Koğuz’un Yollarına Düşmeden Önce
İki üniversite bitirmiş olmanın hızıyla iş aramak için Samsun
iliyle yetinmemiş Ankara ve İstanbul illerine de uzanarak köşe-bucak,
resmi-özel demeden branşımıza uygun alanlarda dönüşü olmayan birçok iş
başvurularında bulunmuş en son olarak da Diyanet Vakfının Müfettişlik
sınavlarına girmiştim. Ankara’ya kadar gitmişken sınavdan sonra, Diyanet İşleri
Başkanlığı, Mushafları İnceleme Kurulunda görevli hocamı –ki Alaçam İmam-Hatip
Lisesinin kurucu Müdürü Sayın Kenan TAŞKAN Bey'dir.- ziyarete gittiğimde daha
kapıda selam verir vermez “Çetin, sakın bana müfettişlik sınavı için geldim
deme” dedi. Ben de öğünerek; “geldim ve girdim bile hocam” deyince, “Neyse olmuş
bir kere ama boşuna ümitlenme, kazanacak olanlar çok önceden belli.” Deyince
anladım ki dini bir kurumda bile bu adaletsizlik varsa ve eğer arkanda da
“dayın” yoksa hayata tutunma çabalarımızda işimiz Allah’a kalmış demektir.
Bunun üzerine iş arama gezilerimi iptal edip köyüme döndüm. Köyde
aylak aylak gezmek yerine Alaçam İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğrayarak vekil
öğretmenlik için müracaatta bulundum. Anında cevap verdiler. Evet, öğretmensiz
bir okul varmış. Tayin edilen kadrolu öğretmeni raporluymuş. Yerine gönderilen
Vekil Öğretmenler de bir hafta içinde görevi bırakıyorlarmış. Görevli bana;
“Bildiğin gibi değil. Oldukça mahrumiyet bölgesi bir yer. Bilmem bu görevi
almak ister misin? İstersen köye git. Bir bak. Senin için uygun mu, değil mi? Kararını
öyle verirsin. Çünkü birçok kişi bu görevi almadı. Alanlar da bırakıp kaçtı…”
dedi.
Kızlan
Garajında Koca Mustafa’yı bul.
Vekil öğretmenlik başvurusunu yaptığımda takvimler 15 Mart 1990
tarihini gösteriyordu. Bu şu demekti; okullar açılalı yani ikinci sömestri
başlayalı bir ay geçmiş ve öğretmensizlikten okulları kapalı olduğu için Orta
Karadeniz bölgesinde, Samsun'un bu köyünde çocuklar hâlâ okula gidemiyorlardı.
Tereddütsüz, bu görevi hemen kabul ettim ve gerekli evrakları hazırlamak için
müsaade istedim. Dairedekiler oldukça tecrübeli olmalılar ki “Hocam sen yine de
önce bu köye bir git, gör, incele ve kararını öyle ver ve ondan sonra işlemleri
başlatırsın” dediklerinde benim bu görevi alma şevkim bir kat daha artmıştı.
Günlerden Çarşamba günüydü. İlçenin “Hafta Günü”...
Bütün köyler bu günde haftalık alışverişlerini yapmak için ilçeye gelirler.
“Köye nasıl ulaşacağım” soruma dairedeki memur arkadaş; “Kızlan garajına git,
Koca Mustafa’yı bul, gerisine karışma. O seni alır götürür, yedirir, içirir,
yatırır… Gerektiği gibi ağırlar.” dedi. “Koca Mustafa da kim?” Diye sorunca,
“Herkes tanır. Kime sorsan sana gösterirler.” Cevabı üzerine yola koyuldum.
Sağda solda gördüğüm tanıdıklara “Koca Mustafa’yı sora sora giderken, daha
Kızlan Garajına varmadan Cumhuriyet Meydanında, yerel deyimiyle meşhur “Goca Musda”
dayıyla karşılaştım. O da, köye öğretmen gideceği haberini çoktan almış ve bana
“bizim köye gidecek öğretmen sen
misin?” diye sormuştu.
Ayaküstü kısa bir hoşbeşin ardından Kızlan Garajına yönelip, hem
yürüdük hem konuştuk. ”Mustafa Dayı” dedim, “Ben bir gidip köyü ve okulu
göreceğim. Ondan sonra evrakları hazırlayıp ardından da eşyalarımı alıp gelir,
göreve öyle başlarım.” Deyince. “Öyle şey olmaz hocaaa!” dedi Koca Mustafa
dayı. Eğer sen bu işi yapmaya gönüllü isen, aha köye giden kamyon da hazır.
Şimdi gidelim, yarın okulu açarsın, biz de öğrencileri toplar göndeririz sen de
derslere başlarsın. Köyde yatak da var, yiyecek de… Eşyalarının acelesi yok,
biz onları haftaya alıp getiririz.” Sözleri üzerine bu Koca Mustafa’nın “Koca”
lakabının “yaşlı” değil “başlı”
olduğuna karar vererek, kendimi tüm ısrarlara rağmen köye giden kamyonun şoför
mahalline değil de yem çuvalları, saman balyaları, peynir kasaları ve satmak
için pazara getirilmiş fakat elde kalmış birkaç koyun ile kadınlı erkekli
karışık olarak köylülerin bindiği kamyonun brandayla kapatılmış kasasına
atmıştım.
Kar
Yolları Kapayınca.
Öğle vakti saat iki sularında kamyonumuz köye gitmek için ilçeden
ayrıldı. Kızlan’dan sonra Toklu Köyünü geçtiğimizde kamyonumuz durdu. Sabah
şehre inerken açık olan yollar kar ve fırtına sebebiyle kapanmıştı. Bu kapanış
öyle bir kapanıştı ki yolun nerelerden geçtiğini anlamak mümkün değildi. Yolun
kıvrılarak geçtiği yamaçlar ve daracık vadiler şiddetli esen rüzgârın
sürüklediği karlarla dolarak “dümdüz” olmuştu. Bu şartlar altında yabancı
birinin buralarda yol yordam bulup kara saplanmadan ilerlemesi olanaksızdı.
Ben, “ne oluyor?” diye sağıma soluma bakınırken, köylüler çoktan
kamyonu boşaltmış, yüklerini omuzlayıp, kestirme yola düzülmüşlerdi bile. Yaşlı
biri, “Hoca, yol mol kalmamış. Aha şu
tepeleri takip ederek kara saplanmadan iki saatte köye ulaşırız” deyince yanıma fazla eşya almadığım için
kendimi şanslı hissettim. Tıpkı çölde kum tepeciklerini izleyerek giden kervan
gibi, bizler de çukur yerlere düşmemek için arazide karın sığ olduğu tepe
bölgelerini takip ederek oluşturulan rota üzerinden onca yükün altında
ilerlemeye başladık. Köylülerin köye nasıl ulaşacaklarını düşünürken uzaktan
atlı bir gurubun bize doğru geldiğini gördüm. Bunlar, yolların kapanacağını
tahmin ettikleri için, çarşıdan gelenleri karşılamaya gelen köylülerdi. Peynir
sandıkları gibi ağır yükler atlara yüklendi, yorulan çocuklar ve yaşlılar
münavebeli olarak atlara binerek yolculuğa devam ettik. Akşamın alaca
karanlığında duyduğum köpek seslerinden bir köye yaklaştığımızı fark etmiştim.
Köye iyice yaklaştığımızda ışık göremeyince “köyde elektrik yok mu?” diye sormadan edemedim. “Var.
Var ama hoca, bir arıza yapınca bir hafta, on beş günde gelmiyor. Zaten bizim
de pek ihtiyacımız yok”
gibi “mıdarasızca” bir cevap aldım. Daha sonra anladım ki
köyde elektrik sadece aydınlatma için kullanılıyor ve köylü de akşam erken
yatıp sabah erken kalktığından aydınlatma için gün ışığından
yararlanmaktaydılar.
Örtmen Gelmiş Örtmen.
Köpeklerin, yakalasalar bizi paramparça edecekmişçesine şedit
saldırıları arasında köy içinden geçerek Koca Mustafa (Mustafa ÇETİN)’in evinin önüne daha doğrusu köy meydanına geldiğimizde yatsı
ezanı okumak üzereydi. Köy içinden geçerken, okula giden çocuğu olan evlere
yapılan “Köye Öğretmen geldi, okul
açılıyor. Yarın çocuklar okula gidecek.” Çağrıları hiç susmayan köpek sesleri arasında kaybolup
gidiyordu.
Karlı buzlu onca yolu yürüyerek geldikten sonra bizde temiz bir
üst baş kalmamıştı. Sığınacak bir ev lazımdı. Koca Mustafa dayı; “Hoca ister
bizde kal, ister İmamla… Tercih senin” deyince ben tercihimi aynı zamanda
meslektaşım ve benim gibi bekâr olan İmam efendinin evinde kalma yönünde
kullandım. Dışarıdan biri olarak “köy
ve okulla ilgili bol bol konuşuruz” diye müsaade isteyerek zaten yanımıza gelmiş bulunan imam Erol
ÇIRAK beyle birlikte guruba veda edip imamın evine
postu serdim.
İmamın evi tek katlı, tek odalı ahşap (çantı) bir binaydı.
Elektrikler kesikti. İdare adını verdikleri bir gaz lambası odayı tam
aydınlatmıyordu. İmam Erol Çırak, küçücük sobasına birkaç odun atıp ortalığı
ısıtmaya çalıştıysa da Mart ayının o kazma kürek yaktıran soğuğuna karşı bu
yayla köyünde yapacağımız pek fazla bir şey yoktu. Daha fazla üşümemek için “en
iyisi erken yatıp dinlenmek” diyerek yatakları serip yattık.
Çok geçmeden, köye gecenin sessizliği çökmüştü. Yer yer köpek
havlamalarının yanı sıra camdan cama birbirlerine “örtmen gelmiş örtmen” diye “müjde” veren çocuk sesleri belki de gecenin bu sesliğinde
1400 rakımlı Dütmen Dağına da ulaşıyordu kim bilir?
Türkiye’deki
Köy Gerçeği
Koğuz köyü hakkında yaptığım “monografi”yi yıllar sonra
internette yayınlayınca, yazı birçok kişinin ilgisini çekmişti. O günün
şartlarında teknolojik olanaklar bu kadar yaygın olmadığı için o çalışmayı
fotoğraflama şansım da olmadığından yazdıklarımın gerçek olmadığı hatta
“abarttığımı” ifade edenler bile olmuştu. Amacım “yoksulluk edebiyatı” yapmak
değil ülkemizdeki “köy gerçeğini” ortaya koymaktı. Kimi hükümetler “köy-kent”
projeleriyle “milletin efendisi”ni “kalkındırma” çareleri ararken kimi hükümetler
de Avrupa Birliği dayatmalarıyla ülkenin köylülük oranını düşürme sevdasıyla
köylüyü köyünden koparıp, kent ışıklarının cazibesine kaptırıyordu. Çaresiz
köylü de “efendiliği” bırakıp kurtuluşu kentlerde “işçi” olmakta buluyordu.
Yirmi yıl aradan sonra eski günlere ait kareler yakalamak ümidiyle gittiğim
Koğuz köyünün akibeti de korktuğum gibi çıktı. Mutsuz köylü çareyi kentlere
göçmekte bulmuş; köy, köy olmaktan çıkmıştı.
Dütmen’in Eteklerinde bir Köy; KOĞUZ
Köy, Dütmen Tepesinin eteklerinde kurulu küçük bir yerleşim
birimidir. Dört yanı yüksek tepelerle çevrili olup, köyün ufku oldukça dardır.
Köyün yolu mevcuttur. Gerek ilçeye ve gerekse Kızlan’ a gidebilme
imkânı veren bu tek yolun ana sorunu 3 km.’lik bir kısmının ham toprak oluşu
sebebiyle yağış esnasında araç trafiğine kapanmasıdır. Ulaşım vasıtası olarak
Kamyon, Jip ve Atlar kullanılmaktaydı.
Köyü, Toklu köyü Kızlan hattından ilçeye bağlayan tek yol vardır.
Bu yol aynı zamanda Yemişen-Durağan hattıyla Sinop iline ulaşır. Yaklaşık
olarak köyün Toklu köyüne uzaklığı 8, Kızlan’ a 10, Alaçam’ a ise
33 Km.’ dir. Kızlan’ dan gelirken, 2. Km’ de Toklu Köyünden Uzunkıraç ve
Sakarinek’ e, 8. Km’ de Dütmen’ e yol ayrımı vardır. Ayrıca, köyden itibaren 5
Km uzaklıkta Yemişen köyü vardır. Köyün diğer köylerle ulaşımı yoktur.
(İsimlerini saydığım bu köyler o günden bugüne adları kaç kere değiştirildi ve
en son adları nedir doğrusu net olarak bilemiyorum!... Bu ayrı bir konu.)
Köyün kurulu olduğu mevkii ağaçsız ve kayalıktır. Yıllardır
kesilerek yok edilen ormanların yerini günden güne yalçın kayalıklar
almaktadır.
Arazi, ağaç, çalı vb. bitki örtüsünden yoksun olup, sürekli esen
rüzgâr ve hemen hemen her gün yağan yağmurun tahribatına maruz kalmaktadır.
Köy toprağının üst tabakası taşlı olup, arazi yapı olarak
kayalıktır. Toprağın verimi “Bir’ e Bir” dir. Sanayi gübresi ile bu oran
korunmaya ve artırılmaya çalışılmaktadır. Verimin bu kadar düşük olmasına
rağmen yine de arazilerin kullanılması, hayvanlara sap-saman gibi yiyecek
sağlamak amacıyla sürdürülmektedir.
Hakim Ekonomik Karakter ve Sosyal Yaşam
Köyde geçen ilk günlerim eğitim öğretim faaliyetlerinde yıllık
planın çok çok gerisinde kalmış okulda bir nevi hızlandırılmış eğitim öğretime
odaklanarak geçmişti. Günlük programa sâdık kalmakla birlikte eğlenceye
dönüştürerek yerine göre hafta sonları da birkaç saatliğine okula gelmelerini
istediğim öğrencilerle “telafi edici usullerle” dersler yaparak, programa
yetişmelerini sağlıyordum. Hatta bazen, okul çıkışı evine giden öğrencileri
takip ederek ödevlerini yapıp yapmadıklarını öğrenmek maksadıyla ailesi ve
yaşadıkları ortamı yakından takip etmeye çalışıyordum. Karşılaştığım manzaralar
ise hiç içi açıcı değildi. Köylü oldukça yoksuldu.
İlk günlerimde köyde hakim nüfusun çocuklar, kadınlar ve
yaşlılardan oluşu pek dikkatimi çekmemişti. Baharın sonlarına doğru köyün
nüfusunda bir hareketlenme olunca anladım ki yetişkin nüfus “kışlak”larda imiş.
Kışlak, koyunların kış mevsiminde sahil kesimlerine indirilerek
oralarda bakılmasıdır. Köyümüz bir dağ köyüydü ve arazilerin kayalık ve de
kıraç oluşu nedeniyle ana geçim kaynakları tarımdan ziyade hayvancılıktı.
Hayvan olarak koyun yetiştirilmekte olup yılın yedi-sekiz ayı yağan kar
nedeniyle uzun geçen kış mevsiminde hayvanlarını sahile yakın kışlak dedikleri
yerlere indirirler, yaz başına kadar kiraladıkları meralarda bakarlardı.
Çobanlık mesleği gereği bir nevi göçebe bir hayat tarzı sürdüren bu aileler
aynı zamanda bir kısmı köyde bir kısmı kışlakta yaşamak zorunda kaldığı için
adeta parçalanmış bir aile görüntüsü veriyordu.
Köyde hayat baharın sonu ve yaz aylarında hareketlense de bu pek
uzun sürmemektedir. Üç dört ay içinde ekinler ekilip biçilecek, koyunlar
“sağılıp” peynirler yapılacak; “kırkılıp” yünler hazırlanacak derken bu günler
göz açıp kapayıncaya kadar geçmektedir.
Köyün ormanları yetersizdir. Kontrolsüz kesim bu sorunu
doğurmuştur. Köylü yakacak odununu bile güçlükle temin edebilmektedir.
Tarım ürünü olarak zikre değer ürünler; Buğday, nohut ve patates
ile hayvan yemi olarak kullanılan diğer hububatlardır.
Küçük el sanatları olarak köyde bir sanayi yoktur ancak
koyunyünlerinden elde edilen iplerle kendi ihtiyaçları için el emeğiyle çorap,
başlık (popak) ve kazak örülmektedir.
Köylünün mesleği çobanlıktır. Kendi hayvanına bakıp ettiği gibi
yerine göre başkalarının hayvanlarına da bir ücret karşılığı bakmak için iş
bölümü yapmaktadır. Genellikle okul çağını bitirmiş çocukların çobanlık işi
için köy dışında iş bulmaları büyük bir imkân sayılmaktadır. Şansları yaver
gider de böyle bir iş bulurlarsa bu durum gençler için ayrıca bir prestij
kaynağıdır. Medyada yer aldığı gibi bu durum bir “çocuk ticareti” değil aksine
yoksulluğa geçici bir çareydi. Çalışmak için gittikleri ailenin yanında aynı
sofradan yedirilmekte, giydirilmekte ve yatırılmaktadır. Kentlerin sanayi
sitelerinde sigortasız çalıştırılan çocuklardan tek farkları “yatılı”
oluşlarıydı.
Aile başına düşen nüfus sayısı standartların çok üstündedir.
“Çekirdek” aileden ziyade “geniş” aile tipi hâkimdir. En kalabalık ailedeki
nüfus on sekiz (18) kişiyi bulmaktadır. Kimi ailelerde dede, nine, anne, baba,
kardeşler, kardeş eş ve çocukları (yenge-yeğen), öte yandan amca eş ve
çocukları gibi oldukça çok kalabalık bir yapı vardır.
Aynı çatı altında bulunan bu yapıdaki aile birimleri (ana, baba ve
çocuklar) iktisadi birliklerini korumaktadırlar. Aile reisi konumunda olan bir
aile ferdi tüm sorumlulukları rahatlıkla üzerine almaktadır. Böyle bir
yapılanmanın oluşmasında daha doğrusu eskiden beri süregelen bu yapının
korunmasında elbette “birlikten kuvvet doğar” ilkesinin büyük bir payı olduğu
muhakkaktır. Zaten bu yapıda olan aileler ile çekirdek aile yapısı gösteren
aileler arasındaki refah düzeyi farkı bunu ispatlamaktadır. Çoğunluğu 7-8
çocuklu aileler oluşturmaktadır.
Aile fertlerinin tamamının uğraşısı bir ve aynıdır. Gerektiğinde
kadın tarlada “çift” sürebilir, “yazı” da koyun otlatır, ormana oduna
gider. Buna mukabil erkekler de yemek yapar, koyun sağar en azından kendi
çamaşırlarını rahatlıkla yıkayabilmektedirler. Bu bir yerde hayatı
paylaşmaktır.
Köyün ekonomisi “kapalı” bir ekonomidir. Bu kapalı ekonomiden
kurtulacağına dair şimdilik pek bir umut yoktur. Köylü kendisinin ve hayvanların
ihtiyacını karşılayacak kadar buğday yetiştirir ve başka imkânı olmadığı için
de bununla yetinir. Bu nedenlerle köylü, ihtiyacı kadar ekim yapmakta.
Ürettiğiyle de ancak kıt kanaat geçinebilmektedir.
Yirmi Yıl Aradan Sonra Köyde Ne Değişti?
Ne tesadüftür ki, 1989-1990 eğitim öğretim yılı sona erer ermez
gelip beni köyde bulan diğer mesleğimle ilgili bir iş için öğretmenlikten ve
köyden ayrılmıştım. Ayrılış o ayrılış olmuştu. Emekli oluşumun da verdiği
rahatlıkla bugün, aradan geçen 20 yılın ardından Koğuz’u ziyaret ettiğimde
gördüm ki yukarıda anlatmaya çalıştığım yaşam tarzı genelde sürse de elbette
köyde çok şeyler değişmişti. Bu değişikliğin en çarpıcı olanı “köyden kente”
göç idi. Köyün yarıdan fazlası bu yaşantıyı terk edip geçimin yolunu büyük şehirlere
göçerek bulmuşlardı.
Ulaşım için yollar yine aynı idi. Ancak artık köylü şehre
kamyonlarla değil köydeki minibüsleriyle (iki adet) gidip gelmektedir.
Bir ailede traktör, bir ailede motosiklet gördüm. En güzeli köye telefon
bağlanmıştı. Gerçi şimdi cep telefonları daha yaygın ama en azından haberleşme
için 3-4 saat yürüyerek başka köye gidilmiyor. Bir diğer yenilik ise çanak
antenlerle artık köyde TV izlenebiliyor olmasıdır.
Çatısı akan ve bu nedenle taban döşemeleri de kırık (çökük) olan
okul, Alaçam Milli Eğitim Mensuplarının katkılarıyla bir güzel onarılarak
güzelleştirilmiş. Ancak şimdi de öğrenci sıkıntısı yaşanmaktadır. İlköğretimin
ikinci kademesine geçen öğrenciler (6, 7 ve 8. sınıflar) Yatılı İlköğretim
Bölge Okulunda (Göçkün YİBO’da) eğitim öğrenimlerini sürdürmektedir.
Her ne kadar sanat değeri olmasa da ahşap caminin yıkılmış
olmasına üzüldüm. Ama yerine yapılan betonarme Cami onun boşluğunu doldurmaya
çalışıyor.
Ve “Koca Musda”… Köyün ileri gelen bu büyüğü, eskiye
nazaran sayıları daha az da olsa yine koyunlarının peşinde, onları otlatmakla
meşgul idi. Fikri KURT’un oğulları Turgut ve Durmuş kardeşler büyümüş adam
olmuşlar. Kardeşler “omuz omuza” verip güzel bir dayanışma örneği vererek
motosiklet, at ve çamış öküzlerinden başka oldukça büyük bir koyun sürüsü ve
küçük bir sığır sürüsüyle de baba mesleğini, diğer bir ifade ile köydeki
geleneksel yaşamı canlı tutmaya çalışıyorlardı.
Çetin
KOŞAR
28/09/2010
Gezi Fotoğrafları...
https://www.facebook.com/groups/134977419877670/media/albums
https://www.facebook.com/groups/134977419877670/media/albums
Çok güzel yazmışsın kardeş nefes almadan okudum.hey gidi günler. Bunun filmi bile yapılabilir.
YanıtlaSilHocam ağzına sağlık evet anlattginiz gibi maalesef hayat şartları bizi büyük şehirlere sürükledi ama çok güzel özetlemiş siniz Allah razı olsun inşaallah memlekete geldiğimizde görüşür sohbet ederiz
YanıtlaSil