Askere "Mehmetçik" kelimesini ilk
kullanan Mekke savunması sırasında Bulgar Türkü bir Osmanlı komutanıdır.
Mehmet, Hazreti Muhammed'e atıfla ulaşılan bir isimdir. Mehmetçik de,
Muhammedi'in toprağını koruyan anlamındadır. İşte, bizim "Hasancık"
da, Rumeli toprağını koruyor. Elinde silah, bileği kalın, adil bir adam ama
"eşkıya"...
Bu seferki durağım, Samsun Büyükşehir Belediyesi'ne
bağlı Sam-Ulaş'ın Genel Müdürlüğü... Görüşeceğim kişi, Sam-ulaş Genel Müdürü,
Samsun Mübadele Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, Samsun'daki Kent Müzesi ve
Alaçam'daki Mübadele Müzesi'ndeki bir çok derlemenin, eserin üzerinde emeği
bulunan, Drama Köprüsü'ndeki yazıları derleyen, mübadil, araştırmacı bir yazar,
Çalı Harmanı ve Mümin Bulut kitaplarının sahibi Akın Üner...
Akın Bey, Samsun'da; hatta Türkiye genelinde
mübadele denilince ilk akla gelen isimlerden. Nerede mübadele ile ilgili bir
konu konuşulsa, söz dönüp dolaşıp kendisine geliyor.
Sam-Ulaş’taki makamında misafir ediyor bizi. Akın
Bey yoğun, projelerle, ring hatlarıyla uğraşıyor. Bunca işin arasında bize
vakit ayırdığı için ilk olarak kendisine teşekkür ediyorum. Çaylarımızı
söylüyoruz ve başlıyoruz sohbete... Ama önce daha mühim bir işimiz var... Akın
Bey ilk kitabı Çalı Harmanı'nı benim için imzalıyor.
İmza faslından sonra, başlıyoruz sohbete...
Önce gemilerle Samsun'a gelen mübadillerin
yaşadıkları sıkıntılar ve korkulardan konuşuyoruz. Binlerce insanın hiç
bilmedikleri bir coğrafyaya, hiç bilmedikleri bir yere gitmeleri esnasındaki
hislerini anlatmaya çalışıyor Akın Bey...
Balık Nedir,
Gemi Nedir Bilmezler
Akın Üner anlatıyor: "Selanik İzmir'e benzer,
Kavala da Samsun'a çok benzer, aynı şekilde Sarışaban da Tekkeköy'e çok benzer.
Mübadele öncesi büyüklerimizden, deniz kenarında oturan azmış. Genelde dağ
köylerinde otururlarmış. O yüzden dere balıkları hariç, balık bilmezler, gemi
bilmezler. Böyle bir kültürden yetişme,
orman kültürü ile tütüncülük dışında tarım da çok bilmeyen, okuma yazma
oranının düşük olduğu bir toplumdan bahsediyoruz mübadele döneminde. Bu
toplumda herkes "kahya", "ka" oradan geliyor, ana meslek
hayvancılık ve tütüncülük.
Katliama
Uğramaktan Korkuyorlar
Bu kültürde yetiştirilen birinin, deniz yoluyla
göçe zorlanması çok ilginç bir şey, farklı bir psikoloji. Yok olma korkusu var.
Mesela, gelirken, "bir Yunan gemisi torpil atsa ne olur" diye
düşünüyorlar. Katliama uğramaktan çok korkuyorlar. bu korkularında da haklılar. Bir taraftan gideceğin yerden korkuyorsun...
Ama kalınca da ne olacağını bilmiyorsun.
Çünkü yanı başında yaşanan katliamlar var.
Yunanlılardan çok çekmemiş bizimkiler belki ama Bulgar ordusundan çok
çekmişler. Anlatılan Bulgar zulümleri doğrudur. Zulümlerin arasında, adam
öldürmek de var tecavüz de var. Çünkü Bulgar ordusu eşkıya sürüsü. Bizim
ailelerimiz, Rumlardan çok konuşmazlar. Çünkü Rumlarla çok karşılaşmamışlar.
Ama Bulgarlardan çok çekmişler.
Çalı
Harmanını İşkencesi Bulgarların
Bulgar ordusu Osmanlı'ya başkaldıran, yok sayan bir
ordu. Ayaklanma kültüründen gelen bir ordu, Dağ eşkıyalarından oluşan bir yapı.
Bu nedenle katliama, tecavüze çok müsait bir yapısı var. Çalı harmanını
yapanlar genellikle Bulgarlar. Dünyaya bu işkence tekniğini kazandıran
Bulgarlar. Bununla, erkeklere zulmediyorlar.
Çalı harmanında olay şu, Türk köyleri silahsız olmaz. Anlamı illa isyan
değil, günlük yaşamda kullanıyorsunuz, kurttan çakaldan korunmak için evinde
bulunuyor. Bu gelenek hala devam ediyor. Türklerde bir silah sevgisi var. Tabi
bu durum Bulgarların hoşuna gitmiyor. Ve silahları toplamak istiyorlar.
Çalıları
Özellikle Kadınlara Toplatıyorlar
Açlık da var bir yandan. İnsanlar yiyeceklerini
saklıyorlar silahlarla birlikte. Bulgarlar da açlıktan etkileniyor, köylerden
ne bulursa alacak vaziyetteler. İlk olarak silahları ve buğdayı istiyorlar.
Vermeyince de tüm herkesi camide topluyorlar. Kadınlara kara çalı dediğimiz
çalıyı toplatıyorlar. Çalıları harman yeri tabir edilen düz yere koyuyorlar.
Hepsini bir araya getiriyorlar. Sonra
erkekleri çıplak ayakla yürütüyorlar. Ayaklar feci şekilde kanıyor. Düşünün,
kocası kadının kendi elleriyle topladığı çalının üstünde yürüyor. Aynı şekilde
babası, kardeşi... Ayaklar kan içinde, böyle olunca ister istemez de başlıyorlar
konuşmaya. Çalı harmanı dediğimiz olay bu"
"Debreli"
Değil, "De Bre" Hasan
Akın Bey'in kitabına da ismini veren "Çalı
Harmanı", yüreğimizi burkuyor. Çalı harmanının nedenlerini tartışırken,
söz o dönemdeki çetelere, çetelerden dağlara, dağlardan da doğal olarak Debreli
Hasan'a geliyor. Akın Bey, konuya girer girmez, herkesçe yanlış bilinen bir
noktayı es geçmiyor: "Miraç Bey, aslında o Debreli Hasan değil, De Bre
Hasan'dır. Herkes Debre diye bir yer zanneder ama değildir"
Ve başlıyor Debreli Hasan ile ilgili bilinenleri
anlatmaya... Bilinenleri diyorum, çünkü Debreli Hasan ile ilgili o kadar çok
hikaye, o kadar çok iddia var ki, hepsi birbirinden farklı... Akın Bey, en
damıtılmış, kabul görmüş ve çeşitli kaynaklardan da teyit edilmiş bir Debreli
Hasan portresi çiziyor bize:
Ciddi Bir
Otorite Boşluğu Var
"O dönemlerde dağlarda otorite boşluğu var.
Birinin otorite kurması lazım. Devlet yok, devlet şehir merkezinde var. Dağlar
boş. Çeteler cirit atıyor. Askere
gidiyorsun, Anadolu'da Milli Mücadele başlamış. Bakıyorsun Kavaladakiler,
imkanını bulan Anadolu'ya gitmiş, Milli Mücadele’ye destek vermek için. Bir
kısmı da 1. Dünya Savaşı yıllarında
farklı cephelerde savaşmış, köyüne geri dönmeyip Milli Mücadele kadrosunda
yer almış. Zaten tarihe baktığınızda, Milli Mücadele kadrolarının yüzde 90'ı
Selanik ve çevresindendir. Subay yetiştiren okullar hep Rumeli'dedir.
İnsanların çoğu askere gitmiş. Haber alınamıyor. Şehit mi, savaşıyor mu...
Bilinmiyor. Birileri bir otorite kurmalı.
Debreli Hasan
Bizim İçin Hep 'Hasancık'tır
Eşkıyaların üzerinde, bir tane Debreli Hasan ortaya
çıkıyor. Ancak, Debreli Hasan'ı tüm halk seviyor. Türkler, Arnavutlar,
Makedonlar. Debreli Hasan türküsünün Türkçe, Makedonca, Arnavutça versiyonları
var. Örneğin Hasan ismi Rumeli'nde çok yaygındır. Debreli Hasan türküsündeki
"Debreli" kısmı da aslında "De Bre" Hasan'dır. "Söyle
be Hasan" anlamındadır. Debre isimli çok yer var Rumeli'nde, köyler var.
Ama Hasan oralardan değil. Belki de
birden çok Hasan vardı. Ama, Debreli Hasan, bizim için Hasancık'tır. Yanında
Kara Kedi denilen birisi var. Köylerde
hep "Hasancık" deniliyor. Tıpkı Mehmetçik gibi. "Cık" bizde
bir sevgi ifadesidir.
Hasan'ın
Demirci Mehmet Efe'den Hiçbir Farkı Yok
Askere "Mehmetçik" kelimesini ilk
kullanan Mekke savunması sırasında Bulgar Türkü bir Osmanlı komutanıdır.
Mehmet, Hazreti Muhammed'e atıfla ulaşılan bir isimdir. Mehmetçik de,
Muhammed’in toprağını koruyan anlamındadır. İşte, bizim "Hasancık"
da, toprağını koruyor. Bizim efelerden, Demirci Mehmed Efe'den hiçbir farkı
yok. Elinde silah, bileği kalın, adil bir adam ama "eşkıya"... Dağda
yaşıyor. Zengin adam her zaman güçlüdür, devlet otoritesi de yoksa hemen zulme
başlar. İstediğini oğluna gelin alır, istediğinin toprağına el koyar. Bu gibi
ağalara karşı, diğer kötü eşkıyalara karşı, asker kaçaklarına karşı, Müslüman
köyleri koruyan, sevilen; adalet dağıtan bir figür aslında Hasancık.
Yunanlılar Da
Hasan'ın Varlığını Kabul Ediyor
Herkesin hafızasında farklı... Biraz muhafazakar
bir Mübadile göre neredeyse bir ermiştir. O'na kurşun işlemez, duası
kuvvetlidir, 5 vakit namaz kılar, Allah'a çok yakındır. Onun kadar muhafazakar
olmayan biri için de Hasancık, rakı içer, dellenir, dağıtır. Herkesin Hasan'ı
farklıdır yani. Ama hepsi için de Hasancık'tır o. Böyle birisinin olduğu belli.
Eski Rumlar da kabul ediyorlar. 1. kuşak Yunanlılar böyle birinin olduğunu
biliyorlar. Hafızalarında bir Hasan figürü var. 'Hasancık' var diyorlar,
"herkes korkardı" diyorlar. "Drama Mahpusu’ nu bre Hasan evin mi
sandın" diyor türküde mesela. Hasanla ilgili önemli bir izdir bu türküde
bahsedilen. Söz konusu köprüyü araştıran bir Yunanlı tarihçi, Nusratlı
Köyü'ndeki Romalılardan kalma su kemerinin bu köprü olduğunu söylüyor"
Debreli Kendi
Elleriyle Gelin Ediyor Sevdiğini
Debreli Hasan ile ilgili bir de hikaye anlatıyor
Akın Üner... Ancak hikaye, o kadar sıcak ki; o anlatınca bizim yüreğimiz
"cız" ediyor. Çünkü, Debreli Hasan, sevdiğini "kendi
elleriyle" gelin ediyor... İşte Akın Üner'in ağzından, Debreli Hasan'ın
hikayesi:
"Hasan'ın gönlünü kaptırdığı bir kız var.
Seviyor. Sürekli sevdiği kızın köyünü etrafında dolaşıyor. Hasan, Rum subaylar
tarafından aranıyor. Tabi Rumlar da biliyorlar Hasan'ın kızı sevdiğini, köye
gelmesini bekliyorlar. Debreli Hasan, zor bir karar veriyor. "Bu Rumlar,
kızcağıza benim yüzümden bir kötülük ederler" diye düşünüyor. Kızdan
ayrılıyor ve köyden kızı isteyen bir başka talibiyle zorla evlenmesine neden
oluyor. Kızın kalbi kırılıyor tabi ki.
Damadı
Vuracak Sanılırken...
Düğün vakti geliyor. köyde davullar zurnalar
çalıyor. Kazanlarda pilavlar, yemekler pişiyor. Birden, düğünün ortasında
ormandan atlılar geliyor, ellerinde tüfeklerle. Hasan, atını meydana sürüyor.
Gelinle damadın yanına kadar geliyor. Herkes, Hasan'ı damadı vuracak, düğünü
kana bulayacak diye düşünürken, 7 tane beşi bir yerde altın çıkarıyor cebinden
ve kıza takıyor. Tebrik ediyor. Dama da da, "Emanetime sahip çık"
diyor ve düğünden aynı hızda ayrılıyor"
Yeni Bir
Selanik Masalı
Akın Bey'le sohbetimiz devam ediyor, mübadele ile
ilgili önemli dipnotlar elde ediyorum... Hepsini tek tek araştırmak için not
alıyorum... Bu dizide de yol gösterici oluyor bu notlar. Konu Çalı Harmanı
kitabına geliyor, biraz kitap hakkında konuştuktan sonra Akın Bey yeni
kitabından da bahsediyor... Henüz tasarım aşamasında olduğu için kitabın
konusunu burada yazmam doğru olmaz ama beni şimdiden meraklandırdığını da
söylemeden geçemeyeceğim... Yine bir Selanik hikayesi desem ip ucu için yeterli
olur sanırım...
Çalı Harmanı
Okumaları
Şimdi dönelim ilk kitaba... Yazı dizisine
başlamadan önce önemli sayılabilecek ölçüde okumalar yaptım. Mübadele tarihi,
mübadelenin sosyolojik etkileri üzerine yazılan kitaplardan tutun da, internet
üzerinde yayınlanmış makalelere kadar çok sayıda yazıyı okumaya çalıştım. İlk
olarak da Akın Bey'in Çalı Harmanı kitabını okuyarak, mübadelenin karakterler
üzerindeki etkisini anlamaya çalıştım. Çok da etkili oldu. Akın Bey, romanında
akıcı bir dil kullanarak, olayları birbirine şaşırtıcı bir şekilde bağlayarak,
çok güzel bir eser ortaya koymuş...
İki Tarafı Da
Anlatan Bir Kitap
İşte Akın Üner'in ilk yayımlanan kitabı Çalı
Harmanı, Selanik'ten İzmir'e; Samsun'dan Kavala'ya bir dizi olayı farklı bakış
açılarıyla, her iki kesimin gözünden, muhteşem bir kurguyla anlatıyor. Ayrıca
kitapta, Hristiyan ve Müslümanların, savaş öncesi nasıl kardeşçe yaşadıklarına,
birbirleriyle ortak paydada nasıl buluştuklarına sıkça yer veriliyor... Bunu
yanı sıra doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalanların, dağlarda
bağımsızlık için savaşanların, ticari yaşamı için dinini gizleyerek yaşamak
zorunda kalanların, sırf inançlı oldukları için katledilenlerin, tecavüze
uğrayanların hikayelerini anlatıyor Akın Bey...
Kitaptan
Çarpıcı Bölümler
İşte o hikayelerden gerçeklik payı bulunan, hatta
Akın Bey'in kitap hakkında konuşurken söylediği gibi, "yaşanmış, sadece
isimleri ve mekanları değiştirilmiş" olaylar zincirinden çarpıcı bölümler:
* "Kaptan Hristo: Pontus'a kan düştü
Andreas... Kan kokusu olan yere bereket gelmez! Artık akan kanı durdurmak
lazım... Bizim öldürdüklerimiz, beş asırlık komşularımız. Bizi öldürenler de
öyle..."
* "Bir süre geçince yol boyunca sıra sıra
dizilmiş kavak ağaçlarının arasından, uzaklardaki köyler seçilmeye başladı.
Kimisinde küskün bir cami minaresi, kimisinde de bezgin bir çan kulesi. Bakımsız
köy evlerinin arasından kendini gösteriyor. Adeta yoldan gelip geçenlere
sakinlerinin yaratana yakarışlarındaki farkı haykırıyordu. Fukaralığın ve
acıların güçsüz düşürdüğü köyleri birbirinden ayıran tek fark, belki de
mescitlerinin değişik mimarilerinden ibaretti. Rum ve Türk köyleri bu acınası
görünüşleri ile adeta aynı mezarlıkta yatan birisi Müslüman diğer Hristiyan
gömülmüş iki komşu gibi görünüyorlardı"
Ne Zaman
Osmanlı Geldi, Kilise O Zaman Huzur Buldu
* "Ama abla, hürriyet olmadan kiliseler nasıl
yaşayacak?" diye itiraz etti Andreas. "Müslümanların hakimiyetinde
nasıl Ortodoksluğa yaşatabiliriz ki? İlk azizlerinden bu yana Hristiyanlar bu
topraklarda hep acı çektiler. Sürgünler, katliamlar, işkenceler... Sen hiç
Kapadokya'ya gittin mi, orada ilk Hristiyanların kiliseleri var, hepsi yer
altına saklanmış. Neden? Yada Trabzon'daki Sümela Manastırı'nı gördün mü hiç,
atalarımız o manastırı neden yüksek dağlara yapmışlar hiç düşündün mü ? Eğer
özgürce ibadet edebilseler, hiç yerin dibine yada dağların zirvelerine
saklanmaya gerek görürler miydi? Ne zaman Osmanlı geldi, Ortodoks Kilisesi işte
o zaman huzur buldu"
Andreas dayanamadı, yaşlı kadının sözünü kesti:
"Osmanlılar Müslüman ama..."
"Bu doğru değil Andreas. Padişah Müslüman
olabilir ama Osmanlı hiçbir zaman yalnızca Müslümanların devleti olmadı. Sen
Osmanlı zamanında dağlarda yada mağaralarda saklanmış bir kilise inşa
edildiğini duydun mu?"
Andreas bütün bunları bir başka Rum'da yada
Ermeni'den duysa hemen karşı çıkar, tavır koyardı ama Abla'ya hürmeti vardı
susmayı tercih etti. Zaten çoraplarından birisi kadının elindeydi... Elinden
alıp gidecek hali yoktu ya?
"Yahudiler, Müslümanlar, Ortodokslar"
diye devam etti abla, "Osmanlı hepimizin devletiydi ama son zamanlarda
bizler yabancıların oyuncağı olduk. Kendi devletimize ihanet ettik"
"Komşi
Bizim Allahlarımız Aynı"
Akın Bey'le yaklaşık 1 buçuk saat süren sohbetimizi
sonlandırıyoruz... Akın Bey, çıkmadan önce, giderayak bir hikayeden bahsediyor.
Hikayenin kahramanı öyle bir şey söylüyor ki, belki de mübadele ile ilgili
sayfalarca yazılamayacak, anlatılamayacak şeyleri özetliyor. İşte Akın Üner'in
ağzından o kısa hikaye:
"Bir gün bir gezide, yaşlı bir teyzemizi
görüyorlar. Teyze Rum. Gezidekiler, teyzeyle konuşmak istiyor, biraz da ağır
işitiyor. Rehber, hemen Rumca'ya çevirmeye çalışıyor. Teyze, tercümana kızıyor,
elindeki bastonu kaldırıp, başlıyor Türkçe konuşmaya. Oradakilerden birisine
sarılıyor ve diyor ki, "Komşi, bizim Allahlarımız bile ayni, sadece
peygamberlerimiz farklı"
Gemiyle gelenlerde yok olma korkusu var. Mesela,
gelirken, "bir Yunan gemisi torpil atsa ne olur" diye düşünüyorlar.
Katliama uğramaktan çok korkuyorlar.
Akın Bey, konuya girer girmez, herkesçe yanlış
bilinen bir noktayı es geçmiyor: "Miraç Bey, aslında o Debreli Hasan
değil, De Bre Hasan'dır. Herkes "Debre" diye bir yer zanneder ama
değildir"
Düğün vakti geliyor. köyde davullar zurnalar
çalıyor. Birden, düğünün ortasında, ormandan atlılar geliyor, ellerinde
tüfeklerle. Hasan, atını meydana sürüyor. Gelinle damadın yanına kadar geliyor.
Herkes, Hasan'ı damadı vuracak, düğünü kana bulayacak diye düşünürken...
Debreli Hasan'ı tüm halk seviyor. Türkler,
Arnavutlar, Makedonlar. Debreli Hasan türküsünün Türkçe, Makedonca, Arnavutça
versiyonları var. Örneğin Hasan ismi Rumeli'nde çok yaygındır.
"Kaptan Hristo: Pontus'a kan düştü Andreas...
Kan kokusu olan yere bereket gelmez! Artık akan kanı durdurmak lazım... Bizim
öldürdüklerimiz, beş asırlık komşularımız. Bizi öldürenler de öyle..."
Teyze, tercümana kızıyor, elindeki bastonu
kaldırıp, başlıyor Türkçe konuşmaya. Oradakilerden birisine sarılıyor ve diyor
ki, "Komşi, bizim Allahlarımız bile ayni, sadece peygamberlerimiz
farklı"
Yarın : 350
Kırmızı Liraya "Üç Han" Satın Alan Mencenos'lu Hacı Osman Ve Gizlice
Rumları Dinleyen Halil Efendi
/Miraç ÖZTÜRK
10 Şubat 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder