Ne Balkanlar'da oluşan ittifakların
farkına varabildik ne de adam gibi savaşabildik. Sırbistan, Karadağ,
Bulgaristan ve Yunanistan aralarında ittifaklar kurarken, asker sayılarını ve
silah güçlerini devamlı artırırken; biz Trakya’da iyi eğitimli 67 bin nizamiye
askerine ek olarak redifleri de terhis ediyorduk. Dahası, Sırbistan, bize karşı
kullanacağı topları bizim elimizdeki Selanik Limanı'nda gemilerden indirip yine
bizim topraklarımızdan geçirerek ülkesine götürüyordu. Gaflet, ve cehalet
ihtirasla birleşti ve 25 milyon nüfuslu bir imparatorluk toplam nüfusları on
milyon civarındaki dört uyduruk devlete kırk günde mağlup oldu. Bu yönüyle de
gerçek bir utançtır Balkan savaşları.
Tahsin Paşa, emrinde kırk bin asker
olmasına rağmen Selanik’i tek kurşun atmadan Yunanlılara teslim etmiştir. Bu
utançta ya da Mustafa Kemal’in ifadesiyle “ordunun yüzüne sürülen namus
lekelerinde” Tahsin Paşa’nın korkaklığı
ve çapsızlığı kadar “şehrin harap olmaması için çatışmasız teslimini” isteyen
ahalinin de vebali vardır.
Atatürk 6 Mayıs 1914’te Başkomutanlık
Kurmay Başkanı Yarbay İsmail Hakkı Beye askeri ataşe olarak bulunduğu Sofya’dan
yazdığı gizli yazıda Balkan Harbi yenilgisinden “Ordumuzun yüzüne sürülen namus
lekeleri” diye bahseder ve bu “lekelerin silineceği kutlu zamanın geleceğini
beklediğini” bildirir. Türk milleti ve Türk ordusu o namus lekelerini Birinci
Dünya Harbi ve Milli Mücadele'de en ufak bir iz kalmayacak şekilde sildi.
Türk askeri Selanik’te çapsız
komutanın emrinde tek kurşun atmadan teslim olmanın utancını yaşarken,
Edirne’de Şükrü Paşa komutası altında sadece bizim değil dünya harp tarihinin
en şanlı destanlarından birisini yazar. İmparatorluk kırk günde teslim
bayrağını çekerken Edirne tam beş ay beş gün kahramanca direnir. Ve sonunda
Selimiye’nin top ateşine tutulacağının anlaşılması üzerine ecdat yadigarının
zarar görmemesi için teslim olur. Aynı asker bir tarafta esaretin zilletine
beyaz bayrak açarken diğer tarafta kanıyla tarihe şanlar dolu sayfalar
yazmaktadır. Türk askeri Yanya ve İşkodra’da da aynı destana imza atmıştır.
Bulgar Kralı Ferdinand teslim
sırasında Şükrü Paşa’ya şunları söyler: “Bir yanlışlık yapıldığı görülüyor.
Şehir teslim alınırken kılıcınızı da takdim etmişsiniz. Sizin gibi askerlerin
kılıçları alınamaz. Savaş sırasında altın bir sayfa yazdınız. Lütfen kılıcınızı
geri kabul ediniz. İmkansız bir savunmayı gerçeğe dönüştüren sizin gibi bir
askere karşı savaşmış olmaktan şerefyap oldum.”
Burada sadece Şükrü Paşa’nın
büyüklüğünü değil kahramanlığa saygı duyan ve kahramanın hakkını teslim eden
Ferdinand’ın da hakkını teslim etmemiz gerek.
Günlerce değil haftalarca sürer altı
yüz yıllık Balkan maceramızı anlatmak ama bir yerde bitirmek zorunluluğu var.
Ben de Şükrü Paşa’nın savunma sırasındaki vasiyetiyle bitireceğim bu seriyi:
“Şayet düşman hatları geçtikten sonra
ölecek olursam, kendimi şehit addetmeyeceğim. O zaman bana bir mezar
hazırlamayınız. Bırakınız köpekler ve kuşlar etimi parçalasınlar ve yesinler.
Fakat savunma hatlarımız kırılmamışken ölecek olursam kefenim, havlum ve
sabunum çantamdadır. Beni buraya gömün ve gelecek nesiller bana burada bir
abide diksin…”
Heyhat, biz ne şehitlerimizin aziz
hatıralarına abideler dikebildik ne de onların maceralarını yarınlara
taşıyabildik. Biz akıldışı bir hümanist söylemle milli hafızamızı boşaltırken;
başkaları kendi nesillerinin beynine milli idealleri zerk ediyor.
Bu böyle gitmemeli… Gitmez de…
/Osman
KARA
12.12.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder