17 Ocak 2014 Cuma

Camilerimiz


Minarelerimiz, -diğer İslam ülkelerdekilerin aksine-, kalem veya süngü gibidir; göklere yükselir. Kimbilir belki de kalem ve süngü ehli oluşumuzdandır. Bu sebeplerledir ki, Türk-İslam şehirlerine yaklaştığımızda ilk görülenler, camiler ve minareleridir.
           
Eski camilerimizden çatılı olanlar Selçuklu, Kubbeli olanlar Osmanlı döneminden kalmışlardır.
           
Türk-İslam mimarisinde, çınar (bazen çam veya ıhlamur ağaçları), şadırvan, geniş avlu, son cemaat yeri, camiden uzakta veya yeraltında tuvaletler camilerin olmazsa olmazlarıdır. Eski külliyelerde hamam ve aşevi de bunlara eklenir. Camilerimizin toplum hayatımızdaki önemi nedeniyledir ki, yazın en sıcak günlerinde çınarların gölgesinde, su sesleri arasındaki, şadırvan sohbetleri gündelik yaşamımızda özel bir yere sahiptir.

 Ahmet Hamdi Tanpınar, o zevki "Bursa'da Zaman" adlı şiirinde ölümsüzleştirmiştir:

"Bursa'da eski bir cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su.
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinden gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarilerin en ilahisi."
          
Huzur dolu cami avlusunda uçuşan, kubbeden avluya kanat açan güvercinler, şadırvandan su içer; her uyudumda kafalarını kaldırıp şükrederler. O güvercinlere kimse taş atmazlar; el kaldırmazlar. Sanki hiç ölmezler, öldürülmezler… Sevr mağarasında kurdukları yuvanın hatırına… Ağ güvercin donunda Anadolu'ya gelen Alperen'in hatırına…
           
Şadırvan kenarında oturmuş, ezanı ve son namazı bekleyen sözsüz gönül sohbetindeki, ölümü geçmiş ölümsüzlerin yerine, dua ve raks eder, güvercinler… Kanatlar, kuyruklar tennurelere karışır.
          
 "Konsun -yine- pervazlara güvercinler;
 ‘Hu hu' lara karışsın ‘Amin'ler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha'lar, Yasin'ler! (A.N.Asya)
           
Taştan kalın duvarların içinde, yazın serin, kışın daima ılık, küçük pencereli, huzur dolu, loş camiler… Yerlerde bağışlayanı toprak olmuş eski halılar. Gözün ışığa, kulağın sese kapandığı, gönüllerin huzura açıldığı, sessiz selamların alıp-verildiği camiler…
           
Duvarlarda asırlık taşlar.
            
İçinden geçen nefesler ve yok olan nefislerle yüzlerce yılda delik deşik olmuşlar..
            
Orda herkes geçmişten geleceğe köprü. Dede ile torun aynı safta durmakta…
           
Orda herkes cemaat… Bezm-i elestte "Bela" ya örnektir: "Allah-u ekber"ler.
           
Orda herkes yalnız.. Nefsiyle kavgada…
           
Orada yalnızca O'nun kelamı, sabadan okunmakta: "İnneddine indallah-il İslam"
           
O camiler hep eskiden kalmakta. Asırlara inat ruhuyla, cemaatiyla yaşamakta. Değişen dedelerin yerini torunlar almakta…

Sekiz yüz yılı aşmış tarihiyle Çarşamba Göğceli Cami..  Hiç çivi kullanılmadan yapılmış, ağaç işçiliğinin şaheserlerinden… Huzur dolu bir yer. Mezarlığın içerisinde…
Yapan ustaların, cemaatinden ahirete intikal edenlerin belki de kemiklerinin kalmamış olmasına karşılık, ağaç yapısıyla yüzyıllara ayak diremiş. Günde beş vakit cemaate ders veriyor: "Mağrur olmayın. Siz ve sizin gibiler göçüp gideceksiniz. Aslı odun olan ben, bu dünyada sizden daha fazla kalıcıyım!"

Amasya Çilehane Cami: Adını caminin iki kenarında dervişler için yapılmış çilehanelerden alıyor. Caminin iki yanında  toplam sayısı yirmiyi bulan hücreler. (Hücre: Dervişlerin nefis terbiyesi için kapandıkları ve uzun süreler dünya ile ilişkilerini kestikleri küçük odalar)
           
Amasya Beyazıt Cami. Beş yüz yılı aşan geçmişi ile, taşları aşınmasına rağmen hala ayakta. Etrafında Osmanlı külliyesi. Nefis bir mimari ve akustik. Kulaklardan gönüllere akan Şener Hoca'nın kıraati.: "Ben sizin taptıklarınıza tapmayacağım… Sizin dininiz size; benim dinim de bana."
           
Yeni camiler mi, dediniz?
            
Ruh, zevk, huzur ve güzellik olarak eskilerin düzeyinden çok geride kaldılar.  Sevemiyorum.
           
Örneklersek:
           
Samsun'daki yer altı camii..
           
Yerin altında cami mi olurmuş? Neyi gizliyoruz? Yakışmamış…

Camilerin hemen duvar komşuluğunda yüksek yüksek binalar. Sanki –haşa- Allah'ın evlerine üstünlük taslamak iddiasında olan kulların evleri.. Gerçi Suudiler başlattılar bu işi önce. Kabe'ye komşu, Kabe'den daha yüksek kral sarayı yapıldı. Samsun'da da bu durumun benzerleri var. Ulugazi Cami en tipiği….

Her adımda bir çirkin inşaat: Neymiş? Cami yapılıyormuş. Şehirlerde yirmi metre ara ile camiler-mescidler açıldı. Ardından iddialaşmalar: "Senin camiin minaresi kısa. Benimki seninkinden iki parmak daha yüksek." "Senin camiin yüz kişilik; benimki yüz on kişi alıyor."

İşin garibi de bu çarpıklığa Diyanet'ten ciddi anlamda bir müdahale yok.

Şadırvan geleneğimiz mi? Yalandan iki musluk neyimize yetmiyor? Su serinlikmiş. Su sesi ruhu dinlendirirmiş. "Musluğu aç; el-ayak bileklerini suya tut; serinler ve sesini dinlersin" diyecekler neredeyse.

Çınar-çam-ıhlamur ağaçları mı? Saksıda yetiştirin efendim. Hem istediğiniz yere de taşıyabilirsiniz (!).

Dört duvar arasında merdivenle çıkılan camiler.. Ruhsuz ve çirkin. Büyük kısmının boyası-sıvası bile yok. Altlarında dükkanlar…

Cami altılarındaki dükkanlarda neler mi yapılır? İsterseniz market açtırırsınız; isterseniz tuhafiyeciye verip istediğiniz şeyi pazarlatabilirsiniz. Ticaret ve reklam yasak değil ya (?). Maksat para gelsin.

Elalem kilisesini-havrasını süsleyip- temizleyip pırıl pırıl tutarken biz kendi güzelliklerimizi ihmal ediyoruz. Çirkinlikleri İslam adına sunuyoruz. Bir yanda Sümela manastırına harcanan milyonlar-temizlik-estetik; diğer yanda en ufak depremde yıkılan estetikten yoksun, ruhsuz camiler…

Allah'tan eski camiler dayanıklı da, yıkılmayıp onurumuzu kurtarıyorlar. Nitekim Adapazarı ve Yalova depremlerinde yıkılan camilerin tamamı yeni yapılanlardı. Eskiler, onlara da dayandılar.
Sesi kısılan ezanlar, camilerin burnunun dibinde içki satan büfeler ve dükkanlar…

Camileri tarikat oteline çeviren imamlar…
Yüreğim yanıyor a dostlar.
Her şeye rağmen dilerim ki: Eksilmesin imanlar.

 / Kenan ERZURUMLU
 07.11.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder