Kentler; toplu yaşam arenalarıdır. Gerek tarihi bir
geçmişe dayalı olarak yaşayan, gerekse çoğalan insan kümelerinin mekân
tuttukları yerlerde biriken insanların belirli standartlarla yaşadıkları
yerlerdir Kentler. İnsanlar birlikte yaşamak zorunda oldukları mekânların her
türlü kullanımlarını belirli normlara kanunlara bağlamaları belirli
mecburiyetlerden sonra vuku bulmuştur. Ancak, genelde insan anatomisi kişiden
kişiye türlü çeşitli değişkenlikler gösterdiği için her kesin kabul ve
olabilirlik ölçüsü de aynı olmamaktadır. Toplumun büyük bir kesimi, mer’i
kuralları bir mecburiyet, gereklilik ve şart olarak kabul etseler bile küçük
bir azınlık zaman zaman yasakları bir köşesinden delmek ve başkaldırmak gibi
direnç temayüllerini adeta hak gibi algılamaktadırlar.
Kent yaşamının ilk müdavimleri, tarihi bir nesep
olgusu içinde kuşaktan kuşağa devam eden bir yaşantının ilk sınıfıdır. Ataları o coğrafyayı mekân tuttukları için,
onlardan türeyen alt nesil o iklime o bölgeye adeta raptolmuşlardır. Yaşamsal
zorunluluk içindebir diğer bölge ve yerleşime göç etseler dahi, Onların
Sivaslılığı, Sinopluluğu, Trabzonluluğu yakalarından düşmemekte hatta gurur
vesilesi bile olmaktadır. Zaman zaman bulundukları bölge özelliklerine ilaveten
kendi örflerini oraya taşımak sanki yaşamsal bir kural gibi algılanmaktadır.
Büyük Metropollerde bir Kiğı, bir Zara, bir Alucra, bir Çemişkezek yaşatmak
işte bu direnişin bir neticesi gibi de düşünülebilir.
Kırsaldan göç ederek, şehrin belirli bölümlerinde
yoğunlaşan, kendi komşuluk ünitelerini kurarak kendi bakkalından alışveriş
eden, kendi hemşeri zanaatkârını evinin ihtiyaçlarına çağıran yeni şehirli çoğu
zaman da kent merkezinin kullanımlarında sıkıntı yaşamaktadır.
Bir bölgede büyük tüccar kesimi kadar küçük ticaret
yapanlar da, kentin alışveriş yaptıkları ada ve bölgesinin hâkimiyetini de
ellerine geçirmektedirler. Bir kafe, bir restoran masa ve sandalyesini
kaldırıma atarak müşteri kabul etmekten zevk alır duruma gelmiş olduğu gibi,
bir hırdavatçı, bir manav, bir elektrikçi de malının teşhirini ve satışını
kaldırımda yapmaktan hiç mi hiç gocunmamaktadır. Kentin her bölgesini
birilerinin pervasızca kullanması maharet sayılmaktadır adeta. İnsanlar, kentin
hangi bölgesinin kime ait olduğunu bilememektedirler artık. Kaldırım kime
aittir, kimin kullanımına tahsislidir, yol yayanın mıdır, taşıtın mıdır? Seyyar
arabası tam da köşe başında araçların dönüş yaptığı noktada, satış yapmakta
haklı mıdır? İki tekeri kaldırımda, iki tekeri yolda olan araç nizami mi
durmaktadır, buranın sahibi kimdir kim denetleyecektir? Her davranışa, bir ceza
sistemi mi yoksa başka bir yaptırım mı gereklidir?
Yolların ve
kaldırımların kullanımı, kullanıcılarının kendi kurallarıyla yavaş yavaş meşrulaşırken
şimdide koca meydanlar dahi kişilerin hegemonyalarına yenik düşmektedirler.
Şehrimizde bile toptan ticaretin ağırlıklı olarak yapıldığı Saathane Meydanı,
yaya kullanımından ziyade araç park yeri olarak parsellenmişken hemen yüz adım
ötesindeki Buğday Pazarı Meydanının durumu daha da vahimdir. Son derece yoğun
bir araç parkı koca meydana hâkim olmuştur ki, Yüzüncü yıl Bulvarından başka
Doğu Batı bağlantısını yapacak başkaca bir arter olmadığı için bu bölgeden
geçenler, İskele Caddesini bin güçlükle aşabilmektedirler. Allah muhafaza,
sakat, alil, yaşlı bir kişi bu bölgeden yalnız ve refakat edeni olmaksızın
geçmeye kalkarsa yeni bir sakatlık haline tekrar maruz kalması işten değildir.
Yaya yürürken, koskocaman otobüsleriensenizin dibinde ve standartı olmayan
kaldırımların hemen sıfırında görebilirsiniz.
Kastettiğimiz her an elinde ceza tutanağı olan bir
görevliyle yaşamak değildir. Bazı zorunlulukları kendi kent yaşantımızı
kolaylaştırmak adına, toplum adına kendimiz belirlemeliyiz. Bana, kendi polisimiz
kendi vicdanımız olursa yaşam daha da kolaylaşır gibi geliyor.
İyi haftalar.
05.07.2011
/Sacit ACAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder