“Üniversite bana göre bir şifahane değildir. Bence bir hayalhane olmalıdır. Üniversitede hayal alınıp hayal satılmalıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşları bütün yokluklar içinde özgür bağımsız bir Anadolu hayali içinde çıkmışlardı Samsun’a.”
‘Balığı kelden, benzini Shell’den Saathane Meydanı, Sayın Protokol..!
Ey okur merhaba!
“Her kim Aşk'a müşteri... Canına od vurmuştur.” der Yunus. Ne güzel der! “Aşk gelicek cümle eksikler biter” der. İyi der. Bir adamdan bir güzel adamdan bahsetmek istiyorum size bu gün. Hele dinleyin. Bakarsınız birkaç güzel adamdan bahsederim. Kaç kişi kaldı ki şunun şurası. Duruşlarını bozmayan, kalbi olan, işinde gücünde, iyi işler çıkaran kaç adam kaldı? Şimdiden bir şey demeyeyim.
Recep Yazgan’la mı başlasam acaba. Evet, ondan başlamakta fayda var. Şu pc denen illette A4 ebadında bir Word sayfası açmamda yardımını esirgemeyen iyi muharrir Abim Recep Yazgan’a teşekkürleri bir borç bilirim. Ayrıca kişisel gelişimime olan katkılarından dolayı ellerinden öperim.
Ben aslında bir yönetmenden bahsetmek istiyorum size bu yazımda. Bir kısa filmde oynamış, kendisinin çektiği bir belgeselde bulunmuş biri olarak, sevgili yönetmen arkadaşım Cem Gençoğlu’ndan bahsetmek istiyorum. Cibran’da oturuyoruz geçenlerde, hayıflanıp duruyor: “Bu son artık, başka belgesel çekmeyeceğim.” diyor. “Angaryalardan kendime vakit ayıramıyorum. Kızıma vakit ayıramıyorum” Yolcu Dergisi ile ilgili bir belgesel çekti en son. Bitmiş, harika olmuş belgesel. Birlikte izledik Cibran’da. Mükemmelin peşinde. Sanırım Ülke TV’de “Meksika Sınırı”nda yayınlanacak Yolcu Belgeseli. Bir dönem benim de içinde aktif olarak bulunduğum ( Ömer Abi’nin yüksek müsaadelerine sığınarak) dönemin sahiden çok önemli bir dergisi olan Yolcu’nun ilk dönemi ile ilgili belgesel çekimlerinden çok iyi biliyorum titizliğini. Kent Kültürü dergisi için yazdığı belgesel yazılar öncesi röportajlarından bir kaçına bizzat tanıklık etmiştim. İşindeki titizliği, yaptığı işe gösterdiği ihtimamı, hep güleç yüzü ve arkadaşlar arası olası tartışmalarda gösterdiği yapıcı denge duruşu gözümden hiç kaçmadı. Masada birkaç arkadaş var: Doçent Doktor Şaban Sağlık giriyor içeri. “Cem Bey, size ihtiyacımız var. Bizim çocuklar Yaratıcı Yazarlık dersinde bir belgesel hazırlıyorlar. Çocuklara yardımcı olmanızı rica ediyorum.” diyor. “Konu ne?” diyor Cem Bey. “Saathane” diyor Şaban Hoca. “Olur” diyor Cem Bey. Şaban Hoca, o güzel adamın ricası karşısında değil Cem Hoca kim olsa emir telakki ederdi. Cem Bey, güzel adam. Birkaç gün geçmedi. Bir afiş getirdi Cibran’a: Saathane’nin Tiktakları.
Öğleye kadar uyuduğumu bilir dostlar. 19 Mayıs’tan bir gün sonraydı. Recep Yazgan aradı. Bekir Şakir Hoca aradı. Uyandım aceleyle atlayıp gittik üniversiteye. Belgeselin ilk gösterimi için. Gala mı demeliyim? Sevgili Cem’i yalnız mı bırakacaktık? Bu büyük yönetmeni, dostumuzu. Sevgili Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali Tökel Hoca Edebiyat Bölümünün Koridorunda karşıladı bizi, bilgeliği ve nezaketiyle: “Sonunda geldin” dedi. Mahcup oldum. Doç. Dr. Şaban Sağlık bir Anadolu Beyefendisi. Sarıldık Hocayla. Birlikte Profesör Yavuz Demir Hoca’nın odasına geçtik. Oturduk. Nasıl özlemişim üniversite yıllarımı. Hayretler içinde izliyorum. “Budur” diyorum üniversite. Hocanın odası kitap dolu. Kocaman masanın altı üstü kitap, dergi dolu. Bu ülkeye olan inancım, bu ülkenin nitelikli insanlarına olan inancım bir kez daha tazelendi. Güleç bir yüz. Kaprisli değil. Beyefendi. Asil. Ne yaptığının bilincinde adamlar. Oturduk Şaban Bey bizi tanıştırıyor: “Recep Yazgan gazeteci. Nevzat Onmuş Cibran’ı işletiyor. Gazeteci.” Sivil Gazeteci, diye de ekliyor. Sivillik hiç bu kadar mahcup etmemişti beni. Hiç bu kadar hoşuma gitmemişti sivillik. Belli ki sigarasızlıktan daraldığımızı düşündü Şaban Hoca. Bir sivil itaatsizlik daha yaptık birlikte. Ne de olsa Üniversite. Dibine kadar özgür adamlarız. Bedeli neyse öderiz. Şaban Hoca’nın odasındayız. Aman yarabbi, diyorum. Hocaya olan saygım bir kez daha artıyor. Bir sürü kitap, dergi yine koca bir masa. ‘Masada masaymış’ diyorum. Şairin kulaklarını çınlatıyorum. Kitaba oturuyorsunuz sanki masaya değil. Önümüzde kitaplar. Sağımız solumuz, önümüz ardımız kitap. Ve evet budur; aydın, münevver, muallim, entelektüel işte tam da böyle bir şey, diyorum. Aslan hocalarım. Yattıkları yerden belliler. Fazla uzatmıyorum bu sefer. Umurumda da değil. Çaylar geliyor gidiyor allı pullu bardaklarda. Gösteri saati geldi. Protokolü bekliyoruz. Vali Bey davet edilmiş, gençler gitmişler makama. Büyükşehir Belediye Bakanı Yusuf Ziya Bey davet edilmiş, gençler gitmiş makama. İlkadım sınırlarında malum Saathane, gidilmiş makama. Atakum Belediyesine gidilmiş. Davetler iletilmiş. Huzur sahipsiz. Huzur habersiz. Huzur beyaz atlet ve şort giydirilmiş delikanlıların etkinliklerini izlemekten yorgun. Salona geçiyoruz gençler pek heyecanlı. Müthiş bir iş kotarmışlar. Mustafa Kemal ve arkadaşları da, yıllardır atlet ve don giydirilip soytarıya çevrilen tuhaf müzikler eşliğinde tuhaf hareketler yapan gençlerle kazandılar ya kurtuluş savaşını, diye geçiriyorum içimden. Salon kapısında Sıddık Akbayır ve sevgili eşleri. Sarılıp kucaklaşıyoruz. Protokol arıyor gözlerimiz. Atlet, şort. Gençler çıkıyor kürsüye projeyi anlatmak için. Belgeselin kamera arkası görüntülerini anlatıyorlar. Adem, çekimler öncesi Saathane’nin kendisine ait çalışma alanında, kroki çalışması yaparken, istimlak memuru zannedilip esnaf tarafından üzerine yürünmesini anlatıyor muzip bir dille. “Sırtımı bir duvara dayadım, adamlar üstüme yürüdü.” diyor. “Ayağınızı denk alın” demişler. Çok gülüyoruz. Tuba kızımız sabah beşte köpek saldırılarına meydan okuyarak çekimlere, Saathane’ye gidişlerini anlatıyor. Üç çeşit insan gördüm diyor çekimler esnasında. Kuşkulular, merak ve ilgiyle izleyen, kameraya görünmek için önüne atlayanlar ve “Bunları çekeceğinize çözüm bulun.” diyenler. Belli ki pek eğlenmişler. Yavuz Bey mikrofonu alıyor: “Üniversite bana göre bir şifahane değildir. Bence bir hayalhane olmalıdır. Üniversitede hayal alınıp hayal satılmalıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşları bütün yokluklar içinde özgür bağımsız bir Anadolu hayali içinde çıkmışlardı Samsun’a.” diyor. Keşke protokol karşılaması beklemek yerine, protokolün bütün gereklerini yok sayarak gençlerimize armağan edilen bu Cumhuriyet günlerinde, yaşadıkları kentten ayrılmadan önce şehrin yüzüne kendilerinden bir çentik atmak istemiş gençlerimizi izlemeye gelselerdi huzur, diyorum içimden. Umarım telafi edeceklerdir. Cumhuriyetin 90. yılını kutladığımız bu günlerde Tiktakları bu şehrin ruhu olduğunu hissettiren Saathane Meydanı belgeselini izleyesiniz diye belgeselden hiç mi hiç bahsetmeyeceğim size. Ancak sevgili Yönetmen müthiş bir duyuş ve seziş, kavrayış üstadı olarak alışılmış belgeselcilik anlayışlarını zorlayan bir çalışma yapmış sevgili okur.
James Joyce, Ulysess’te (Dublin’i anlattığı romanında) “Bir gün Dublin bir felakete uğrarsa Ulysess’e bakılarak yeniden tıpkı inşa edilebilir.” diyor. Bir gün evet saat durursa Saathane’de, bu belgesel ve ‘Saathane’nin Tiktakları’ yeniden inşa için yeterli olacaktır. Çünkü ‘saatin tıkırtısı dünyaya yetişmenin değil günde beş vakit Allah’a koşmanın adıdır’, diyor ‘bizim için’ sevgili Yönetmen.
Ve Saatleri Ayarlama Enstitütüsü, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Edebiyat Bölümü ve sayın hocalarıdır bu kentin. Ben bildim herkes bile.
Bir davetiye bıraktı gençler bir gün sonra.
“Tarih 28 Mayıs Perşembe. Saat 19.00. Yer: OMÜ Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı son sınıf öğrencileri tarafından hazırlanan ‘Saathane Tik Takları’ adlı belgeselin Gala Gece’sini onurlandırmanızı dilerim. İmza Prof. Dr. Hüseyin Akan. Rektör.”
Sevgili Rektörü tebrik ediyorum. Sayın Valim, Sayın Büyükşehir Belediye Başkanım, Alt Kademe Belediye Başkanlarım, Sayın Emniyet Müdürüm, Sayın Siyasiler, Garnizon Komutanım, sevgili Samsunlular, yazılı ve görsel sivil, resmi basın, Trabzonlu ve Kavaklı Mütayitler, size programdan sonra tebriklerimi bilahare ileteceğim. Sözlerimi belgeselin son cümlesiyle bitiriyorum: “Kulağınızı verirseniz, sesinizi duyarsınız…” Saatinizin ayarı şaşmasın.
/Nevzat Onmuş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder