Bir ülke düşünün ki üç tarafı denizle çevrili
olsun, tam 8333 Km .
uzunluğunda deniz sınırı bulunsun ve bu kıyılarını limanlarla donatsın, sonra
da Tanrı’nın kendisine sunduğu böylesine güzel bir olanağı, yani toplu taşıma
yolunu kullanmasın. Bunun akıl ve mantığa sığan bir yanı var mıdır? Bilen
varsa, lütfen anlatsın. Akaryakıtının tamamına yakın kısmını dışarıdan
ithal eden bir ülkenin, dünyanın maliyeti en pahalı taşıma yolu olan karayoluna
ağırlık vermesini anlamakta sıkıntı çekiyorum.
Tüm siyasi partilerin hedefinde yeni otoyollar
yapmak iddiası önemli yer tutmaktadır. Günümüz iktidarının belki de en başarılı
olduğu işlerden birisi, yapılan yeni otoyol ve bölünmüş yolardır. Çok sayıda
viyadüklerin yer aldığı bu otoyolların yapım maliyetlerinin çok yüksek oluşunun
yanında, sürekli bakım gerektirdiği için ülkemiz bütçesine getirdiği yük daha
da artmaktadır. Oysa denizyolunun böyle bir bakım sorunu da yoktur. Karayoluna
ağırlık verildiği sürece, kullanılan akaryakıt giderleri ile kullanılan
araçların büyük bir kısmının ithal oluşu, yerli yapılanlarında önemli bir kısım
parçasının dışarıdan gelmesi nedeniyle, çok önemli miktarda dövizimizin yurt
dışına çıkışı sürecektir.
O halde yapılacak en doğru iş, yük ve insan
taşımacılığında karayolu dışında ki ulaşım yollarına ağırlık vermektir. Petrol
ithal eden ülkeler bu nedenden dolayı, taşımacılıkta ülkelerinin diğer
olanaklarını öne çıkartmıştır. Komşu ülkeler Bulgaristan ve Romanya’dan başlayarak
Avrupa ülkelerine göz atarsak, özellikle denize kıyısı olmayan ülkeler başta
olmak üzere ulaşım yolu olarak demiryolu ve havayolunu seçtiklerini görürüz.
Denize kıyısı olan Akdeniz ve Baltık ülkelerin de ise, demiryolu yanında deniz
yolunu kullanımı en üst düzeydedir. Tüm dünya, petrol giderlerini azaltmaya çalışırken
bizim karayoluna ağırlık ve öncelik vermemizin anlaşılır bir yanı olamaz.
Son zamanlarda hızlı tren modeli ile bazı ana
arterleri demiryolu ile birbirine bağlama çabalarının yoğunluk kazanması, umut
verici bir başlangıç olarak kabul edilmelidir. Benim üzerinde durduğum konu denizyolu ulaşımı
olup, günümüz Türkiye’si için çok daha fazla önemlidir. Çünkü Akdeniz, Karadeniz ve Ege Kıyıların da yeteri
kadar limanımız vardır. Bu kıyılarda hızlı feribot seferleri düzenlenmiş olsa,
eminim ki kısa süre sonra gemi yolculuğunu tercih edenlerin sayısı hızla
artacaktır.
Ülkemiz de her türlü geminin yapılabildiği
tersaneler mevcuttur. Ülke dışından yat siparişleri nedeniyle çok tersanede bir
yıl sonraya sipariş alınmaktadır. Türk Deniz Kuvvetlerinin bazı savaş gemileri dahi
artık Türkiye tersanelerinde yapılmaktadır. Tüm bu nedenlerle, Türkiye denizyolunu kullanma
tercihini biran önce yapmalıdır. Ulusal çıkarlarımız da bunu gerektirmektedir. Ancak bu konuda siyasi iradenin elini kolunu
bağlayan bir şeylerin olduğu da bir gerçektir. Bunların başında da çok uluslu
otomotiv sanayicileri gelmektedir. Bu çok uluslu şirketler ise, dünya ekonomisini
elinde tutan ve sermaye akışını yönlendiren başta Amerika olmak üzere birkaç
emperyalist devlet tarafından desteklenmekte, hatta korunmaktadır.
Söz bu noktaya gelince, gündeme ekonomik
bağımsızlık sorunu gelmektedir. Yukarıda altını çizdiğim dış dayatmalara
direnebilmek için ekonomik yönden herhangi bir sıkıntının olmaması
gerekmektedir. Çünkü ulusal çıkarların korunmasının yolu ekonomik
bağımsızlıktan geçmektedir. Bir ülkenin ekonomik bağımsızlığının ön şartı ise,
dış borç yükünün bulunmamasına bağlıdır. Bu konuda yakın geçmişimizde yaşanmış bir olayı
hatırlarsak, bunun önemini çok daha güzel anlayabiliriz diye düşünüyorum.
Ekonomik yönden güçlü olmamanın ve dış yardıma
muhtaç bulunmanın, hükümetlerin elini kolunu nasıl bağladığı ve dış dayatmalara
direnilemediğinin en güzel örneği, 2001 yılında dağıtılan Merhum Ecevit
Başkanlığı’nda ki Koalisyon Hükümeti sırasında yaşanmıştır. Hatırlanacağı gibi 2001 öncesinde hükümeti
oluşturan koalisyonun görünüşte önemli bir sorunu yoktur. Ta ki, Amerika’nın
Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Irak’a müdahalesi gündeme gelene
kadar. Yine hatırlanacağı gibi Rahmetli Ecevit Irak’a
müdahale edilmesine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Bu dirençle birlikte bir an
da Türkiye’de beklenmedik gelişmeler olur. Birileri düğmeye basmış ve büyük bir ekonomik kriz
baş göstermiştir. Dönemin Başbakanı Rahmetli Ecevit, nedenleri bugün tartışma
konusu olacak şekilde hastane odalarına mahkûm edilmiştir. Ardından da, o güne kadar adını kimsenin duymadığı
bir ekonomi uzmanı! Amerika’dan cankurtaran olarak Türkiye’ye gönderilir ve bir
süre sonra da ekonomiden sorumlu bakan olarak hükümete girer.
Sonrasını o günleri yaşayanlara bilirler. Hiçbir
sıkıntısı olmayan koalisyon çatırdar. Parçalanmalar olur, ayrılanlar yeni bir
parti kurarlar. Derken erken seçim kararı alınır ve bir dönem kapanır. Erken
seçim, yeni kurulmuş bir parti olan AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin
önünü açar. Bir süre sonra da Amerika’nın Irak’a müdahalesi
gerçekleşir. O günleri yaşayanların o günlerde çok da algılayamadığı bu olayın
iç yüzü, bugün çok daha anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, ekonomik yönden güçlü olamadığımız ve
dış borç yükünden kurtulamadığımız sürece, kendi çıkarlarımız doğrultusunda çok
dik durabilmemiz zor gözükmektedir.
Denizyolu ulaşımı konusunda da ciddi adımlar
atılamayışının altında da korkarım, bu tür dış baskıların ve çok uluslu
şirketlerin çıkarları doğrultusunda ki etkisi rol oynamaktadır. Büyük Önder Atatürk’ün 1922’de söylediği şu sözler
bunu çok güzel açıklamaktadır. Atatürk diyor ki; “Ekonomik bağımsızlığı olmayan
milletlerin tam bağımsızlığından söz edilemez.” Bu sözleri doğrulayan bir dip notla yazımı
sonlandırmak istiyorum.
1970’li yılların sonlarında İMF denen kuruluşun adı
sıkça duyulur olmuştu. Doğrusu ben de merak ediyordum. O günlerde bir deniz
yolculuğu fırsatı çıkınca, Doğan Avcıoğlu’nun “ İMF NEDİR? NE YAPAR” İsimli
kitabını almış ve gezi sırasında okumuştum. Bu kitap bana, Amerikan
emperyalizminin yeni dönemde hangi silahı kullanmaya başladığını da çok açık
bir şekilde öğretmişti. Türkiye o dönemlerde sanıyorum Kıbrıs Müdahalesi
sonrası yaşanan ambargolar nedeniyle, yaşadığı ekonomik sıkıntılardan ötürü
IMF’den borç almaya başlamıştı. İşte bu kitapta, bu borç kredilerinden birisinin
toplumdan saklanan bir gizli maddesinde yer alan bir şarttan söz ediliyordu.
İMF ile yapılan protokol, alınacak yardımın serbest
bırakılacak diliminin ön şartı olarak Türkiye’nin, “İpek yolu” Olarak
adlandırılan otoyolu yapmasını zorunlu kılıyordu. Türkiye’nin o dönemlerde böyle bir yola öncelikli
olarak ihtiyacı yoktu. Daha Ankara İstanbul gibi çok önemli arterler otoyola
çevrilmemişti. Gerçek neden sonraki yıllarda bütün çıplaklığı ile
ortaya çıkacaktı. Amerika daha o günlerde, gelecekte gündeminde yer alacak BOP
projesinin temellerini atıyordu. Planında ki, Irak işgali ve Orta Doğu
petrollerine hakim olmak üzere bu bölgede kendine bağımlı bir Kürt Devleti’nin
kurulmasına yönelik uygulamaların alt yapısını hazırlıyordu.
Tüm bunların perde arkası bugün çok daha güzel
anlaşılmıyor mu? Bu örneklerden sonra, başka söze gerek var mı? Son söz; Ülkemizin çıkarları, demiryolu ve
denizyolu kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bir an önce Tanrı’nın ulusumuza
lütfettiği olanaklardan yararlanmalıyız. Hükümetlere düşen görev de, bu konuda kararlı bir
politika izlemek olmalıdır.
İyi haftalar..
/Ecz. Sadi
SUBAŞI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder