97 yıl önce 16 Mayıs 1919’da pusulası bozuk
Bandırma vapuru fırtınalı Karadeniz’e açıldığında Türk’ün kurtuluş mücadelesi
başlamıştı. Yaşlı ve bakımsız tekne Osmanlı ordusunun genç paşası Mustafa
Kemal’i ve arkadaşlarını bağımsızlık ateşinin yakılacağı Anadolu’ya ulaştırmak
için azgın dalgalar ortasında bata çıka Samsun’a doğru ilerliyordu.
Uzun ve zor bir yolculuğun ardından Atatürk, 19
Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Bu olay, Türk ve dünya tarihi bakımından çok
önemlidir. Ulu Önder Atatürk, düşmanların parçalamak istediği vatanı onlara
teslim etmemek için büyük bir özgüven ve cesaretle silaha sarılarak ulusun
evlatlarını bir araya toplayarak, büyük ve kahraman Türk milletinin esir
yaşayamayacağını tüm dünyaya haykırmıştır.
Sözünü tutarak, Türk ordularını zafere ulaştırmış,
düşmanı denize dökmüş, özgür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur.
Her geçen gün özlemle andığımız Mustafa Kemal
Atatürk’ün kurtuluş mücadelesini, ortaya çıkardığı Türkiye Cumhuriyeti’ni yazar
Muzaffer İlhan Erdost telgrafhane
sitesindeki yazısıyla öyle güzel özetliyor ki.
İşte usta yazar Erdost’un kaleminden 19 Mayıs’ın
öyküsü.
“Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da ayak bastığı
zaman Samsun’a: İtilaf donanmaları
İstanbul’da, Yunan ordusu İzmir’deydi. Urfa, Maraş, Antep, Adana, emperyalist
düşmanın, İngiliz ve Fransız’ın işgali altındaydı. Samsun’da, Merzifon’da,
Antalya’da, Konya’da işgal ordusu, ulusal direnişin üstüne silahını çatmıştı. Mavri
Mira, Pontus, Kürt Teali, Tealii İslam, İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet,
İngiliz Muhipleri, ayrı ayrı cemiyetler olarak, yurdu içten içe paylaşma
planları yapıyordu. Yurdu işgal etmiş İngilizlerin koruyuculuğu ardında olanlar
ile Amerikan mandası özleyenler,
hilafeti ve padişahı kurtarmak isteyenlerle el eleydi.
Ordu dağıtılmış ve dağıtılmaktaydı. Silahları
alınmış ve alınmaktaydı. “Hanedan-ı Hükümdarı”, milli mücadelenin aman vermez,
“biaman” düşmanı olmuştu. Onursuz ve korkak bir hükümet vardı İstanbul’da. Ulus
yorgun ve bitkindi. Çaresizdi. Kan ağlıyordu. “Manzarayı umumiye böyleydi
efendiler.”
Düşman dört bir yandan yurdu kuşatıp Ankara’ya
yürürken, İngiliz kuşatması altında “Padişahı Şahaneleri”nin emriyle, Düzce’de
“Şeraat” ayaklanacak, Hendek, Bolu, Gerede, Yozgat, Yenihan, Zile’de,
Kongracılara silah çekecek, Kürt Teali Cemiyeti Başkanının önderliğinde,
Ümraniye, Zara, Hafik Kürtleri ayaklandırılacaktı.
Batısından güneyine, doğusundan kuzeyine, yurdumuz,
bir de bu ayaklanmaların ateşinde yanacaktı. Dün, laik Cumhuriyetin konağında,
şeyhleri, mollaları ağırlayanlar, “asıl biz vardık” diyorlardı Kurtuluş
Savaşında. Doğrudur. Gazi Mustafa Kemal, Söylev’inde, “Doğrudur, onlar da
vardı!” diyor ve anlatıyor: “İzmit Mutasarrıfı Çerkez İbrahim İstanbul’dan
Adapazarı’na gelmiş, halka padişahın selamını getirmiş, yüz elli lira aylıkla
gönüllü yazmaya başlamıştı.”
Doğrudur, gönüllü yazanlar da katıldı Kurtuluş
Savaşına. Meclisin açıldığı gün, yani 23 Nisan 1920’de, isyanı, Hendek’ten
Düzce’ye, Düzce’den Adapazarı’na yayarak katıldılar Kurtuluş Savaşına. Tümen
Komutanı Mahmut Beyi pusuya düşürerek, Kurmay Başkanı Sami Beyi şehit ederek
katıldılar. Kurtuluş savaşının yorgun ordusunu, Yirmi dördüncü Tümeni tutsak
alarak, tüfeklerini, toplarını, ağırlıklarını yağmalayarak katıldılar Kurtuluş
Savaşına.
Ulus şaşkın, çaresizdi. Ulus, yorgundu,
soluklanamıyordu. Yurt, içten ve dıştan açılan ateşin, yakılan ateşin
yangınında eriyor, çözülüyor, dağılıyor ve tükeniyordu. Mustafa Kemal Paşa,
karargahıyla birlikte, Samsun’dan Anadolu’nun damarlarına ince bir ışık olmuş
akıyordu. “Kardeşlik, eşitlik, özgürlük” bilincinden damıttığı ulusal egemenlik
ve tam bağımsızlık ateşiydi tutuşturduğu ateş.
Osmanlı hükümetine karşı, padişaha ve halifeye
karşı, yurdu işgal etmiş düşmana karşı, ayaklanmalara karşı, yobaz ve haine
karşı, coğrafya olarak Rumeliyle Anadoluyu, ulus olarak batısıyla doğusunu,
halkını birleştiriyor, bütünleştiriyordu. İsyan ateşleri birer birer
söndürüldü. Yurdumuz, birer-ikişer arındı düşmandan? İçerdeki hainden,
dışarıdaki düşmandan.
Mustafa Kemal Atatürk, kendisini Samsun’a getiren
gemide sezdiği ve ulusal sır gibi vicdanında sakladığı ulusun özlemini,
Cumhuriyetin temelini oluşturacaktı. Göklerimizde dalgalanacak bayrak,
halifenin ve hilafetin değil, bağımsızlığın, özgürlüğün, laikliğin “Cumhuriyet
bayrağı” olacaktı.
O bize, yol olarak aklı gösterdi. Yaşamda en gerçek
olan yolu, bilimi gösterdi. Onun içindir ki, bizim yolumuz aklın yoludur,
bilimin yoludur. Tarikatların yolu değildir bizim yolumuz. Şeyhlerin,
mollaların yolu değildir bu yol.
Atatürk,
Ankara’yı ilkin tarih sayfalarında tanıdığını söyler. Bu sayfalarda, Anadolu
beylikleri yanında bir de Ankara’da “Ahi Cumhuriyeti”nin kurulmuş olduğunu
okur. Ankara’ya ilk ayak bastığı gün de, aradan geçen yüzyıllara karşın,
Ankaralıların cumhuriyet geleneğinin hala devam ettiğini görecektir.
“Cumhuriyet”in evinde olmanın güveniyle kucaklar, kendisini kucaklayan
Ankara’yı.
Kuşku yok ki, eski “cumhuriyet”, “ahi cumhuriyeti”
de padişahın, sultanların, şeyhlerin cumhuriyeti değildi. Üretenlerin, emeğiyle
yaşayanların, loncaların, kısacası emekçi halkın cumhuriyetiydi. Kuşku yok ki,
onun cumhuriyeti de, şeyhlerin, dervişlerin, mollaların cumhuriyeti değildi.
Olmadı mı, olmayacak mı?
Cumhuriyetin başkentidir Ankara, laik cumhuriyetin
başkenti. Bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün başkenti Ankara’dır.”
/Şükrü
KARAMAN
19.05.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder