19 Mayıs 2016 Perşembe

Pusulası Bozuk Gemi

97 yıl önce 16 Mayıs 1919’da pusulası bozuk Bandırma vapuru fırtınalı Karadeniz’e açıldığında Türk’ün kurtuluş mücadelesi başlamıştı. Yaşlı ve bakımsız tekne Osmanlı ordusunun genç paşası Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını bağımsızlık ateşinin yakılacağı Anadolu’ya ulaştırmak için azgın dalgalar ortasında bata çıka Samsun’a doğru ilerliyordu.

Uzun ve zor bir yolculuğun ardından Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Bu olay, Türk ve dünya tarihi bakımından çok önemlidir. Ulu Önder Atatürk, düşmanların parçalamak istediği vatanı onlara teslim etmemek için büyük bir özgüven ve cesaretle silaha sarılarak ulusun evlatlarını bir araya toplayarak, büyük ve kahraman Türk milletinin esir yaşayamayacağını tüm dünyaya haykırmıştır.

Sözünü tutarak, Türk ordularını zafere ulaştırmış, düşmanı denize dökmüş, özgür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur.

Her geçen gün özlemle andığımız Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş mücadelesini, ortaya çıkardığı Türkiye Cumhuriyeti’ni yazar Muzaffer İlhan Erdost  telgrafhane sitesindeki yazısıyla öyle güzel özetliyor ki.

İşte usta yazar Erdost’un kaleminden 19 Mayıs’ın öyküsü.  

“Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da ayak bastığı zaman Samsun’a:  İtilaf donanmaları İstanbul’da, Yunan ordusu İzmir’deydi. Urfa, Maraş, Antep, Adana, emperyalist düşmanın, İngiliz ve Fransız’ın işgali altındaydı. Samsun’da, Merzifon’da, Antalya’da, Konya’da işgal ordusu, ulusal direnişin üstüne silahını çatmıştı. Mavri Mira, Pontus, Kürt Teali, Tealii İslam, İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet, İngiliz Muhipleri, ayrı ayrı cemiyetler olarak, yurdu içten içe paylaşma planları yapıyordu. Yurdu işgal etmiş İngilizlerin koruyuculuğu ardında olanlar ile Amerikan mandası özleyenler,  hilafeti ve padişahı kurtarmak isteyenlerle el eleydi.

Ordu dağıtılmış ve dağıtılmaktaydı. Silahları alınmış ve alınmaktaydı. “Hanedan-ı Hükümdarı”, milli mücadelenin aman vermez, “biaman” düşmanı olmuştu. Onursuz ve korkak bir hükümet vardı İstanbul’da. Ulus yorgun ve bitkindi. Çaresizdi. Kan ağlıyordu. “Manzarayı umumiye böyleydi efendiler.”

Düşman dört bir yandan yurdu kuşatıp Ankara’ya yürürken, İngiliz kuşatması altında “Padişahı Şahaneleri”nin emriyle, Düzce’de “Şeraat” ayaklanacak, Hendek, Bolu, Gerede, Yozgat, Yenihan, Zile’de, Kongracılara silah çekecek, Kürt Teali Cemiyeti Başkanının önderliğinde, Ümraniye, Zara, Hafik Kürtleri ayaklandırılacaktı.

Batısından güneyine, doğusundan kuzeyine, yurdumuz, bir de bu ayaklanmaların ateşinde yanacaktı. Dün, laik Cumhuriyetin konağında, şeyhleri, mollaları ağırlayanlar, “asıl biz vardık” diyorlardı Kurtuluş Savaşında. Doğrudur. Gazi Mustafa Kemal, Söylev’inde, “Doğrudur, onlar da vardı!” diyor ve anlatıyor: “İzmit Mutasarrıfı Çerkez İbrahim İstanbul’dan Adapazarı’na gelmiş, halka padişahın selamını getirmiş, yüz elli lira aylıkla gönüllü yazmaya başlamıştı.”

Doğrudur, gönüllü yazanlar da katıldı Kurtuluş Savaşına. Meclisin açıldığı gün, yani 23 Nisan 1920’de, isyanı, Hendek’ten Düzce’ye, Düzce’den Adapazarı’na yayarak katıldılar Kurtuluş Savaşına. Tümen Komutanı Mahmut Beyi pusuya düşürerek, Kurmay Başkanı Sami Beyi şehit ederek katıldılar. Kurtuluş savaşının yorgun ordusunu, Yirmi dördüncü Tümeni tutsak alarak, tüfeklerini, toplarını, ağırlıklarını yağmalayarak katıldılar Kurtuluş Savaşına.

Ulus şaşkın, çaresizdi. Ulus, yorgundu, soluklanamıyordu. Yurt, içten ve dıştan açılan ateşin, yakılan ateşin yangınında eriyor, çözülüyor, dağılıyor ve tükeniyordu. Mustafa Kemal Paşa, karargahıyla birlikte, Samsun’dan Anadolu’nun damarlarına ince bir ışık olmuş akıyordu. “Kardeşlik, eşitlik, özgürlük” bilincinden damıttığı ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ateşiydi tutuşturduğu ateş.

Osmanlı hükümetine karşı, padişaha ve halifeye karşı, yurdu işgal etmiş düşmana karşı, ayaklanmalara karşı, yobaz ve haine karşı, coğrafya olarak Rumeliyle Anadoluyu, ulus olarak batısıyla doğusunu, halkını birleştiriyor, bütünleştiriyordu. İsyan ateşleri birer birer söndürüldü. Yurdumuz, birer-ikişer arındı düşmandan? İçerdeki hainden, dışarıdaki düşmandan.

Mustafa Kemal Atatürk, kendisini Samsun’a getiren gemide sezdiği ve ulusal sır gibi vicdanında sakladığı ulusun özlemini, Cumhuriyetin temelini oluşturacaktı. Göklerimizde dalgalanacak bayrak, halifenin ve hilafetin değil, bağımsızlığın, özgürlüğün, laikliğin “Cumhuriyet bayrağı” olacaktı.

O bize, yol olarak aklı gösterdi. Yaşamda en gerçek olan yolu, bilimi gösterdi. Onun içindir ki, bizim yolumuz aklın yoludur, bilimin yoludur. Tarikatların yolu değildir bizim yolumuz. Şeyhlerin, mollaların yolu değildir bu yol.

 Atatürk, Ankara’yı ilkin tarih sayfalarında tanıdığını söyler. Bu sayfalarda, Anadolu beylikleri yanında bir de Ankara’da “Ahi Cumhuriyeti”nin kurulmuş olduğunu okur. Ankara’ya ilk ayak bastığı gün de, aradan geçen yüzyıllara karşın, Ankaralıların cumhuriyet geleneğinin hala devam ettiğini görecektir. “Cumhuriyet”in evinde olmanın güveniyle kucaklar, kendisini kucaklayan Ankara’yı.

Kuşku yok ki, eski “cumhuriyet”, “ahi cumhuriyeti” de padişahın, sultanların, şeyhlerin cumhuriyeti değildi. Üretenlerin, emeğiyle yaşayanların, loncaların, kısacası emekçi halkın cumhuriyetiydi. Kuşku yok ki, onun cumhuriyeti de, şeyhlerin, dervişlerin, mollaların cumhuriyeti değildi. Olmadı mı, olmayacak mı?

Cumhuriyetin başkentidir Ankara, laik cumhuriyetin başkenti. Bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün başkenti Ankara’dır.”

/Şükrü KARAMAN
19.05.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder