DEĞİL, DOYDUĞUN YERDİR TOPRAK demiş atalarımız. Bu topraklarda doyuyorsak hakkını, hem doğup hem doyuyorsak vefa hesabını hep birlikte vermeli Karadeniz’in incisi bu güzel şehirde, hemşerisi olmanın güzelliğini ve gururunu hissetmeli, hissettirmeliyiz.

/Yeşim GÜRSOY
27 Ocak 2014

Hırsız Var!

Fethiyespor'un ligde bulunduğu konumla, kadro yapısı ve oynadığı futbolun orantısı hem düz,hem de adil değil...  Haftalardır aldıkları sonuçlarla bunu ziyadesiyle ortaya koymaktalar...  Engin İpekoğlu ile yakaladıkları ivme şimdilik kaydıyla iyi gidiyor sayılabilir, bu durum onları ligde tutunabilme adına umut aşılıyor...  Kazanılacak her bir puanın değerini bilmekteler...

İstanbul B.Ş.B. maçı sonrası Samsunspor ile ilgili düşüncelerim çok ama çok pozitif idi... Sonuçtan öte, oyun mantalitesi, kazanma azmi, hırs, takım ruhu gibi ögeler öne çıkmıştı... Herkesi mutlu eden, keyif verici bir durumdu... Sonrasında ise kazanılmasına rağmen Tavşanlı Linyitspor maçındaki tablo hayal kırıklığına uğramama neden olmuş, bir takım bir haftada bu kadar mı geriye gider ? sorusuna verilecek bir yanıt bulamamıştım...

İstikrarsızlığı marka haline getiren bir yapıdan aslında çok bir şey beklemek doğru değil, böyle gelmiş, böyle de gidecek,hiç çaresi yok... Yağmur'un çeltik tarlasına dönüştürdüğü zeminden kör döğüşü çıktı... Maçın ilk dakikalarında üretilen karşılıklı iki pozisyonun dışında koca ilk yarıda futbol vasatın altında gömülü kaldı... İkinci yarı topu ön bölgeye taşımakta beceriksizlik yaşayan Samsunspor ev sahibi ekibin baskısını hep ensesinde hissetti...  Kalesinde bolca pozisyon verip yürekleri ağızlara getirdi...

Kalpar'ın şaşırtan oyuncu değişikliklerine alıştık artık... Ne forvetine, ne de orta alanına merhem oldu girenler... Bu Umar denen adam için neler yazdığımı okuyucularım bilir...  Adını "Sirk canbazı" olarak belirledim... Yanılmadığımı görmeye devam ediyorum... O'nu göklere çıkaranlar bile artık utanıyorlar... Dün takımının tek kelimeyle "el freni" idi... Çok sevdiği topları eze eze bir hal oldu... Ceremesini pek tabiki takımı çekti... Belki maçın hakkı beraberlik idi, öyle de oldu ama o son pozisyonla üç puan gelebilirdi, gelmedi...

Hafta içerisinde ki yazımda maçın hakemi Süleyman Abay'ın geçmişteki Samsunspor maçlarındaki kasıtlı ve yanlı yönetimleri nedeniyle dikkat çekerek "Samsunspor Düşmanı" yakıştırması yapmıştım...
Yanılmadığımı, hakkında yanlışlık yapmadığımı bir kez daha gördüm...

Uzatma dakikakalarında ki pozisyonda önce golü verip, sonrasında iptal etmesine bir anlam vermek mümkün değil...  Sahadaki emek hırsızının Samsunla ne gibi bir alıp veremediği var? Anlamak mümkün değil...

27 Ocak 2014 Pazartesi
/Resul AKÇAY

Bafralı Dr. Fevzi Birer'in Yaşam Öyküsü -5

5. Bölüm - Aramızdan Ayrılışı

Fevzi Doktor, evlenip yuvadan uçan kızlarının ardından, eşi Yüksel Hanım`la evlendiği yıla adeta geri dönmüştür. Kızları her fırsatta ailelerini görmeye gelse de bir araya gelebildikleri günler sayılıdır. 2002 yılının 24 Nisan günüde bunlardan bir tanesidir. Önceden organize edilmemesine rağmen, bütün aile o gün bir aradadır. Sanki bir veda birlikteliğiymiş gibi akşam yemeği eski günlerdeki gibi mutluluk ve neşe içinde yenir. 26 Nisan sabahı, yanından hiç ayırmadığı çantası eşliğinde, Bafra`daki muayenehanesine gitmek üzere hazırlığını yapar. Havanın serin olması nedeniyle pardösüsünü giyer. Fötr şapkası onun değişmez aksesuarıdır. Yaklaşık bir saat sonra muayenehanesindedir. Uzun yıllar hizmetlisi olarak yanında çalışan Hadiye Hanım, hastalara randevu saatlerini vermiştir. Fevzi Doktor, sırayla hastalarına bakar. Muayenehane bir ara boşalır. O arada abdest alacaktır. Her cuma günü anne ve babasının mezarına gidip, 3 kere Yasin-i Şerif okumasa içi rahat etmez. Hadiye Hanım, bunu iyi bildiğinden çok şaşırarak, doktor bey günleri karıştırdınız galiba, bugün günlerden perşembe diyecek, Fevzi Doktor`dan “bugün de böyle olsun”cevabı alacaktır.

Aynı günün öğle saatinde bir hasta daha gelir, hastayı muayene eder, sıra reçeteyi yazmaya geldiğinde, kendinde ani bir rahatsızlık hisseder. Reçeteyi bile yarım bırakarak eşi Yüksel Hanım`a telefon açar, “ Bana bir haller oluyor kendimi iyi hissetmiyorum.”      

Eşi Yüksel Hanım, duydukları karşısında çok tedirgin olsa da bunu belli etmek istemez. “Bekle hemen geliyorum, kendini yorma dinlen biraz.” Yüksel Hanım, bu konuşmanın ardından hemen diş hekimi Mustafa Biren`i arayacaktır. Fevzi Doktor`un çok sevdiği, her zaman bayım diye hitap ettiği genç diş hekimi, durumu öğrenmesinin ardından Yüksel Hanım`ı evinden alır. Bafra`ya doğru hareket ederler. Yüzlerce kez gelip gittikleri yol sanki uzamıştır. Birbirlerine moral vererek yaptıkları sohbetin ardından muayenehaneye varılmıştır. Fevzi Doktor ve Hadiye Hanım onları beklemektedir. Hiç vakit kaybetmeden 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi`ne gitmeyi kararlaştırırlar. Pardösüsünü giydirmek isteseler de buna izin vermez. Merdivenlerden inerken 1946 yılından itibaren kimsenin taşımasına izin vermediği çantası yine elindedir. Tüm ısrarlara rağmen çantasını elinden alamazlar.

Birkaç gün sonra önünden bir kez daha geçeceği muayenehanesinin önünden otomobile binip yola çıkarlar. Yaklaşık yarım saat sonra fakülteye varmışlardır. Acil servis doktorlarının muayenesinin ardından, tanı için MR [EMAR] çekilecektir. MR odasında sıra ona gelmiş olsa da, mesleğe başladığı ilk günden itibaren sürdürdüğü deontoloji ruhundan yine ödün vermeyerek sırasını, ağır durumda fakülteye getirilen küçük yaşlarda bir çocuğa verecektir. Binlerce insana şifa dağıtan 80`inde bir hasta olsa da önce, Hipokrat yeminine bağlı bir doktordur. Çekilen MR`ından bulgu alınamamış tomografi çekilmesine karar verilmiştir. Bu arada kalacağı yoğun bakım servisine de alınmıştır. Çekilen tomografinin ardından yoğun bakıma alınır. Fevzi Doktor eşini ve onu fakülteye götüren diş hekimi Mustafa Biren` e her defasında, ben iyiyim merak etmeyin demeyi de sürdürecektir. Tomografi sonuçları da bu arada çıkmış, doktorlar çıkan rapor sonucunu değerlendirmektedir. Subaraknoid kanamadan bahsedilmektedir. Yılların kurt doktoru Fevzi Bey, bunu duyacak ve durumun ciddiliğini hemen anlayacaktır. Beyin kanaması onun yaşlarında biri için ciddi bir durumdur, o anki duyguları gözlerine yansıyacak, eşine son bir kez daha bakıp derin uykuya dalacaktır. Doktorlar komaya girdiğini söylerler, endişeli bekleyiş gece saat 11`e kadar sürecektir.

Drama`da başlayıp Tokat, Sivas, İstanbul, Fransa, Trabzon ve Samsun`da devam eden ama her defasında geri döndüğü Bafra`ya bu kez kesin dönüş yapacaktır. Meslektaşları tarafından son kez muayene edilip, raporuna muayene saatiyle birlikte Exitus yazılır. Yaşama ve sevenlerine veda etmiştir. Ana kucağında geldiği Bafra`dan, sevenlerinin omuzlarında yolcu edilir. Sevenleri onu son yolcuğuna uğurlamadan önce, 48 yıl boyunca Bafralılara şifa dağıttığı muayenehanesinin önünden son kez geçirilecektir. Yarım kalan reçete bir daha tamamlanamayacak, muayenehane ise öksüz kalacaktır. O Bafralılardan razı olup hakkını helal etmiş. Bafralı dost ve sevenleri de ondan razı olup haklarını helal etmişlerdir. Seni hala çok özlüyoruz Fevzi Doktor, nur içinde uyu! Bafralı değerli bir insanı, ölümünün 12. yıldönümünde yazmaya çalıştım. Onlarca kitap konusu olabilecek 80 yıllık yaşamı bir kaç sayfaya sığdırmak elbette ki mümkün değil.

Bu yazı için ailesinden gördüğüm ilgiyi unutmam asla mümkün değil! Eşi Yüksel Hanım ve ortanca kızı Esma öğretmenin olağanüstü misafirperverlikleri için çok teşekkür ediyorum. Bu yaşam öyküsü için yapılan sohbetimizde bazen güldük. Bazen düşündük, bazen de hüzünlenip beraber ağladık. Yaşamının ve mesleğinin neredeyse tamamını Bafra`ya bağışlayan bu büyük insan için, konuya sahip çıkacak Bafralılardan ve Bafra Belediyesinden bir ricada bulunacağım. Yaşadığı evin bulunduğu caddenin adı Dr. Fevzi Birer Caddesi olamaz mı? Takdiri okuyanlara ve yetkililere bırakıyorum...

/Recep Yılmaz
27.01.2014

'Şose' Zamana Yenilmesin...

Tarih derslerinde anlatılan İpek yolu'nu hep hayal ederdim, nasıl bir şey diye... O yolda ne var, etrafında neler olur, gidenler ne yer ne içer, nerde dinlenir, onca yol develerle, katırlarla gidilir mi.. Uzuzn uzun düşünürdüm... Ayrıca, Milli Mücadele döneminde de Atatürk'ün Samsun'dan Havza'ya ardından Erzurum ve Sivas'a uzanan yolculuğunu hayal ederdim... Şimdi en lüks arabalarla dakikalar içinde geçtiğimiz yolları, birileri günler sonra kat edebiliyordu...

Geçtiğimiz günlerde yolum Kavak'a düştü...  Bir takım çalışmalarım var, onlarla ilgili araştırmalar yaparken, "tarih yola" da bir göz atayım dedim... Çakallı Han'ı duymuştum ama hiç gitme fırsatım olmamıştı... Hazır gelmişken Han'ın içini gezer, bir yandan da 'tarihi şose'de turlar, köprüleri, kemerleri fotoğraflarım diye düşündüm... Kısacası, kendi memleketimize "turist" gözüyle bakalım dedim...

Bilmiyorum ama, dünyanın başka bir yerinde, bu kadar "değerli" bir başka yol var mıdır? Birincisi, Samsun'u Ankara'ya bağlayan, aynı zamanda da Bağdat Yolu güzergahında bulunan eski yol, diğer bir tabirle "şose", bence elimizde bulunan, değerini bilemediğimiz bir hazine... Ne yazık ki, bu hazineyi işleyecek, turizme kazandıracak bir kararlılık henüz yok... Neden mi? Daha yol üzerinde bulunan, herhangi bir turistin ilk durağı olan, devletin turizme kazandırmak için tam tamına 1 milyon 300 bin TL harcadığı, diğer bir hesapla neredeyse 2 okul parası yatırdığı Çakallı Han'ın kapısına güpe gündüz "kilit" vurulmuştu... Etrafta ne bir görevli ne de bir uyarı vardı. Han, tamamiyle "Allah'a emanet" bir şekilde, "turizmin hizmetindeydi"...

Hazine dedim ya bu güzergah için, oradan devam edeyim... Üzerinden yüzyıllar önce develerle ticaret yapılan, hanlar, kervansaraylar hamamlarla dolu bir yol düşünün... Aynı yol, bundan neredeyse yüz yıl önce, tarihin gördüğü, görebileceği en büyük mücadeleye, en önemli devlet adamına şahitlik yapmış... Belki, dünyanın bir başka ülkesinde, böylesi bir yol olsaydı, emin olun ki, şu an sömestr tatilinde hepimiz uçağa atlayıp, turlara katılıp, "hatıra fotoğrafı" çektirmek için yola çıkmıştık bile...

Oysa yanı başımızdaki bir turizm hazinesinden, kültür mirasından bi haber yaşıyoruz... Elbette ki, bu yolu bilenler, belirli dönemlerde ziyaret edenler var... Ancak bu sayı, bir elin parmaklarını geçecek düzeyde değil... İnsanların geçmişe özlem duyduğu bir dönemde, tarihi bir fırsat önümüzde duruyor. Hem yeni neslin hem de ondan sonrakilerin hafızalarında yer etmesi gereken bir "yol" burası. İyi değerlendirilmeli... Varsa, projelere sahip çıkılmalı... Yoksa da projeler üretilmeli... Aksi taktirde, "tarihi şose", zamana yenilecek...

Zaten, eserlerin şu anki durumu, etraflarındaki gelişmeler, önümüzde çok az bir zaman olduğunu işaret ediyor... Başka devletlerin, milletlerin; olmayan şeyler uydurarak, milli tarih yazdıklarını, hayali karakterler yaratarak, yeni nesile sahte bir tarih bilincini aşıladıklarını okumuştum bir yerlerde... Oysa ki, bizim dilden dile dolaşan hikayelerimiz bile sözde tarihçileri yerle yeksan ederken, hemen yanı başımızda duran "canlı tarihi" görmezden gelmeyelim... Hem tarihe hem de turizme ciddi katkı sunacak bu yolu, zamana yedirmeyelim... Yoksa ileride çok pişman oluruz...

/Miraç ÖZTÜRK
27 Ocak 2014

26 Ocak 2014 Pazar

“Bafralı” Olmak ya da Olamamak…

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) 2012 verileri; Samsun ve ilçeleri için çok önemli aynı zamanda ilginç verileri raporlar ortaya koymuş. Türkiye’nin tüm illeri için detaya inilerek yapılan çalışma, bir anlamda yaşanılan yerin röntgeni olması açısından ön plana çıkıyor. TUİK 2012 raporlarına göre; Bafra’nın nüfusu 143.336 Bu rakamın 87.854’ü merkezde yaşıyor. Belde ve köy nüfusu ise 55.512. Merkezde yaşayan kişi sayısı toplam nüfusun % 61.3’ ü. Okuma yazma oranı ise; Okuma yazma bilmeyen toplam 7096 Kişi. Bu rakamın 1539’u erkek, 5557’si ise kadın. Okuma yazma bilip bilmediği noktasına veri olmayan kişi sayısı ise 1960.

Söz konusu raporların ilginç olan bir diğer ayrıntısı ise, ikamet edilen ilçeye göre nüfusa kayıtlı olma konusu. Buna göre; Bafra’da en çok 3003 kişi ile Trabzon nüfusuna kayıtlı kişi, en az ise 3 kişi ile Bilecik nüfusuna kayıtlı insan var. Tabi bu verilerin içerisinde kimlik kayıtlarına göre elde edilen bilgiler yer alıyor. Yani babası bilmem nereye kayıtlı olup da kendisi Bafra nüfusuna kayıtlı olanlar yer almıyor. Öyle ki, Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Bafra’da  Giresunlusundan, Iğdırlısına, Erzincanlısından, İzmirlisine kadar neredeyse tüm ülkeden insanlarımız yaşamını idame ettiriyor.

Bafra kozmopolit bir yapıya sahip. Bu yelpaze çoğu kez kültür renklerinin artmasında alternatif sunuyor olması yanında, sanırım birçok alanda birtakım sorunların da çıkmasına vesile oluyor. Sorunun başında ise ne kadar yıldır yaşıyor olursan ol, Bafralı olamamak geliyor. Kısacası doğduğu yer ile doyduğu yer arasında kalma ikilemi arasında sıkışıp kalıyor insanlar. Çarpıcı olması itibariyle,46 eyalete sahip ABD’de; bugün itibariyle nüfusun yaklaşık d Beyaz (Avrupalı), Latin, Siyahi Afrikalı,%5 Asya kökenli,%2'lik kısmını melezler, yerliler vb ırklar oluşturuyor olmasına rağmen herkes sade ve sadece Amerikalı.

Bafra’da yaşamak demek; Kafa kağıdında neresi yazıyorsa yazsın sahip çıkmak demek olmalı oysa. Kaldırımını işgal etmemek, çevreyi kirletmemek, ferdi sorumluluklarını tam olarak yerine getirmekten öte, laf sırası geldiğinde “Bafralıyım” diye bilmek olmalı. Bafra’da faaliyet gösterip, kazanımlarını asla ama asla Bafra’ya yansıtmayan sözüm ona birçok firmanın yaptıkları ile kıyaslandığında önemsiz gibi görünse de önemli bir ayrıntı.

/Birol BİRCAN
26.01.2014

23 Ocak 2014 Perşembe

Sağlıkta Soyguna Devam

Dün  Sadi  abinin (Sadi  Subaşı)  yazısını  okudum.  Kente  dair  yazıları, azimi  ve  en  önemlisi  sürekliliği  beni  etkilemiştir. ‘’SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM POLİTİKASI VE YAŞANAN OLUMSUZLUKLAR.’’  başlıklı  yazısındaki  bakış  açısı  sağlıkta  piyasacı  gerçekliliği  gözler  önüne  seriyor.

Yapay  gündemlerle  oyalanan  sistem,  sağlıkta  soyguna  devam  ediyor. 17 Ocak’ta Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre üniversite hastanelerine SGK’nın ödediği payın iki katı, diğeri işlemlerde bir katı ilave ücret alınabilecek. İlave ücret uygulaması AKP hükümetinin 12 Ekim 2013 gecesi aldığı bir kararla, özel hastanelerde de SGK’nın hastaneye ödediği payın iki katına çıkarılmıştı. Uygulamaya göre Kadın Hastalıkları ve Doğum tedavisinde, 122 lira, Genel Cerrahi tedavisinde 110 lira, Göğüs Hastalıkları tedavisinde 98 liraya kadar ilave ücret alınabilecek. Sağlık işlemlerinde alınacak ilave ücret asgari ücretin iki katına (1692 lira) kadar çıkabilecek.

SES  sendikası bu  konuda Üniversite Hastanelerinde ilave ücret uygulaması..! başlıklı  bir  açıklama  yaptı: Muayenede SUT fiyatının iki katı, Diğer işlemlerde bir katına çıkaran Bakanlar Kurulu kararı 17 Ocak 2014’de Resmi Gazete’de yayımlandı. Hükumet, üniversite hastanelerine kaynak yaratmak için vatandaşın cebine göz dikti. Vatandaşlar, üniversite hastanelerinde öğretim üyelerinden sağlık hizmeti almak için Bakanlar Kurulu kararı ile özel hastanelerde olduğu ilave ücret ödemek zorundalar.

Kamu sağlık kurumlarından sağlık hizmeti almak için vatandaşın cebinden para ödemesinin yolu açıldı. Sağlık hizmeti almak için artık sadece GSS primi, katkı-katılım payı, reçete bedelleri yeterli değil; şimdi özel sağlık kuruluşlarında olduğu gibi ayrıca ilave ücrette ödemek gerekiyor.

Sağlıkta Dönüşüm Programını açıklarken gerek Başbakanın gerekse dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın sarf ettikleri ‘’bıçak parasını kaldıracağız, doktorun elini hastanın cebinden çıkaracağız”,“artık vatandaşı tuzu kuru öğretim üyesi hekime soydurmayacağız” sözleri, hala belleğimizde tazeliğini korumaktadır.

Oysa halen aynı kişinin Başbakanı olduğu Bakanlar Kurulu, 17 Ocak 2014 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararı ile ‘’Kamu idaresindeki yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık hizmetleri için Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığınca belirlenmiş sağlık hizmeti bedelinin, bir defada asgari ücretin iki katını geçmemek üzere, poliklinik muayenelerinde en fazla iki katı, diğer hizmetlerde en fazla bir katı kadar ilave ücret alınabilir’’ hükmünü getirmiştir. Yani müstafi Sağlık Bakanının ifadesiyle vatandaştan“bıçak parası” alınmaya bu kez “yasal olarak”  devam edilmektedir.

Sağlığı piyasalaştırırken sürekli hekimleri kötüleyen ve itibarsızlaştırmak isteyen yetkililer, belli ki şimdi kötüledikleri ve hakaret ettikleri hekim öğretim üyeleri üzerinden borç yükü altındaki üniversitelere kaynak yaratma telaşındalar. Üniversite hastanelerinde vatandaşın cebinden ödeyeceği ilave ücretler Üniversite hastanesinde, öğretim üyesine ayaktan poliklinik muayenesi olmak isteyen vatandaş cebinden yaklaşık ortalama 100 TL ödeme yapacaktır.

Yapılan girişimsel işlemlerde ise Sosyal Güvenlik Kurumuna fatura edilen paket fiyatın bir defada asgari ücretin (net 846 TL ) iki katına yani 1692 TL ye kadar ulaşabilecek ilave ücreti vatandaşın cebinden çıkacaktır. Organ nakillerinde, kardiovasküler cerrahi işlemlerinde, acil girişimsel işlemlerde ise ilave ücret alınmamaktadır.

Sonuç olarak;
Özel sağlık kuruluşlarında olduğu gibi üniversite hastanelerinde de vatandaşın cebinden ilave ücret alınmaya başlanması ile üniversite hastaneleri artık bir tür özel hastane statüsüne geçirilmiştir. Başbakan ve Sağlık Bakanı, üniversite hastanelerinin ve sağlık çalışanlarının sorunlarını vatandaşın cebinden alınacak paranın paylaşımından ibaret sanmaktadır. Oysa öğretim üyeleri ve sağlık çalışanlarının sorunlarının başında iş-işyeri, gelir ve gelecek güvencesi sağlanması, can güvencesi, mesleki bağımsızlık ve nitelikli tıp ve uzmanlık eğitiminin sürdürülmesi gelmektedir.
Öğretim üyeleri ve sağlık çalışanları görevlerini performans, ciro ve SUT baskısı altında kalmadan ve gelecek kaygısı duymadan yapmak istemektedir. Tıbbi hizmeti değersizleştiren, hastaları ‘puan ve ilave ücret‘e dönüştüren ücretlendirme modeli yerine iş ve ücret güvencesi olan,  insanca yaşamaya ve mesleki gelişimi sürdürmeye yetecek, emekliliğe yansıyacak ücretlendirme sistemine geçilmesini talep etmektedir.

Sendikamız SES, Sağlığı hak olmaktan çıkaran ve herkese parası kadar sağlık hizmeti anlamına gelen, parası olmayanın sağlık hizmetine erişemediği; sağlık çalışanlarının iş-işyeri, ücret, gelecek ve can güvencesini ortadan kaldıran bu sisteme, “Sağlıkta dönüşüm Programı”na karşı yürüttüğü kararlı mücadeleyi sürdürmektedir, sürdürmeye de devam edecektir. Başta sağlık alanındaki emek ve meslek örgütleri olmak üzere, tüm emekçileri ve halkı bu mücadelede bizimle birlikte olmaya, hükümeti de eline-yüzüne bulaştırdığı bu sistemden yol yakınken vazgeçmeye çağırıyoruz.
…………………
Diğer  Sağlık  Sendikaları ne  düşünmektedir? Tabip Odası ne düşünmektedir?

/Cem ŞAHAN
23 Ocak 2014

Unutulan Sektör: Tarım 2

Bir önceki yazımda tarım sektörünün ülkemiz için önemi üzerinde kısaca bazı bilgiler vermiştim. Bu yazımda tarımda yapılan hatalar üzerinde bilgiler vermek isterim.  Tarıma, Batının baskıları ilk olarak, haşhaş ve afyon üretimi üzerinde olmuştur. ABD dahil Batıda giderek artan uyuşturucu kullanımını azaltmak için, Türkiye günah keçisi olarak seçilmiştir ve haşhaş ekiminin üretiminde kısıtlamaya gidilmiştir. Haşhaş özellikle, ülkemizin geçit bölgelerinde yetiştirilen ve o iklime adapte olmuş bir üründür. Haşhaş denilince afyon akla gelmekle birlikte, bu bitki afyonun yanında; gıda olarak kullanılan haşhaş yağı, hayvancılıkta kullanılan haşhaş küspesi ve doğrudan kullanılması gibi faydaları vardır. O zamanlarda ekonomimize katkısı çok fazla idi.  Ayrıca, çapası ve afyon alımında çok büyük miktarda iş istihdamı da yaratmakta idi. Dışa bağımlı olan Türkiye baskılarla, haşhaş ekimini büyük oranda tahdit etti ve gerek iş gücü ve beslenme bakımından Türkiye bu üretim aşamasında büyük darbe yedi. Bütün bunlara rağmen ABD ve Batıda uyuşturucu kullanımı azaldı mı? Buna verilecek tek cevap hayır olacaktır.

Türkiye'nin bu payını Hindistan ve uzak doğuda Golden Triangle  ülkeleri (Kampoçya, Laos ve Vietnam) ülkeleri almıştır. ABD'de bulunduğum sırada, doktora öğrencilerinden birisi, kulaktan dolma bilgilerle "Türkiye'den afyon ticaretinin dünyaya yapıldığını" ifade etmişti. Kendisine Türkiye hakkında neler bildiğini sordum. Bana "Asya'nın güneyi gibi bir yerde" dedi. Ben de "Senin, Türkiye'nin dünyanın neresinde olduğunu bilecek kadar, bilgili ve zeki olmadığını; ama Türkiye hakkında hüküm verebildiğini söyledim. Ayrıca, dünya, uyuşturucu trafiğini, sadece atı ve eşeği olan Türk köylüsünün organize edemeyeceğini, bunu yapanların milletlerarası seviyedeki uçağı, gemisi ve helikopterleri olan yeraltı kuruluşlarının yaptığını, bunun içine ABD'nin dahil olduğunu; Türkiye'nin bu üretimden vazgeçmesine rağmen uyuşturucu trafiğinin olanca hızı ile devam ettiğini" ifade ettim. O zaman bana, "Sen haklısın, konunun bu yönünü ben düşünememiştim" dedi. Bütün bunlara karşılık Türkiye haşhaş üretimini çok kısıtlı bir alanda yapılmasına karar verdi.

Haşhaştan sonra, sıra tütüne geldi. Tütün üretiminin ve kullanılmasının yasal olması nedeniyle, burada değişik bir taktik uygulandı. Şark tipi tütünleri içinde tartışmasız en önde gelen Türk tütünleri, dünyanın her yerinde yapılan sigara yapımında harmanlar içinde vazgeçilmez bir ürün idi. Zamana bağlı olarak, yabancı firmalar Türk tütünlerinin paçal içindeki miktarını azaltmaya başladılar. Bu oran önceleri % 10-20 oranında olmasına rağmen; bazı kimyasallar kullanarak bu oranı % 1 veya daha altına indirmeyi başardılar. İşin garip tarafı ise, Türk tütününün rakibi, lahana şeklinde büyük yaprakları olan Wirginia Blended tütün bitkisi idi. İster istemez Türkiye tütün üretimine sınırlama getirdi ve garip olan şu ki, Türkiye'deki tütün fabrikaları için, 3 kg. Türk tütüne karşılık gelecek şekilde Wirginia tütünü almaktadır. Türk tütünü sigara yapımında kullanılması için bir yıl olgunlaşması için beklenmesine rağmen, blended tütün aynı yıl içinde kullanılmaktadır. Kendi ülkelerinde, sigara içimini azaltmak için, büyük kampanyalar yapan bu ülkeler, diğer ülkelerde sigara içimini artırmak için büyük kampanyalara giriştiler.

Yabancı ülkelerde üretilen sigaradan bizim insanımız o kadar etkilendi ki, belirli dönemlerde sigara kaçakçılığı ayrı bir sektör olarak ortaya çıktı. Sigara içenler arasında, yabancı sigara içmek bir prestij unsuru idi. Ben sigara içmediğim için bilmiyorum, ama yabancı sigara içenler, herhalde atın sırtında sigara içen kovboyun yerine kendilerini koyuyorlardı. Diğer çok önemli olan husus, ABD Dünya sigara tiryakilerinin içim zevkini de değiştirdiği gerçektir. Sigaraya filtre takarak, sigaradan olan zararı azalttıkları fikrini insanların zihinlerine kazıdılar. Zararlı olan bir tiryakiliğin, zararını azaltmak diye bir mantık olabilir mi? Az veya çok zarar. İçmeyiver gitsin. Sigara hakkında şunu söylemek isterim ki, "Hayatım boyunca düşündüğüm halde, sigara içmenin gayesini ve esprisini anlayamadım. Yanız, diğer yaptığı anlaşılmaz işler gibi, insan tabiatına çok uygundur." İçenlere afiyet olsun demeyeceğim. "O seni bırakmadan sen onu bırak". Tarım konusuna devam edeceğim, saygılarımla.

/Osman ECEVİT
23.01.2014