Bir şehri sevmek için illa orada doğmuş, büyümüş
olmak gerekmez. Sonradan gelip yerleşmiş olanlar da o şehri sevebilir. Şehri
sevmek onu güzelleştirmek demektir. Rant uğruna her şeyi satan, her evraka imza
atanları adam hizasına koymamak lazımdır. Çünkü şehir alelâde değildir. Yani
bir takım bulvarlar, cadde kenarında apartmanlar, apartman altlarında dükkânlar,
alış veriş merkezleri, arabalarla tıkış tıkış olmuş sokaklar, gazdan zehirlenip
felç olmuş ağaçlar, bir takım uyduruk parklar, suni çağlayanlar yamuk yumuk çay
bahçeleri, masalarda plastik şekerlikler, oturulacak sandalyeler plastik, çay
tabakları plastik, her yan naylon kokuyor, her yan sonradan olma, görgüsüzlük
kokuyor, vesaire vesaire.
Şehir bu değildir. Mesela ahşapla kaplanmış bir
eski pastaneye giriyorsunuz ve tarçın kokuları arasında su muhallebisi
yiyorsunuz. Budur. Mesela birden karşımıza bir akçakavak çıkmalı. Tam da
Turkcell bayinin önünde. Öyle ki telefonlardan çok ağaca bakmaya doyamayın.
Hafif esen yelde bir yanı beyaza yakın, öte yanı kurşunî yeşil ufarak yapraklar
dans etsin, beyaza yakın gövde sizi cezbetsin. “Allah Allah” diye şaşırın. “Bu
ağacı buraya kim dikmiş”. Şaşırmakla kalmayın gidip ağacın beyaz, pürüzsüz
gövdesini okşayın, garip unutulmaz bir koku duyun. O gece yattığınızda bu koku
aniden gelip sizi sarıp sarmalasın. Kırda yaşanır bu, ama şehirde yaşanırsa bir
ayrıcalıktır.
Diyelim şehir parkına girdiniz. Ve her parkta
olduğu gibi orada da bir büyük havuz var. İnsanlar genellikle havuzun ortasında
bir büyük fıskiye görmeye alışmıştır. Burada bir fevkaladelik yok. Şöyle
olabilir: Dikdörtgen havuzu su altından ince borular çepeçevre dolaşabilir. Bu
borulardan eşit aralıklarla yukarıya su püskürtülebilir. Her püsküren suyun
üzerinde bir kelebek kanat çırpabilir. Tıpkı eskiden kullanılan bazı havuz
fıskiyeleri üzerinde bir aşağı bir yukarı çıkıp inen ping-ponk topu gibi. İşte
bu görülecek bir güzelliktir. Bursa Ulucami'yi gördükten sonra neden
unutamıyoruz. Duvarlardaki yazılardan belki. Ama daha çok caminin içindeki
mermer şadırvandan. O su sesi namaza duranları ayrı, namaza durmayıp suya
dalanları ayrı etkiliyor. Sadece bu mu? Mermer işçilik insanın içine işleyen temizlik,
bir abdest aldığınızda kanatlanıp uçmaya durmanız gibi. İnsanın bedeninden
ziyade ruhunun ferahlaması, dünya yükünden kurtulup semaya yükselmesi.
İnsan bir şehri niçin sever? Çünkü şehrin sokağı,
camii, dükkânı, caddesi, pazarı, hastanesi, pastanesi bir yana onun
insanlarındaki mutmain bakış, tebessüm ve terbiye bizi etkiler. Yaklaştıkça bir
selamın taşıdığı sevgi boyutunu yakalarız. Gel geç bir ilişki değildir size
gösterilen. Menfaat uğruna yedirilen bir yemek, ısmarlanan kahve değildir. Bir
bakarsınız adam elini cebine atar oturduğumuz masaya iki elma bırakır. Elmanın bir yanağı kırmızı öte yanağı sarı.
Ve yine bir koku yakamıza yapışır. (Mesela Erzincan'ın sakı elması) Isıra ısıra
yersiniz elmayı. Kütür kütür. Ömür boyu nereye giderseniz gidin bu elma sizi
takip eder. Kokusu zihninize sinmiştir, elmanın değil şehrin kokusu. Bir
tesbih, o şehre ait bir kundura, bir kuşak, bir kahve tavası, bir mendil kenarı
gül nakışlı, bir düğün, bir sünnet, bir cenaze. (Nerde AVM nerde?)
Hastalığınızda sizin için seferber olan komşular. Bir gün değil, beş gün değil,
evinize taşınan yemekler, mevyeler. Camiler, teravihler, piknikler, ziyaret
mahalleri, cenazeler, mezarlıklar. Hemen evinizin karşısındaki ahşap mescit.
Mescidin yanında hâlâ lülesinden buz gibi su akan çeşme. Bir koca çınar,
çınarın gölgesinde bir ufak hazire. Hazirede fî tarihinde bu mescitte şeyhlik
yapmış tarikat ulularının mezar taşları. Her bahar hazireden sokağa taşan
dallarıyla mahalleyi kokuya boğan leylaklar. (Rahmetli Süheyl Ünver'in suluboya
eski İstanbul resimlerindeki köşeleri bunlar; apartman ormanlarını ne yapacağız
sayın Kutlu, apartman ormanlarını). Diyelim bütün bunların hiçbiri yok. Her
sabah gelip pencereye konan, kesik kesik öten bir garip kuş da mı yok? Yok!
Öyleyse siz bir an önce o şehri terk edin.
/Ali KORKMAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder