Bundan dört yıl önce, yine böyle bir yaz gününün
sabahı idi. Kulağıma derinden ve uzaktan gelen bir ezan sesiyle uyanmıştım.
Sabah ezanı sesi. “Allah’ım” dedim kendi kendime “Samsun’da böyle bir ezanı kim
okuyor?” kalktım ve büyük bir huşuyla, içim ürpererek ezanı dinledim. Daha ezan
bitmeden kendimi Büyük Cami’de buldum. Bu ezanı okuyanı görmeli, onunla
tanışmalıydım. Bu sesten bu güne kadar mahrum kalışıma yandım!
Bazı çağrılar, derinden ve dipten olur, onlara icap
etmemek insanın aslını inkârı gibidir. Karşı koymanız anlamsızdır, o çağrılar
size yeni bir dünyanın kapılarını aralar. İçeri girmek veya girmemek de bir
nasip işidir. Sabah saat dört sularında, büyük camimin avlusunu bile insanlarla
dolu görünce şaşkınlığım daha da artmıştı. Büyük Cami’de adına uygun büyüklükle
muhteşem bir program düzenleniyordu. Hayrettin Öztürk hoca sabah namazını
kıldırıyor, sonrasında da o eşsiz sesiyle bir aşir okuyor ve peşinden de namaz
esnasında okuduğu ayetlerin kısa bir tefsirini yapıyordu. Daha sonra
isteyenlerin iştirakiyle topluca bir çay ocağında kahvaltı yapılıyor ve onun da
sonrasında toplantıya katılanların kısa konuşmalarıyla bir sohbet icra
ediliyordu. Ve bütün bunlar hasbiliği kendine şiar edinmiş insanların
yüceliğiyle vuku buluyordu!
Ezanı okuyan, Kurşunlu Camii müezzini Muhsin Gündüz
Hocaydı. Namaz sonrası okuduğu salâvat-ı şerifelerin etkisini kalbimin tâ
derununda hissettim. Böylesi muhteşem bir ses ve yorum sahibinin bu şehirde
olması, kanaatimce Samsun için büyük bir şanstı. Camii çıkışında kendisiyle
tanıştım ve samimi teşekkürlerimi bütün hissiyatımla ifade etmeye çalıştım.
Gidiş o gidiş o günden beri her Cuma sabah namazı Büyük camideydim. Dört
yıldır, Muhsin Hocanın o içlere işleyen ezanının, salâvatlarının büyük bir huşû
ile takipçisiydim/takipçisiydik. O, okumaya başladığında tabiatımızdan fırlar,
lâhutî yolculuklara kanat açardık! Hastaları veya nadiren de olsa kendi
hastalıkları sebebiyle gelemediği günler bir eksiklik hissediyorduk! Ama işte
kaderin saati, bizim zamanımıza uymuyor, onun gongları bizim ayarlarımızla çalmıyor!
İki-üç Cuma sabahı Muhsin hocanın sesinin ve edasının mahrumiyeti yüreğimizi
burkarken, şu an, bugün ondan ebediyen ayrılmanın hüznü içindeyim.
Kader Hükmünü Yürütür
22 haziran Cuma sabahı rutin kararlılıkla
camideyiz. Ezanı Muhsin hoca okumadığına göre burada olmamalı. Buradaysa
mutlaka yetişir ve o okur. Son cemaat mahallinde her zamanki yerimdeyim,
mukabele okunuyor. Biraz sonra müezzin mahfilinde bir feryat duyuldu. Meğer
Muhsin Hoca, eşinin rahatsızlığı dolaysıyla sabaha kadar uyuyamamış, bu yüzden
camiye biraz geç kalmış ve hızla müezzin mahfiline yönelmiş. Bu yüzden onu
görememişiz. Feryat ondandı, tam da müezzinliğe hazırlanırken, tam 32 yıldır
işini yaptığı noktada, emr-i Hak vâki olmuş, bir feryatla oturduğu yerden
secdeye kapanırcasına düşmüştü. Cemaatten bağrışmalar, hemen ambulansı
aramalar, büyük bir hızla gelen ambulans, hastaneye yetiştirilen ama biraz
sonra gelen acı vefat haberi...
Kendi âcizane hayatımda hiçbir sözün hakikati,
“nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!” sözündeki gibi tezahür etmedi. O tezahür de,
o gün büyük camii de vukû buldu. Bir müezzin, caminin avlusunda, camiye
girerken, caminin içinde ölümle buluşabilirdi. Ama bu buluşmanın tam da müezzin
mahfilinde olmasının anlamı ne? Bu anlam bizi pek çok inanca gönderir,
kalplerimizi derinden sarsabilir, inancımıza hiç olmayacak şekilde kuvvetli
perçinler vurabilir; varlık karşısındaki algılarımızı alt üst edebilir. Öyle de
oldu. Herkesi derin bir şok dalgası sardı. Hele de, tam camiden çıkmak
üzereyken ve herkes hastaneden gelecek haberi dört gözle beklerken cami
imamının “aziz kardeşlerim, Muhsin hocamız hakkın rahmetine kavuşmuştur,
hepimizin başı sağ olsun!” dediği anda o cami cemaatin hayıflanmasını,
şaşkınlığı, derin şok halini insanların görmesini ne kadar arzulardım! Bu kadar
mıydı, hiç mi bir pay yoktu? Bir tel kopmuş ve ahenk ebediyen kesilmişti!
Bir müezzin, müezzin mahfilinde hayatını
noktalıyordu. O gün Cuma idi, o günkü hutbenin konusu ölümdü. Müezzinin adı
Muhsin’di, bu ne tevafuktu ki namazı kıldıran hocanın okuduğu son ayet Nahl
suresinin son ayeti olan ve son kelimesi Muhsinûn olan şu âyetti:
İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn:
Şüphesiz “Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve muhsinlerle ( iyilik
yapanlarla) beraberdir.” (Nahl:128).
İşaretlerin bizleri gizemli güzelliklere çağırdığı
yerde, gidenlerin pek de ayrıntılara takılma ihtimali yoktur. Bir yüce ruha
“efendim bana nasihat eder misin?” diye sordular. “Sizin mahalleden hiç ölü
çıkmaz mı?” dedi. “Tabii ki çıkıyor” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Ölümün kendisine nasihat vermediğine ben ne nasihat vereyim!”.
Gönül tellerimizi titreten, sesi ve edasıyla
haftada bir olsun bizi mesut ve bahtiyar eden bu aziz insanı ebediyete
gönderdik. Eminim bir yerlerde bu insanların benzerleri vardır. Buluncaya kadar
hatıraların aziz limanlarına sığınacağız. O yüce ruhlu insanlara tazim ve
hürmetlerimizi her diam taze tutacağız. Beklediğimiz, her inananın
beklediğidir.
Türk Basınına
İlkokul Seviyesinde Din Dersi!
Muhsin hocamızın vefatı dolayısıyla basında yer
alan haberlere baktığımda İsmet Özel’in şu sözüne bir daha hak verdim: “Türk
aydınına ilkokul seviyesinde din dersi verilmeli!” Buradaki “Türk aydınına”
kısmını “Türk basınına” diye değiştirelim. Haberleri okuyorsunuz; o kadar
özensiz, o kadar gelişigüzel, o kadar ezberden yazılmış olduğunu görüyorsunuz
ki? Bu özensizliğin sebebi ne, müsebbibi kim, tamiri nasıl mümkün olacak?
Bir yerel gazetemizde Muhsin Hoca’nın sabah
namazında hutbe esnasında öldüğü yazılmış, bunu yazanlara, sabahleyin hutbe
olmadığını kim anlatacak? Bir sitede, Muhsin Hoca’nın sabah namazında vaaz
ettiği yazılmış, müezzinler sabah namazında vaaz mı ederler? Birisi Hoca’nın ezan okurken vefat ettiğini
yazmış, oysa yukarıda ezana yetişemediğini kendisi ifade ediyor! Zaman gazetesi
bile Muhsin Hoca’nın sabahleyin camii de vaaz ettiğini belirtmiş.
Bunlar sanki bilinmeyen zamanlarda olmuş hadiseler.
Camideki imama sorsalar, bir dakikalarını almayacak; sahih ve doğru olanı
yazacaklar. Yüce basınımız bu asgari dikkati göstermekten neden imtina eder? Neden
yazdığının hakikatine dair bir kaygı taşımaz?
/Ali KORKMAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder