17 Ocak 2014 Cuma

İnsanın Yazgısı



Doğu Blok’una ait bir Balkan ülkesinde, 7 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak doğmuştu. Babası kasabanın ileri gelenlerinden birisi sayılırdı. Ailenin geçim kaynağı toprakla uğraşmak, topraktan çıkanlarla geçinmek olduğundan babası onu bir sanata vermeyi düşündü. Ama komünist ülke şartlarında, her sanatın bir okulu olduğu için ortaokulu bitirir bitirmez onu Terzilik Mektebine verdiler. Hem okul, hem de staj türünden bir eğitim sistemiyle girdiği okulda yarı yarıya sanata yatkınlık kurmaya çalışıyor, staj yaptığı Bulgar ailenin ayak işlerine de yardımcı oluyordu. Zaman zaman evin biten suyunu taşıyor, alış verişini yapıyor, Bay Hıristo’yu ikinci babası olarak görüyordu. Evin atölye olarak kullanılan bodrum katında ona verilen yatağa kendini gecenin bir yarısında atıyor, yorgunluğunu çoğu zaman da çıkaramıyordu. Sanatı öğrenmek adına ayak işlerinin ağırlığını duymazdan geliyordu.

Hafta sonlarında gittiği köyde de boş durmak yoktu ki. Aile geceler boyu bağda bahçede olur, yok çapa yok budama derken yine yorgun, yine bitkin Bay Hıristo’nun yanına dönerdi. Bu arada tek bedeni zevki olan sigaraya da başlamıştı. Zaten çok zayıf olan bünyesi acaba kaldırır mıydı ki? Bazı geceler uykusu kaçar gizli saklı kapının önünde sigara içerdi. Hele bir gece yine kapının önünde sigara içerken Bay Hıristo uyanmış; “ne yapıyorsun orada?” diye bağırınca sigarayı tersten yutmuştu. Sonradan hatırladıkça güldüğü bu olayı anlatırken “aman ha sakın içmeyin şu mereti” diye öğüt vermekten geri durmazdı.

Yaşı artık yirmilere dayanmıştı ki, karşı köydeki Hasan Ağa’nın kızını gözüne kestirdi. Kızı bir istemede verdiler, çünkü sanatkârdı. Akıbeti ve amacı, köyden kendini ve ailesini kurtarmak olduğu için istikbalini parlak görüyorlardı. Evlendirdiler ama aradan 6 ay geçmeden askere çağırıldı. Hanımı hamile olduğundan baba evine, ağır iş şartlarına bırakamadı karısını. Biraz daha kolay şartlarda, biraz daha kollanır umuduyla kayınpederine emanet ettiği karısından ayrılmak çok zor gelmişti. Mektup çok zor geliyordu, telefon da zaten hiç yoktu ki. Askerlik de çok ağır şartlarda yapılıyordu. Türk olduğu için kazma kürek işçiliğine vermişlerdi. Ateşli silahlar verilmezdi onlara. Askeri silahı el arabasıyla küreği idi ki, akşam yatağa dar atıyordu kendisini. Bitkin, yorgun, bitap. Mektup geldi bir gün çocuğu olmuştu ve çok güzel olduğunu söylüyordu karısı mektubunda. Onbaşıdan zorla 2 gün izin aldı ama vasıta yoktu gitmek için. Bütün gece yağmur çamur, dağ bayır yol yürüdü ulaştı köye. O da ne! Nur topu gibi bir bebek, kendi yavrusu üstelik. Bundan sonra nasıl dayanacaktı hasretine. Vakit dolmuştu yine dağ bayır yine dere tepe ulaştı birliğine ama bundan sonrası daha da zor geçecekti anlaşılan.

Askerliğe tahammül edebilmek de çok zor geliyordu. Hem gâvur eli, hem hasretlik, hem de çocuğu ve karısı. Ama çok geçmeden bir haber yayıldı. Bedelli askerlik çıkmış ve 20.000 Leva ödeyen muaf oluyordu. Kayınpederi buldu buluşturdu, bedeli yatırdı. Artık askerlikle işi bitiyordu ama askerlikten bedelle kurtulan, daha bu memlekette duramıyordu. Yani zorunlu olarak karısı ve çocuğu ile Türkiye’nin yolunu tuttu. Ne tanıdık vardı ne de bildik. Aldı karısını ve 6 aylık çocuğunu düştü yollara. Ne başı belliydi ne de sonu. Girdi sınırdan yurduna, sordu; “Bu memlekette tütün nerede yetişir, nerede bulunur?” diye. Samsun’u gösterdiler, ta Edirne’den. Tütün olan yerde bereket olur diye düştü yollara geldi Samsun’a. Yıl 1950, Türkiye’min yokluk yılları, çocuğu kucağında bir göçmen gelini, Adamın sadece bir sanatı var, o da burada işe yarar mı, yaramaz mı belli değil. Ama olsun yine de Türkeli ya.

Sanatını yapmaya fırsat bulamadan geçim sağlamak ve aç kalmamak için Çarşamba’nın ve Tekkeköy’ün bazı köylerinde tütün işçiliği yaptı. Gündüzleri tarlalarda tütün kırdı, geceleri ise tütün dizdi. Yorgunluğun haddi hesabı yoktu. Geceleri tütün dizerken arada başı önüne düşer o kocaman tütün iğnesi eline öyle bir batardı ki gözünden yaş gelerek uyanırdı. En çok 4 saatlik bir uyku uyuyabiliyor günün kalan diğer zamanında çalışmak gerekiyordu. Olsun yine iş bulabiliyordu yine de karısı ve çocuğuyla birlikte Türkiye’deydi ya!

Gündüzlerin gecelerle karıştığı yıllar biraz zorlu geçti. Ne gurbet umurundaydı ne de kimsesizlik. Yılmadan çalışıp eşine, tek çocuğuna bakacak hatta büyütecekti. Komünist elinden getirdiği yavrusunu okutacak ve Onunla iftihar edecekti.

Tam 55 yıl buradaki şartları göğüsledi. Son senesinde artık vücudu bu kadar yükü kaldıramadı ve sol tarafına felç indi. Bir gün oğlunu yanına çağırdı ve O’na “arkamdan hiç kimse sana bir borcum olduğunu söyleyemeyecek, bu konuda çok eminim. Ben iğneyle kuyu kazmayı çok iyi bilirim, bu sanat seni yetiştirdi, adam etti ve okuttu. “Sana bile bile hiç haram yedirmedim,  ama sen de bu güne kadar beni hiç mahcup etmedin. Allah senin sırtını yere getirmesin.” dedi.

Şimdi Kıran Köy Mezarlığı 222 no’lu adada, çeşmenin yanında yatıyor ve o benim babamdı.
/Sacit ACAR
20.06.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder