İstanbul’da Beşiktaş saldırısının
ardından gelen Kayseri saldırısı yine içimizi yaktı. Şehitlerimize rahmet,
yaralılara acil şifalar diliyorum. Katiller ve arkasındaki güçleri
lanetliyorum. Bu vesile ile yapmış olduğum analizi siz değerli dostlarımla / okuyucularımla
paylaşmak istiyorum.
Bugünü anlamak için biraz geriye
gitmemiz, tarihe bakmamız gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı'nın üzerinden 100 yıl
geçti. Osmanlı'ya dayatılan Sevr Antlaşmasında güneyimizde (dindaşımız
Müslümanlarla bağımızı kesmek için) sınır boyunca bir Kürdistan, doğumuzda da
(soydaşlarımız Türklerle bağımızı kesmek için) bir Ermenistan öngörülüyordu.
Batımız Batılı ülkelerle zaten kuşatılmıştı. Hedeflenen; Batının kontrolünde
küçük ve izole edilmiş bir Türk toprağıydı.
Kurtuluş Savaşı ve Lozan'ın ardından
Sevr'in tarihe gömüldüğünü sanmıştık. Öyle zannedildi/zannettirildi. Bu arada
Sovyetler Birliği ortaya çıktı. “Yaşasın halkların kardeşliği” nidaları
arasında sınırımızdaki (Ahıskalılar) ve Karadeniz’in karşı kıyısındaki (Kırım
Tatarı) Türkler sürgün edilerek bunlarla Anadolu’nun teması kesilirken,
doğumuzda Ermenistan kuruldu. Nahcivan bizden tarafta kalsa da aradan hançer
gibi bir Ermeni kuyruğu kuzeyden güneye uzatılıp İran sınırı ile birleştirildi.
İran zaten ezelî düşmanlığından ötürü bize geçit vermezdi. Böylece doğu sınırlarımızda işlem tamamdı.
Yıllar sonra 2000'li yıllara
gelindiğinde bile 50 km genişliğindeki Ermenistan toprağını geçemediğimiz için
Azerbaycan ile aramızda inşa edilen petrol boru hattı (BTC) daha kuzeyden
dolaştırılarak ve yol uzatılarak Gürcistan üzerinden geçirildi. Yeni inşa
edilmekte olan demiryolunun güzergahı da yine kestirmeden Nahçivan-Azerbaycan
üzerinden değil, kuzeyden Gürcistan üzerinden oldu. Türk Cumhuriyetlerinden
Türkiye'ye gelecek enerji (boru) hatları ve demiryolu Gürcistan'la iyi
geçinmemize bağlıydı. Gürcistan'la iyi geçinmek demek (arkasındaki açık
devletler / Batılı ülkeler) ve (derin devlet / Rusya ile) iyi geçinmek,
denileni kabul etmek, asla onların aleyhine bizim lehimize olacak bir maceraya
girmemek demekti. Yani Türk Cumhuriyetleri ile her türlü ilişkimiz Batı ya da
Rusya'nın kontrolünde ve onların izin verdiği kadardır. Hatırlayın tıpkı
Suriye’de Esat’la olduğu gibi, Gürcistan’da da Şarkaşvili ile dost olmuştuk ve
neredeyse aradan sınır kalkacaktı. Rusya Gürcistan’a girdi ve BTC Boru Hattı
üzerinde yaptığı basın açıklaması ile mesajını verdi. O günden beri Rusya’nın
izin verdiği kadar diyaloğumuz devam ediyor, onun izin verdiği kadar
Azerbaycan’a, Kafkaslara ve daha ilerisine geçiş yapabiliyoruz. Gürcistan’la
eski samimiyetin yerinde yeller esiyor.
Ve günümüze geldik. Doğuda biten,
Güneyimizde yarım kalan işlemin tamamlanması için Düvel-i Muazzama tarafından
düğmeye basıldı. Savaş, kargaşa, kaos derken güney sınırımız boyunca (100 yıl
önce planlanan ve yarım kalan) Kürdistan için harekete geçildi. Tıpkı
Gürcistan'daki gibi küfür tek millet. Güneyimizden kuşatma projesinde Batı bir
yanda Rusya diğer yanda ağlarını örmekteler.
Güneye (Ortadoğu'ya, Arabistan'a,
Afrika'ya) inmek (kutsal topraklara özgürce gidebilmek de buna dahil) en
azından bir koridora ihtiyacımız var. Bu bile bize çok görülüyor. Orta Asya
Türklerine ulaşmak için nasıl (50 km genişliğindeki Ermeni toprakları Çin
Seddinden beter aşılmaz bir duvar olup) Gürcistan'a muhtaçsak (hıristiyan bir
ülkedir ve çıkarlarımız çatıştığında elbette ki bizden yana olmayacak),
Müslümanlara, İslam ülkelerine, ulaşmak için de yarın bizi Kürtlere (ya da o
zaman geldiğinde, cetvelle çizip adını ne koyacaklarsa, o devlete) muhtaç hale
getirecekler.
Velhasıl herkesin bildiği futbol maçı
örneğinden hareketle; ya oyunu rakip sahada kuracak ve saldırıları en azından
orta sahada karşılayıp hücuma geçecek, gol atacak ve galip geleceğiz. Ya da
düşmanı sınırda (defansta / kale çizgisi
civarında) kabul edip 90 dakika (önümüzdeki 50-100 yıl) boyunca (eyvah gol
yedik / yiyeceğiz / hakem penaltı verdi verecek) diye ölüp ölüp dirileceğiz.
Bugün bir kısım medya, muhalefet, kişi ve kurumların “aman kendi sahamızdan
çıkmayalım” (başka ülkelerin taprakarında ne işimiz var) mantığı / taktiği ile
peş peşe gelen hücumlar karşısında kendi yeri sahamızı savunabilir miyiz? İçe
kapanma ve savunmayı sınırlarımıza çekme lüksümüz var mıdır? Bütün bu olanlara
ve olacak olanlara razı olabilir miyiz? Bütün bunları bile bile ne işimiz var
Suriye’de, Irak’ta diyebilir miyiz?
Şu anda düşmanlarımız kale çizgimiz
civarında, yani ceza sahamızda at koşturuyor, bombalarla donattıkları
uşaklarını aramızda dolaştırıyorlar. Bütün hakemler onlardan yana, haklı
olduğumuz pozisyonda bile aleyhimize düdük çalıyorlar. Mutlaka yenilmemizi
istiyorlar. Bulundukları ligde bile olmamızı çekemiyorlar. Sahada galip gelsek
masada üstümüzü çiziyorlar. Gol yiyip mağlup olmamız bizim esaretimiz ve
ülkemizin mahvolması demek. Bu topu (belayı) kendi ceza sahamızdan
(topraklarımızdan) uzak tutmalı, asla kendi yeri sahamıza yaklaştırmamalıyız.
Oyunu rakip sahada kurmalı orta sahayı geçmelerine izin vermemeliyiz. En iyi
savunma hücumdur düsturu gereği oyunu kurallarına göre oynamalı, düşmanı
vatanımızdan uzak (rakip sahada)
tutmalıyız.
Bunun için elbette birlik beraberliğe
ihtiyacımız var. Çünkü takım olmalı, takım oyunu oynamalıyız. Yöneticilerimiz
bir teknik direktör edasıyla oyunu iyi okumalı, taktik üstünlüğü kaybetmemeli.
Futbolcular (askerimiz/polisimiz) antremanlı olmalı ve sahada iyi yer tutmalı,
rakibe pozisyon vermemeli, gerektiğinde rakibi rakip sahada, o da olmazsa orta
sahada kesin yere sermeli, asla ve kat’a kalemize (vatanımıza)
yaklaştırmamalıyız. Seyircimiz, yani bütün millet olarak bizler de tedbiri
elden bırakmamalı, bunun bir millî maç olduğunu bilmeli, hep birlikte bütün
tribünler; vatan bir, bayrak bir, dil bir, ezan bir nidalarıyla aynı tezahüratı
haykırmalı, sonsuza kadar desteğimizin takımımızla birlikte olduğunu dosta
düşmana hissettirmeliyiz.
Düşman kendisi gelmiyor, kiralık
/besleme futbolculardan (teröristlerden / paralı askerlerden) oluşan takımı
sahaya sürmüş. Bu takımı yensek bile düşmanlarımızın daha sonra başka takımları
sahaya sürebileceğini, bu arada hakemlerle de anlaşabileceğini, kurada bile
hile yapabileceğini bilmeli, kurulan her
masada olmalı, tedbiri elden bırakmamalıyız. Kısacası, bu coğrafyada kıyamete
kadar varolmak istiyorsak bütün dünyanın bildiği bu oyunu iyi oynamalıyız. Bırakın
mağlup olmayı, yenilgiyi aklımıza bile getirmemeliyiz. Çünkü biz millet olarak
tribünlerde maçı kendi gözlerimizle seyrediyor olsak da bir buçuk milyar insan
dışarıdan bizi izliyor, kalpleri bizim için atıyor. Biz kazanırsak onlar
kazanacak, biz kaybedersek onlar da kaybedecek. Sorumluluğumuz çok, çok büyük.
Bu bayrak yere düşerse başka kaldıracak yok. Bize birşey olmaz demeyelim,
gaflet uykusundan uyanalım. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu gider ayak bayrağı
bize devretse de, 400 yıllık hakimiyetin ardından Endülüs Emevilerinden bugün
İspanya’da tek bir Müslüman Arap’ın kalmamış olması gerçeğini asla ve asla
unutmayalım. Allah yâr ve yardımcımız olsun, devletimize milletimize zeval
vermesin.
Prof. Dr. Cevdet YILMAZ
19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi
18.12.2016