1980 öncesi Samsun-Ordu bölgesindeki
sağ-sol çatışmalarını ele aldığım Vebal
romanımda, “Fikir ayrılığı yüzünden girmiyor insanlar bu korkunç
çatışmaların içine, devletin içine sızmış görünmez eller var.” fikrini
sunmuştum milletimin sağduyusuna. Tarihin bu acı sayfası içinde rol alanlar, bugün
pişmanlıklarını dile getiriyor. Pekiyi bugün neler oluyor? Bakalım:
Gazeteciliğine hayran olduğum değerli
dostum Necdet Uzun’un şu tespitine dikkat(!) “Samast, jandarma bölgesinde
yakalandığı halde, neden Samsun Emniyet Müdürlüğü'ne götürülmüştü? Ogün
Samast'ın, Atatürk imzalı ve Türk Bayrağı zeminli "Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır." sözlerinin yazılı
bulunduğu takvimin önünde çekilen fotoğrafı, Ergenekon kurgusunda mı
kullanılacaktı? Ne tesadüftür ki Dink Cinayeti Davası'nın Cumhuriyet Savcısı da
Muammer Akkaş'tır. Cinayeti, "Darbe davaları" ile ilişkilendirmek
kolaydı. İşin içine "Derin ilişkiler" ile gündeme gelen Veli Küçük de
yerleştirilince cinayetin milliyetçiler-ulusalcılar tarafından işlendiği algısı
tutacaktı. Olayın görünen azmettiricisi Yasin Hayal’ in, Samast'a yanına
"Türk Bayrağı al" demesi ve Samsun'da yakalanacağını önceden
söylemesi çok şeyi anlatıyor aslında.”
Bu yazıyı okuyunca ürperdim adeta. Devlet içinden çatışma üretme
planları yapıldığının net açıklaması sanki. Buna karşı çözüm ne? İktidarıyla
muhalefetiyle millî duruş sergilemek ve tartışma konusu edilemeyecek yargı ve
kolluk gücüyle geçmişteki karanlık senaryoların benzerlerinin sahnelenmesini
engellemek.
Çatışma körükleyici tartışmalara da
dikkatli bakmak lazım. Okullarımızda eğitim, bilgi kullandıran müfredatlarla
yapılmıyor. Kullandırılmayan bilgiler unutulduğu için boşa zaman harcanmış
oluyor. Uluslararası sınavlarda başarısızlığımız bunun açık göstergesi. Bu
temel sorunu çözmeden sürekli ders
koymak, tepki getiriyor. Çatışma üreticiler de bundan yararlanıyor. Örneğin
Osmanlıca tartışmaları… Bunu ortaya atanlar, sözünü ettiğim temel sorunla
ilgili neden hiçbir öneri getirmedi. Acaba amaç, çatışma körüklemek miydi? Bunu da düşünmeden edemiyorum doğrusu. Biz halk, tasavvuf edebiyatı ürünlerini
olduğu gibi yüksek zümre(divan) edebiyatı ürünlerini de Latin harfleriyle
işledik edebiyat derslerinde. Eski
alfabeyle işleseydik bir şey fark etmezdi hatta daha iyi olurdu. Sorun bu
değildi. Neydi? Çocuklarımızı etkinlik
içinde eğitmeyip bilgi bombardımanına tuttuğumuz için eski edebiyatımıza ne
gerek var gibi tepkilerle karşı karşıya geldik. Sorun eski dilimiz,
alfabemiz, kültürümüz değil sistem
sorunuydu yani.
Değerli hemşehrim Başbakan Yardımcısı
Sayın Numan Kurtulmuş, Cemil Meriç
Hocanın “Uzun yıllar uğraştığımız
halde Fransızca öğretemedik, kendi dilimizin başka bir harfte yazılma şekli
olan Osmanlıcayı öğretseydik bugün herhalde herkes Osmanlıcayı öğrenmiş
olurdu.” sözüne dikkat çekiyor ve
şunları ekliyor: “Osmanlıca
dediğimiz, Japonca, Fransızca ya da Rusça değildir. Bu milletin yıllarca konuştuğu bir
lisandır. Türkçemizin, başka bir alfabeyle yazılmasıdır. Yunus Emre'nin
dilidir, Namık Kemal'in dilidir, Atatürk'ün kullandığı ve yazdığı dildir,
eğitim gördüğü dildir. Dolayısıyla, bunu bir polemik meselesi haline
getirmeyelim.”
İşte size millî duruş(!) Polemik
üretmeyelim, iktidarıyla muhalefetiyle
ortak akılla hareket edelim. Sorunun
temeline inelim: Yani sistemi sınıf ortamından iş ortamlarına sokalım ve
bilgileri zevkle kullandıra kullandıra verelim ki çatışmacılar fırsat
bulamasın. Olan iktidarlara değil,
millete oluyor sonunda; sağduyuyla millî duruşlar sahnelemek gerek. Halk tarih boyunca sahip çıktı millî duruşa, yine sahip çıkacaktır. Ders
alalım tarihten.
Allah, yüce milletimizi karanlık
zihniyetlerin şerrinden korusun!
/Zati
ÜRER
18.12.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder