Anam yüzümü sildi. Siyah önlük ve beyaz yakalıkla,
kollarımdan kavrayarak bir baktı. Gözleri parlıyordu. Okula başlıyordum. Dördü
kız olan beş cocuğunun en büyüğü; oğlu okula başlıyordu. Kucakladı beni. Bütün
umudu bendim. O ardımdan bakarken evden çıktım. Evin avlusu ana baba günüydü.
Sanki bütün mahalle oradaydı. Büyük çocuklar avlumuzda satılan simit ve
saleplerini yerken ilk başlayanlar heyecan ve korku içindeydiler. Ağlayanlar
okuldan korkanlar büyük gürültü oluşturuyordu. Korkmamak elde değildi. Ağbiler
anlatıyordu... öğretmen kızılcık sopasıyla vuruyor... kocaman iğneyle aşı
yapıyorlardı... Bütün bunlar okul korkusu yaratıyordu minik yüreğimizde. Zaten
mahallede 3. sınıftan sonra okula devam eden pek nadirdi. Okulu bırakan
cocukların anaları , "Okumayı öğrendi ya... Askerde mektubunu yazsın
yeter..." diyerek teselli oluyordu. Kimsede çocuklarının okuyup doktor
öğretmen olması ümidi yoktu... Olmazdı... olamazdı...
-Ana ben arkadaşlarımla gidiyorum, dedim anama el
sallayarak. Arkadaşlarımla koşarak çimenliğe geçtik. Mahallenin arkasıydı. At
yarışlarının yapıldığı teyyare meydanı olarak kullanılmış çok geniş bir
çimenlikti. Hidrellezde bütün Samsun buraya gelir piknik yapardı. Alan tel ile
çevrilmişti. Pala dediğimiz ve çok korktuğumuz bir bekçi tarafından
korunuyordu. Çimenliğin kenarından okula doğru yürüyor, koşuyor, koşuyorduk.
Heyecanlıydık. Okulumuz yeni açılan bir okuldu. Öğretmenlerin nezaretinde
toplandığımız bahçede sınıflara ayrıldık. Mahalleden dokuz arkadaşımla aynı
sınıftaydık. Birbirimizle olan samimiyetimiz diğer öğrencilerin dikkatini
çekiyor, bize biraz korkarak bakıyorlardı. Kimbilir bizim hakkımızda neler
düşünüyorlardı. Bahçede Yalnız gördüklerinde hemen Çingene diyerek öfkelerini
kusuyorlardı. Çok eziliyor ve üzülüyorduk.Bu yüzden hep beraber gezmeye
çalışıyor ve sık sık kavgalara tutuşuyorduk.
Okul yeni olduğundan öğretmen açığı bulunuyordu.
Bizim öğretmenimiz yoktu. Beşinci sınıftan bir öğrenci sınıfta öğretmenlik
yapmaya çalışıyor; ancak koşturmamızı ve gürültümüzü engelleyebiliyordu....
Okula içinde 20 yapraklı bir defterin olduğu çantayla gidiyordum, 4. ve 5.
Sınıflarda okuyan çocukların dolu dolu çantalarına "Ne zaman benim de bu
kadar kitabım olacak." diye imrenerek bakıyordum...
Birkaç hafta sonra büyük sel olmuş bir ay gibi okula
gidememiştik. Tekrar okula başladığımızda sınıfımıza öğretmen atanmıştı. Biz
henüz henüz kalem tutmayı öğrenmeye başlarken ilk karne zamanı yaklaşmıştı.
Öğretmenimiz bizi sıkı sıkı çalıştırıyor, diğer sınıflarla aradaki farkı
kapatmaya çalışıyordu. Sınıftaki dokuz Çingene arkadaş en arkada yanyana
oturuyorduk. Bir gün öğretmenimiz -Kim adını soyadını yazacak, çalışkanlar
grubuna girecek, dedi.
Önümüzdeki sırada oturan Ali tahtaya kalktı. Ali AK
yazdı ve aferin aldı, çalışkanlar grubuna girdi. Ben de çalışkan olmak
istiyordum... Öff!!!! Benim adım soyadım ne kadar uzun dedim kendime. M-e-t-i-n
Ö-Z-B-A-S-K-I-C-I. Ne gerek vardı bu kadar uzun isim koymaya... Ne olursa olsun
çalışkanlar grubuna girmeliydim. O akşam yaza yaza adımı yazmayı öğrendim.
Sabah sınıfa girer girmez: -Ben adımı yazıyorum öğretmenim, dedim. Yazdım ve
öğretmen beni arkadaşlarımın yanından kaldırdı. Önsıralardan birine oturttu.
Yeni sıra arkadaşlarım bana iyi davranmasına rağmen rahat değildim. İlk
tenefüste eski sırama, mahalle arkadaşlarımın yanına geçtim. Öğretmen biraz da
kızarak tekrar beni yeni yerime aldı. Öğretmenin ilgisi hoşuma gitmişti,
çalışkanlar sırasında oturmak da keyif veriyordu... Mahallede bütün komşuların
ve akrabaların çok zeki olduğumu, bu celimsiz pısırık cocuğun doktor olacağını
söylemesi bana haz veriyor ve ben daha çalışkan olmaya gayret ediyordum.
Bir gün ders arasında Dayımın oğlu Raci eliyle
sıraya vuruyor, ramazan davulcusu gibi ritm atıyordu. İçeri öğretmenimizin
girdiğini farkedemedi bile. -Ne o Çingenelerin davulcusu mu geldi?, dedi
öğretmenimiz. Bizler bir anda yüzümüzün kızardığını herkezin bize baktığını
hissettik. Dokunsalar ağlayacaktık. Zaten ne zaman sınıfta birinin kalemi
silgisi kaybolsa ilk şüpheli biz oluyorduk. Çingene olmak ne kadar zordu. Herkesin
bizimle alay etme hakkı vardı sanki. Pek çok Çingene bu duygularla okuldan ve
çevreden soğumuş, okuyacam da ne olacak önyargısıyla erkenden okulu bırakmıştı.
Tenefüste çok üzgündük. Diğer cocukların bakışları
daha fazla batmaya başlamıştı sanki... -Biz okuyalım cocuklar dedim. Biz
çoğundan akıllıyız. Görmüyor musunuz aptal H...'yi. -O bile bizi beğenmiyor,
diyerek onlara güven ve hırs vermeye çalışıyordum. İçimde o ezikliği
dışlanmışlığı yaşasam da... Aman cocuklar bir yanlış yapmayalım diyordum.
Okuldan çıkarken yollarda bize laf atan çocukları
sıkıştırıyor, döverek öfkemizi alıyorduk... Yıllar sonra çok sıkı dost
olduğumuz arkadaşlarımızdan biri olan Tuğrul zaman zaman çay sohbetlerinde
burnunu nasıl kanattığımızı anlatır durur. Bizi tanıdıkca sevmis ve sıkı
dostlarımızdan biri olmuştu... Pek çok dostlarımız gibi....
/Metin
ÖZBASKICI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder