14 Şubat 2014 Cuma

Denizyolunu Kullanamayan Türkiye’nin Ekonomik Bağımsızlık Sorunu

Bir ülke düşünün ki üç tarafı denizle çevrili olsun, tam 8333 Km. uzunluğunda deniz sınırı bulunsun ve bu kıyılarını limanlarla donatsın, sonra da Tanrı’nın kendisine sunduğu böylesine güzel bir olanağı, yani toplu taşıma yolunu kullanmasın. Bunun akıl ve mantığa sığan bir yanı var mıdır? Bilen varsa, lütfen anlatsın. Akaryakıtının tamamına yakın kısmını dışarıdan ithal eden bir ülkenin, dünyanın maliyeti en pahalı taşıma yolu olan karayoluna ağırlık vermesini anlamakta sıkıntı çekiyorum.
 
Tüm siyasi partilerin hedefinde yeni otoyollar yapmak iddiası önemli yer tutmaktadır. Günümüz iktidarının belki de en başarılı olduğu işlerden birisi, yapılan yeni otoyol ve bölünmüş yolardır. Çok sayıda viyadüklerin yer aldığı bu otoyolların yapım maliyetlerinin çok yüksek oluşunun yanında, sürekli bakım gerektirdiği için ülkemiz bütçesine getirdiği yük daha da artmaktadır. Oysa denizyolunun böyle bir bakım sorunu da yoktur. Karayoluna ağırlık verildiği sürece, kullanılan akaryakıt giderleri ile kullanılan araçların büyük bir kısmının ithal oluşu, yerli yapılanlarında önemli bir kısım parçasının dışarıdan gelmesi nedeniyle, çok önemli miktarda dövizimizin yurt dışına çıkışı sürecektir.
  
O halde yapılacak en doğru iş, yük ve insan taşımacılığında karayolu dışında ki ulaşım yollarına ağırlık vermektir. Petrol ithal eden ülkeler bu nedenden dolayı, taşımacılıkta ülkelerinin diğer olanaklarını öne çıkartmıştır. Komşu ülkeler Bulgaristan ve Romanya’dan başlayarak Avrupa ülkelerine göz atarsak, özellikle denize kıyısı olmayan ülkeler başta olmak üzere ulaşım yolu olarak demiryolu ve havayolunu seçtiklerini görürüz. Denize kıyısı olan Akdeniz ve Baltık ülkelerin de ise, demiryolu yanında deniz yolunu kullanımı en üst düzeydedir. Tüm dünya, petrol giderlerini azaltmaya çalışırken bizim karayoluna ağırlık ve öncelik vermemizin anlaşılır bir yanı olamaz.
  
Son zamanlarda hızlı tren modeli ile bazı ana arterleri demiryolu ile birbirine bağlama çabalarının yoğunluk kazanması, umut verici bir başlangıç olarak kabul edilmelidir. Benim üzerinde durduğum konu denizyolu ulaşımı olup, günümüz Türkiye’si için çok daha fazla önemlidir. Çünkü Akdeniz, Karadeniz ve Ege Kıyıların da yeteri kadar limanımız vardır. Bu kıyılarda hızlı feribot seferleri düzenlenmiş olsa, eminim ki kısa süre sonra gemi yolculuğunu tercih edenlerin sayısı hızla artacaktır.
 
Ülkemiz de her türlü geminin yapılabildiği tersaneler mevcuttur. Ülke dışından yat siparişleri nedeniyle çok tersanede bir yıl sonraya sipariş alınmaktadır. Türk Deniz Kuvvetlerinin bazı savaş gemileri dahi artık Türkiye tersanelerinde yapılmaktadır. Tüm bu nedenlerle, Türkiye denizyolunu kullanma tercihini biran önce yapmalıdır. Ulusal çıkarlarımız da bunu gerektirmektedir. Ancak bu konuda siyasi iradenin elini kolunu bağlayan bir şeylerin olduğu da bir gerçektir. Bunların başında da çok uluslu otomotiv sanayicileri gelmektedir. Bu çok uluslu şirketler ise, dünya ekonomisini elinde tutan ve sermaye akışını yönlendiren başta Amerika olmak üzere birkaç emperyalist devlet tarafından desteklenmekte, hatta korunmaktadır.
 
Söz bu noktaya gelince, gündeme ekonomik bağımsızlık sorunu gelmektedir. Yukarıda altını çizdiğim dış dayatmalara direnebilmek için ekonomik yönden herhangi bir sıkıntının olmaması gerekmektedir. Çünkü ulusal çıkarların korunmasının yolu ekonomik bağımsızlıktan geçmektedir. Bir ülkenin ekonomik bağımsızlığının ön şartı ise, dış borç yükünün bulunmamasına bağlıdır.  Bu konuda yakın geçmişimizde yaşanmış bir olayı hatırlarsak, bunun önemini çok daha güzel anlayabiliriz diye düşünüyorum.
  
Ekonomik yönden güçlü olmamanın ve dış yardıma muhtaç bulunmanın, hükümetlerin elini kolunu nasıl bağladığı ve dış dayatmalara direnilemediğinin en güzel örneği, 2001 yılında dağıtılan Merhum Ecevit Başkanlığı’nda ki Koalisyon Hükümeti sırasında yaşanmıştır. Hatırlanacağı gibi 2001 öncesinde hükümeti oluşturan koalisyonun görünüşte önemli bir sorunu yoktur. Ta ki, Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Irak’a müdahalesi gündeme gelene kadar. Yine hatırlanacağı gibi Rahmetli Ecevit Irak’a müdahale edilmesine kesinlikle karşı çıkmaktadır. Bu dirençle birlikte bir an da Türkiye’de beklenmedik gelişmeler olur. Birileri düğmeye basmış ve büyük bir ekonomik kriz baş göstermiştir. Dönemin Başbakanı Rahmetli Ecevit, nedenleri bugün tartışma konusu olacak şekilde hastane odalarına mahkûm edilmiştir. Ardından da, o güne kadar adını kimsenin duymadığı bir ekonomi uzmanı! Amerika’dan cankurtaran olarak Türkiye’ye gönderilir ve bir süre sonra da ekonomiden sorumlu bakan olarak hükümete girer.
 
Sonrasını o günleri yaşayanlara bilirler. Hiçbir sıkıntısı olmayan koalisyon çatırdar. Parçalanmalar olur, ayrılanlar yeni bir parti kurarlar. Derken erken seçim kararı alınır ve bir dönem kapanır. Erken seçim, yeni kurulmuş bir parti olan AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin önünü açar. Bir süre sonra da Amerika’nın Irak’a müdahalesi gerçekleşir. O günleri yaşayanların o günlerde çok da algılayamadığı bu olayın iç yüzü, bugün çok daha anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, ekonomik yönden güçlü olamadığımız ve dış borç yükünden kurtulamadığımız sürece, kendi çıkarlarımız doğrultusunda çok dik durabilmemiz zor gözükmektedir.
  
Denizyolu ulaşımı konusunda da ciddi adımlar atılamayışının altında da korkarım, bu tür dış baskıların ve çok uluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda ki etkisi rol oynamaktadır. Büyük Önder Atatürk’ün 1922’de söylediği şu sözler bunu çok güzel açıklamaktadır. Atatürk diyor ki; “Ekonomik bağımsızlığı olmayan milletlerin tam bağımsızlığından söz edilemez.” Bu sözleri doğrulayan bir dip notla yazımı sonlandırmak istiyorum.  
 
1970’li yılların sonlarında İMF denen kuruluşun adı sıkça duyulur olmuştu. Doğrusu ben de merak ediyordum. O günlerde bir deniz yolculuğu fırsatı çıkınca, Doğan Avcıoğlu’nun “ İMF NEDİR? NE YAPAR” İsimli kitabını almış ve gezi sırasında okumuştum. Bu kitap bana, Amerikan emperyalizminin yeni dönemde hangi silahı kullanmaya başladığını da çok açık bir şekilde öğretmişti. Türkiye o dönemlerde sanıyorum Kıbrıs Müdahalesi sonrası yaşanan ambargolar nedeniyle, yaşadığı ekonomik sıkıntılardan ötürü IMF’den borç almaya başlamıştı. İşte bu kitapta, bu borç kredilerinden birisinin toplumdan saklanan bir gizli maddesinde yer alan bir şarttan söz ediliyordu.
 
İMF ile yapılan protokol, alınacak yardımın serbest bırakılacak diliminin ön şartı olarak Türkiye’nin, “İpek yolu” Olarak adlandırılan otoyolu yapmasını zorunlu kılıyordu. Türkiye’nin o dönemlerde böyle bir yola öncelikli olarak ihtiyacı yoktu. Daha Ankara İstanbul gibi çok önemli arterler otoyola çevrilmemişti. Gerçek neden sonraki yıllarda bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacaktı. Amerika daha o günlerde, gelecekte gündeminde yer alacak BOP projesinin temellerini atıyordu. Planında ki, Irak işgali ve Orta Doğu petrollerine hakim olmak üzere bu bölgede kendine bağımlı bir Kürt Devleti’nin kurulmasına yönelik uygulamaların alt yapısını hazırlıyordu.
  
Tüm bunların perde arkası bugün çok daha güzel anlaşılmıyor mu? Bu örneklerden sonra, başka söze gerek var mı? Son söz; Ülkemizin çıkarları, demiryolu ve denizyolu kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bir an önce Tanrı’nın ulusumuza lütfettiği olanaklardan yararlanmalıyız. Hükümetlere düşen görev de, bu konuda kararlı bir politika izlemek olmalıdır.

İyi haftalar..

/Ecz. Sadi SUBAŞI     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder