Türk bildiğimizle Türkçe konuşamıyor.
Milli içkimizi Anadolu`da içemiyorduk. İlkokula başladığım yıllarda babamın
aldığı renkli dünya atlası, geleceğimi şekillendirecek ve saatlerce bakmaktan
yorulup uyuduğum, kıta ve ülkelerin ne isimlerini ne de fiziki durumlarını hiç
unutmamıştım. Çoğu iş gezisi olmak üzere 5 kıtada 30`u aşkın ülkeyi gezmiştim
ve sıra artık orta Asya`ya gelmişti. İki arkadaşımı da oraya gitmek için ikna
etmiştim. Arkadaşlarımdan biri Samsun`da konfeksiyoncu diğeri ise halen Samsun
CHP Milletvekilliği yapan İhsan Kalkavan`dı. 5 saatlik bir uçuşun ardından
Taşkent`teydik. Havaalanı çok güzel değildi. Ama şehir umduğumdan çok güzeldi.
Çok geniş bulvarlar, yemyeşil ağaçlarla dolu parklar ve metro yaşamı
kolaylaştıran izler taşıyordu.
Ben orta Asya`yı çok farklı bulacağımı
düşünürken sanki bir Avrupa şehrine gittiğimi hissettim. Ruslar şehirciliği çok
iyi biliyorlardı. Tüm Rus şehirlerinde asla trafik sorunu yaşanmazdı. Caddeler
o kadar genişti ki Türkiye`de olsa caddeyi ikiye böler ortasına bir sıra daha
evler yaparlardı. Taşkent`teki Sheraton Otelinde rezervasyonumuzu çok önce
yaptırmıştık. Aslında Özbekistan`la ilgili bir gezi programı da yapmamıştık.
Her şey ezbere ve kendiliğinden gelişecekti. Resepsiyondaki güler yüzlü genç
hanıma otele giriş işlemlerini yapması için pasaportlarımızı uzatmıştık.
Tam bir Anadolu Türkçesiyle hoş
geldiniz dedi. Türkçe karşılanmak hoşumuza gitmiş aramızda konuşuyorduk. “Bak
Türkleri görüyor musun kızlar bile artık yurt dışında iş bulup çalışıyor. Her
ülkede karşımıza çıkıyorlar.” deyip
gururlanıyorduk. “Aslen bende Türkiyeliyim ama Türk
değilim.” dedi. Resepsiyon yoğundu bir ara
anlatırım diyerek giriş işlemlerimizi yaptı. Yorulmuştuk odalarımıza hareket
ettik. Sabah kalkmış kahvaltımızı yapmıştık. Taşkent`i daha iyi tanımak için
yaya geziyorduk. Şehirdeki tarihi yerleri bulmak çok zor olmadı. En ilgimi
çeken yerlerden biri de Alay Pazarıydı. İnanılmaz derecede büyük bu alışveriş
yerinde her şey vardı. Bu kadar bolluk olan yer dünyada hiç görmedim.
Yaş ve kurutulmuş meyveler, sebzeler,
baharatlar ve belki de tüm Özbekistan`a turşuyu sevdirip satan ve sadece
turşuculukla geçinen Korelilerin yaptığı lezzetli turşular. Pazar yerinde hazır
yiyeceklerde vardı. Özbek pilavı ve şaşlık kebabı her yerde olduğu gibi Alay
Pazarında da yerini almıştı.
Akşama yakın otele dönmüştük. Otelde
bu koşuşturma yoktu bizi hoş geldiniz diye gülümseyerek karşılayan kız uzaktan
yine tebessüm etmiş ancak lobide oturduğumuzda yanımıza gelmiştik. Belli ki
kendini tanıtacaktı, adım Desponia dedi. Akşam olmuş çok yeri de gezmiştik
Desponia ile sohbet etmeye çok vaktimiz vardı. Az sonra bildiği her şeyi
anlatacaktı.
1923`te mübadele kararı çıkmış,
Fatsa`nın köylerinden Yunanistan`a gönderilmişlerdi. Fatsa o dönemler Samsun`a
bağlıydı. Öyleyse Desponia benim hemşerimdi. Ne gariptir Türk bildiğimiz
Özbeklerle tek bir kelimede bile anlaşamıyor, gavur diye yollarımızı
ayırdığımız bir Rum kızıyla ne güzel Türkçe sohbet ediyorduk. Hem de
Türkiye`den binlerce kilometre uzakta. Garip tesadüflerden biri de Türkler Orta
Asya`dan Anadolu`ya gelmişlerdi. Bu Rum kızının ne işi vardı. Orta Asya`nın
göbeğindeki Taşkent`te anlatmaya devam ediyordu...
Sıkıntılı bir süreçte yaşamışlar. Yeni
ülkelerine çok zor alışıyorlardı. 1944-1948 yılları arasında Yunanistan`da iç
savaş çıkmış. Kardeş, kardeşi öldürür hale gelmiş. Millet canından bezmiş.
Çünkü mübadeleden sonra sadece 20 yıl geçmiş Anadolu Rumları bir türlü rahat
yüzü görmemişti. İç savaşın en yoğun olduğu yerler Kuzey Yunanistan`dı ve orada
genellikle Anadolu Rumları iskan edilmişti.
1948`te savaş neredeyse bitmiş küçük
çaplıda olsa çatışmalar 1950 yılına kadar sürmüş, komünistler yenilmişti. Bu
arada 30 Bin civarında komünist gerilla Rusya`ya sığınmıştı. Rus yönetimi de
onları Özbekistan`a yollamış orada iskan etmişti. Desponia`nın anne ve babası
Taşkent`te tanışıp evlenmiş iki solcu gerillaydı. Bu evlilikten bizimle sohbet
eden Desponia doğmuştu. Artık çoğu Yunanistan`a gitti ama ben burada okudum
büyüdüm. Alıştım buraya bundan sonraki yaşamımı da burada sürdüreceğim diyordu.
Bize mutlaka Semerkant`a gitmemizi de önermişti.
Dediğini dinledik ve tutuğumuz
taksiyle bir günlüğüne Semerkant`a gidip orayı da gezmiştik. İyi ki onu
dinlemiş Timur`un başkentine gitmiştik. Çok tarihi bir şehirdi. Otelde akşamları
Desponia ile sohbet etmek bir alışkanlık gibi olmuştu. Küçük tavsiyeleri
gezimize renk katıyordu. Pazar günü boş olduğunu istersek kımız içebileceğimiz
bir yere götürebileceğini söyledi.
Pazar günü dediği gibi bir köye
gitmiş, bakır taslarda ayran gibi sunulan kımızları içmiştik. At sütünden
yapılan içindeki alkol oranı yüzde 2 civarında olan içki Türklerin milli
içkisiydi. İkram edense bir Rum kızı ne tuhaf bir durumdu ne garip tesadüfler
yaşıyorduk. Türk bildiğimizle Türkçe konuşamıyor. Milli içkimizi Anadolu`da
içemiyorduk. Desponia mı bize yakındı. Yoksa Özbekler mi?
Eğer Özbekler bize yakınsa neden
onlarla aynı samimiyeti kuramıyor, dost olamıyorduk. Anlaşılan bu hiç
bilinmeyenli denklemi hiç çözemeyecektim. Bazen en kestirme yol kader kelimesi
kullanmaktı. Kaderde ne varsa olur.
/Recep
Yılmaz
19.06.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder